Kara Kızıl Notlar dergisinin Eylül 2005 tarihli 3. Sayısında yayınlanmıştır
Son 20 yıldır Leninist sol gerek bu coğrafyada gerekse dünyanın genelinde sadece pratikte değil, aynı zamanda teoride de bir kâbus yaşıyor. Her biri, tarihin son diyalektik kavgasında burjuvaziye karşı proletaryanın nevi şahsına münhasır öncüleri olma iddiasında olan onlarca örgüt bir kısır döngüye dönüşen pratik ve teorik faaliyetlerini sürdürebilme çabasında. Bu gruplar için nasıl örgüt artık bir araç değil de bir amaç haline gelmeye başlamışsa, sırf kendisi için var olan bir ritüeller kümesi olarak yaşıyorsa, Marx’ın mirası da radikal bir toplumsal dönüşüme duyulan acil ihtiyaçtan dolayı değil, sırf Marx herhangi bir politikanın meşrulaştırma aracı haline geldiği için, aracı amaç haline getiren bu kısırdöngüyü tamamlamak için, seviliyor. Troçkistinden Maoistine kimi SSCB’yi 1924’ten, kimi 1928’den kimi de 1956’dan sonra ‘dönek’ sayan gruplar 80’lerin sonundaki çöküşü kendi ‘devrimci’ Marxizm versiyonlarının bir kehanetinin daha pratikteki kanıtlanışı olarak görseler de SSCB’den sonra kendi ‘devrimci’ Marxizmleri ancak topallaya topallaya yürüyebiliyor – eğer yürüyebiliyorsa tabi. Kitlesini pratikte zaten kaybetmiş olan bu guruplar 80’lerde Andre Gorz’un ‘Elveda Proletarya!’ demesinden beri bunu teoride de kaybetmemek için çabalıyor. Şimdiye kadar gür bıyıklı, kalın pazulu, eli çekiçli fabrika işçisi etrafında dönen düşünce dünyalarını ve ikonografilerini her grup bir şekilde revize etmeye çalışıyor. Marx’ın kapitalizm analizinin temellerinden – hatta temeli – olan emek-değer teorisi ve özellikle de üretken olan ile olmayan emek arasındaki ayrım, üstündeki tüm analizi çökertmek pahasına bir oraya bir buraya çekiliyor. Marx’tan çok faydalanmış olsa da bu sorunu 1. Enternasyonal’den beri daha farklı bir temelde yanıtlamış olan ve verdiği yanıt Marxizm’in proletaryasıyla birebir örtüşmeyince de lümpen-proletaryaya yada küçük burjuvaziye ait bir ideoloji olmakla itham edilen anarşist gelenek için bu konuyu tekrar incelemek bir zorunluluk.
Devrimci özne, dolayısıyla sınıf analizine yönelik incelememize Marxist analizin temelleri olan emek-değer teorisi ve üretken olan ile olmayan emek arasındaki farka değinerek başlayacağız. Buna eleştirel bir bakış getirmeye çalıştıktan sonra anarşist geleneğin Marksist analizle farklılaştığı noktalar üzerinden anarşist analizin kurulması izleyecek.
Emek-değer teorisi temel olarak – adından da anlaşılacağı gibi – bir malın değerini belirleyen şeyin onun içerdiği emek miktarı olduğunu ve bir mal içersindeki emek miktarının da zaman cinsinden ölçüldüğünü söyler. Fakat Marx’ın analizinde Adam Smith ve David Ricardo’nunkilerden farklı olarak bir malın değeri onu üreten işçinin emeğinin miktarıyla ölçülmez (bu bireysel emek Marx’ta somut emek olarak adlandırılır). Malın değeri belirleyen, toplumun genelinde o malı üretmek için gerekli olan ortalama emek miktarıdır – bu tür emek Marx tarafından soyut emek olarak adlandırılır ve malın değerinin toplumsal olarak gerekli emek-zaman miktarıyla ölçüldüğü belirtilir. Analizin devamında Marx bir malın piyasada başka bir mal ile değişilebilmesi için iki tür değeri içermesi gerektiğini söyler: kullanım değeri ve değişim değeri. Kullanım değeri, malın niteliğini, yani onu almak isteyen kişi için yararını belirler. Değişim değeri ise malın emek-zaman cinsinden değeridir ve piyasadaki tüm mallar belli bir miktar emek tarafından üretildikleri için değişim değer malların içerdikleri soyut emek oranlarına göre değişilebilmesini sağlar. Marx bunları anlatırken Aristo’dan bu yana düşünürlerin birbiriyle alakasız iki nesnenin hangi ölçüyle takas edildikleri üzerine kafa yorduklarını belirtir ve tüm nesnelerde ortak olan tek şeyin insan emeği tarafından üretilmeleri olduğunu söyler. Satıcı için elindeki mal bir değişim değeridir, yani onun için bir yararı yoktur, bu malı satmakla onun içindeki emek-zamanı gerçekleştirebilir ve başka bir mal almak için bunu kullanabilir (Burada değişim değerine sahip malları piyasa için üretilmeyen mallardan ayırmak için ilkinin meta olarak adlandırıldığını belirtelim). Alıcı içinse bu mal bir kullanım değeridir ve elindeki değişim değerini bunu almak için harcamak ister. Değerin belirlenmesinde nesnelerin nadirliğine ve alıcının öznelliğine vurgu yapan marjinal değer teorisi kronolojik olarak Marx’ın analizinden daha sonra formüle edildiği için Marx’ın bu yaklaşım üzerine bir yorumu yoktur.
Üretken bir işçi bu durumda bu değerlerin her ikisini de üretir: Hem doğada bulunan yararsız bir nesneyi insanlar için yararlı bir hale getirir, hem de ona harcadığı emek miktarı metanın değişimdeki ölçüsü olur. Marx burada ilginç bir noktaya parmak basar: Aslında kapitalizmde işgücünün kendisi de bir metadır. Tıpkı bir masa ya da otomobil gibi işgücü de sahibi – işçi – tarafından bir değişim değeri olarak görülür, yani kendisi için bir yararı yoktur ve işçi onu kapitaliste satarak başka metalar almasını sağlayacak parayı elde eder. Kapitalist içinse işgücü kullanım değerleri üretir ve hammaddenin emek ile dönüştürülerek piyasada alıcı bulmasını sağlar. Bu noktada Marx’ın sınıf analizinin temeli olan sömürü kavramı tanımlanır. Piyasadaki değişim değeri oranlarına göre yapılan takasın aksine kapitalist, işçi ile arasındaki eşitsiz güç ilişkisini kullanarak işçinin ürettiği değişim değerinin bir kısmına el koyar. Örneğin işçi günde 10 saat çalışıyorsa kapitalist ona 6 saatlik çalışmanın bedelini verir ve kalan 4 saat kapitalistin artı-değeri olur. Üretim aşamasında elde edilen bu artı-değer metanın piyasada başka metalarla değiştirilmesi sonucu gerçekleştirilir, yani kapitalistlerin karı bize görünüşte mallar piyasasında gerçekleştiriliyor gibi gelse de aslında üretim sırasında gerçekleştirilir. Artı-değer üzerindeki mücadele sınıf mücadelesinin temelidir. Marx kapitalistin artı-değer miktarını arttırmak için iki tür strateji izlediğini söyler: mutlak artı-değer ve göreli artı-değer. Mutlak artı-değer stratejisi, işçinin çalışma saatlerini arttırmayı amaçlar ve bu sayede el koyulan emek-zaman miktarı da artar. Göreli artı-değer stratejisi ise teknolojik yatırım yapılarak toplumsal olarak gerekli emeğin azaltılmasını ve emeğin üretkenliğinin arttırılmasını, bu sayede mal başına el konulan artı-değerin artışını hedefler.
Üretken olan ve olmayan emek arasındaki ayrımı tanımlarken esas olarak Sungur Savran ve E. Ahmet Tonak’ın (1999) makalesinden faydalanacağız. Üretken emeği incelerken öncelikli olarak genel olarak, yani tüm üretim biçimleri için, üretken olan emek ile kapitalist üretim tarzına özgü olan üretken emek arasında ayrım yapılır. Genel olarak tüm insan topluluklarının ortak olarak gerçekleştirdiği beş faaliyet vardır: üretim, sirkülasyon, toplumsal düzenin yeniden üretimi, kişisel ve toplumsal tüketim ile dağıtım (gelirlerin dağıtımı gibi). Dağıtım ve tüketim üretici faaliyetler olmadıkları için emek gerektirmezler. Meta formu ile para formu arasındaki bir dizi dönüşümü içeren sirkülasyon ile toplumsal düzenin yeniden üretimi, tıpkı üretim gibi emek gerektirirler. Kapitalizmde, vergi toplamayla uğraşan kamu görevlileri, banka veznedarları ve sigorta şirketleri çalışanları gibi mesleklere sahip kişiler elbette ki emek harcarlar. Fakat Marx’a göre insan toplumu için üretici olan doğada bulunan nesnelerin yararlı formlar almasıdır, yani üretici faaliyet doğa ile toplum arasında bir aracı konumundadır. Dolayısıyla Marx’ın analizinde genel olarak üretken emek toplum için kullanım değerleri üreten emektir.
Kapitalizm için üretken olan emek ise meta ve artı-değer üreten emektir. Bu emek, sermaye için artı-değer ürettiği için onun genişlemesini sağlar. Esasında sermaye artı-değerin çevrilmiş bir hali olduğu için kapitalizmde üretken emek kendi zıddını, yani sermayeyi, üreten emektir ve sermaye ile aynı öze sahip oldukları için birbirileriyle değiştirilebilirler. Artı-değer ise Marx’ta sömürü kavramı açıklanırken belirtildiği gibi doğrudan üretim sürecinde (immediate process of production) elde edilir. Dolayısıyla genel olarak üretken emek kavramı içersindeki, yani kullanım değerleri üreten, bazı faaliyetler sermaye için üretken değildirler. Kendine yeterli köylü aileleri ve genelde kadınlar tarafından gerçekleştirilen ev içi emek metalar üretmedikleri için üretken değildirler. Küçük toprak sahipleri ve zanaatkârlar meta üretirler, fakat piyasaya sundukları ürün işgüçleri değildir, yani sermaye bunlardan artı-değer elde edemez. Benzer şekilde eve iş verilmesi de hammaddeler kapitalist tarafından sağlansa bile kapitalist bir üretim biçimi ihtiva etmediği için (üretim araçlarının özel mülkiyeti kapitaliste ait olmaması vs.) artı-değer üretmez. İşgücünün doğrudan satımı bile artı-değer üretimini garantilemez. Marx, sermaye ile gelirler (revenue) arasında bir ayrım yapar. Daha önce belirtildiği gibi ancak artı-değer üreten işgücü ‘sermaye olarak para’ ile değiştirilebilir. Bu işgücü sadece kendisine verilen ‘sermaye olarak para’yı geri ödemekle kalmaz, aynı zamanda artı-değer de üretir. ‘Gelir olarak para’ tarafından ödenen işgücü ise kapitalistin özel tüketiminin bir parçasıdır. Kapitalist gelirini ya metalar alarak ya da hayatını kolaylaştırmak için işgücü satın alarak harcar. Kapitalistin tüketimine yönelik olan ev hizmetçiliği, aşçılık, bahçıvanlık, koruma görevliliği gibi mesleklere sahip olanlar sermayenin büyümesini sağlamazlar. Tam tersine sermayenin çıkarı bu giderlerin azaltılmasıdır ki üretime yönelik daha fazla para harcanabilsin. Savran ve Tonak, meta üretimi için gerekli olan ve ücretli emeğin istihdam edildiği üç sektörü (üretim, para sirkülasyonunu ve metaların stoklanmasını veya ulaşımı) incelerken sirkülasyonun genel olarak üretken emeği incelerken belirtildiği gibi doğası gereği üretken olmadığını, üretim ile stoklama ve ulaşımın ise metaların doğrudan üretimi sırasında gerekli oldukları için üretken olduğunu belirtirler.
Figür 1. Savran ve Tonak’ın (1999) Üretken olan ve olmayan Emek Ayrımı. Figürleri birleştiren David Harvie (2005).
Son olarak hizmet sektörü ve kamu çalışanlarını değerlendirirler. Hizmet sektöründe çalışanlar ‘sermaye olarak para’ üzerinden işgüçlerini satıyorlarsa ve bir meta üretiyorlarsa, yani doğanın bir parçasını bir ihtiyacı karşılamak için dönüştürüyorsa ve bu faaliyet genel olarak üretimin bir parçasıysa üretken olarak değerlendirilirler. Kamu çalışanları üç ana başlık altında değerlendirilir: Toplumsal düzenin yeniden üretimi, sosyal hizmetler ile üretim ve ulaşım sektöründeki devlet işletmeleri. İlk gruptaki çalışanlar tanım gereği üretken değildirler, çünkü doğayı insan ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dönüştürme gibi bir amaçları yoktur. Sosyal hizmetlerde çalışanlar ise sektörde emeğin organizasyonuna göre üretken olabilir ya da olmayabilirler. Bu emekçiler kullanım değeri üretirler, fakat işgüçlerini satacakları bir piyasa yoksa, ki örneğin bir çok Batı ülkesinde eğitim ve sağlık gibi sektörler tamamen devlet kontrolündeydiler, sermaye için üretken de değildirler. Üretim ve taşıma sektörlerindeki devlet firmaları ise kapitalist bir piyasada üretim yaptıkları için bunların doğrudan üretim sürecindeki çalışanlarının emekleri üretkendir.
Elbette ki bu değerlendirme üretken emeğe dair değişik yorumlardan sadece birisidir. Fakat gerek diğer yorumlara göre kronolojik olarak bugüne daha yakın bir zamanda yapılmış olmasının verdiği güncellik, gerekse de klasik Marxist düşünüş biçimini iyi bir şekilde yansıttığı için özetleme gereği duyduk. Ortaya çıkan şemada çalışanların büyük kısmının üretken olmayan emek olarak sınıflandırıldığı açıktır. David Harvie (2005) farklı yorumlara göre üretken olan ve olmayan emekçiler arasındaki oranlara örnekler verir: Fred Moseley’e göre ABD ekonomisinde1947–1977 arasında üretken olmayan/üretken işçi oranı %82 artmıştır. 1977’de ödenen maaşların nerdeyse yarısı üretken olmayan çalışanlara ödenmektedir, yani işçiler tarafından üretilen artı-değerin yarısından fazlası üretken olmayan faaliyetlere aktarılıyormuş gibidir. Anwar Shaikh ve Ahmet Tonak, ABD’de üretken olmayan işçi sayısının üretken olanlara oranla hızla arttığını ve 1980’lerde %60’ları bulduğunu belirtir. Sermayenin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Marx’ın analizinde üretken olarak tarif ettiği yerler yerine sermaye birikimini yavaşlatacak alanlara giderek artan bir miktarda yatırım yapmasının anlamsızlığı bir yana bu olguya sınıf mücadelesi açısından baktığımızda sermayenin üretken emeğe karşı uyguladığı iki stratejiyi (mutlak ve göreli artı-değer) aynı şekilde üretken olmayan emeğe karşı da uyguladığını görürüz. Örneğin bu coğrafyadaki sınıf hareketinin en önemli dinamiklerinden biri olarak görünmeye başlayan kamu emekçilerinin mücadelesi her iki tür emekçiyi de kapsamaktadır. Oysa üretkenlik ayrımı yapıldığında bu işçilerin yarısı artı-değer üretiyor, diğer yarısı da maaşlarını bu artı-değerden alıyorlar gibi görünmektedir.
Sınıf çoğu zaman karşımıza bir toplumsal eşitsizlik, yani sefalet içindeki bir çoğunluk ile müreffeh bir azınlığın var oluşu gibi gelir. Bu sınıfların görünümüne dair bir gözlemdir, fakat bize neden bir sınıfın diğerine karşı mücadele verdiğini – yani sınıf mücadelesi – açıklayamaz. Sınıflar, toplum içersindeki katmanlar değil, insanların içine girdikleri toplumsal üretim ilişkileridir. Bu ilişkiler bize; eğer emeğimizi satıyorsak bir proleter rolü, satın alınmış işgücü ve üretim araçları üstünde söz söyleyebilme hakkımız varsa bir kapitalist rolü biçer. Üretim hayatımızın büyük bir parçasını oluşturdukça ve başka toplumsal ilişkilerle bu insanlar birbirileriyle ilişkilenmeyince üretim ilişkilerinde elde edilen pozisyonlar sınıfların maddi görünümünü oluştururlar. Bu ilişkiye giren iki taraf da üretimle ortaya çıkan değerde kendi payını arttırmayı isteyeceği, yani iki tarafın çıkarları birbirine zıt olduğu için, sınıf mücadelesi doğar. Bakunin, bu eşitsiz ilişkiler ve sınıf mücadelesi üstünde analizini kurar. Onun vurgusu sınıflı toplumların genelinde insanların büyük bölümünün bir azınlığın sömürü ve tahakkümü altına girmesinedir. Mesele nüfusun bu büyük kısmının tarihsel bir iktidar bloğu ile girdiği özgül sömürü ve tahakküm ilişkilerinin onların düşünüşünü nasıl etkilediği ve iktidara göreceli yararlarından öte onu yıkabilme potansiyelleridir.
Marxist tez ise çift yönlü bir vurgu yapmaya çalışır: hem sınıf mücadelesi, hem de üretici güçlerin – geri çevrilemeyen ve durmayan – gelişmesi ile üretim ilişkilerinin çelişkileri aynı anda tarihin motoru olarak tanımlanmaya çalışılır. Sonuç kendisini çoğu zaman materyalizm adı altında uç bir yapısalcılıkta konumlandırmasıdır. Tarih, bir tür teknolojik belirlenimcilik ile anlaşılmaya başlanınca ilk olarak emekçi sınıfların mücadeleleri ve bundan çıkan deneyimler ikinci plana itilir, sonra da bu teknolojik belirlenimciliğin kavramsallaştırıcıları, yani entelektüeller, devrimci öznenin tek temsilcisi, ve zamanla parti kendisini sınıfa ikame edince devrimci öznenin kendisi oluverirler. Bu hayali dünyada entelektüeller hariç her emekçi kırılmaz bir ideolojik hegemonya altında yaşar. Hegemonya o kadar ağırdır ki deneyimlerimiz bile çarpıtılır, ekonomik ve politik olarak ikiye ayrılan mücadelelerden emekçi sınıf asla politik olanına geçemez, çünkü bu geçişin tek yolu entelektüeller tarafından üretilen ‘sosyal-demokrat’ ya da ‘komünist’ bilinçtir. Sınıfın politik kabiliyetine dair körlüğün anlamlı bir örneği Lenin’in 1905’te ilk defa karşısına çıkan İşçi Sovyetleri karşındaki şaşkınlığı ve bunların Sosyal-Demokrat Parti’nin kontrolü altında olmadıkça yararsız olacaklarını savunmasıdır. Emekçi sınıfın kendiliğinden verdiği geniş tepkiler yığını sahte veya yanlış bilinç, eğer şanslıysalar ilkel bilinç, olarak sınıflandırılır, diğer yandan da sınıfın çıkarları, sınıf hareketinden bağımsız olarak tarihin mutlak bilincine erişmeye başarmış Marx ve Lenin gibi ulu kişilerin yazılarına indirgenir. Bu düşünüş biçiminin son noktası da bu kişilerin söylemlerinin yekpare doktrinler oluşturduğunun ve bunların metinleri okunarak ‘bilimsel’ bir bakış açısı edinilebileceğidir. Bu, pratikte kendisini bilimselliğini toplumsal gerçekliğin incelenmesinden çok metin okumaya dayandırmak olarak gösterir. Lenin, politik örgütlenme üzerine yazdığı klasikleşen yapıtı Ne Yapmalı’da bu düşünce tarzını iyi bir şekilde özetler:
“İşçiler arasında sosyal-demokrat bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışardan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların iyi eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels de, burjuva aydın tabakasına mensupturlar. Tam aynı yolda, Rusya’da sosyal-demokrasinin teorik öğretisi, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak doğmuştur; devrimci sosyalist aydın tabaka arasındaki düşünce gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak doğmuştur.” (Lenin, y.y.)
Marx’ın sosyalist bir devrimin imkânına yönelik tahlili, özellikle de 1848 devrimci dalgasının yenilgisinden sonra, ilk olarak kapitalizmin zamanla kendi dışındaki üretim tarzlarını temizleyerek iktidar bloğunun sadece sermayenin çeşitli fraksiyonlarını kapsar hale gelmesinin gerekli olduğu ve bunu takiben üretici güçlerin gelişiminin zamanla kapitalist üretim ilişkileriyle çelişkiye gireceği için bir yanda burjuvazi diğer yanda proletaryanın olduğu bir arenada son kavgaların oynanmaya başlayacağı idi. Devrimci hareket içersinde bir teorisyenden çok bir eylemci olarak öne çıkan Bakunin, Marx’ın tahlilinin bu iki özelliğine de kuşkuyla yaklaşmıştır. Bakunin için devrim Marx’ın öne sürdüğü üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki gibi yapısal nedenlerden çok devrimci örgütün gücü, emekçi sınıfların iktidardan özerk hareket etme kabiliyetleri, iktidar bloğunun eşgüdüm içersinde hareket edip edememesi gibi öznel nedenlere dayanır. Dolayısıyla sosyalist devrim beklenmesi gereken yüz yıllık bir olgunlaşma sürecinin sonucu olmaktan çok her zaman gerçekleşebilir bir hal alır. Elbette ki yapısal ve öznel nedenler birbirinden bağımsız saf karşıtlar değildirler: Üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişki ‘rasyonel’ bireylerin seçimlerinden de çıkarılacağı gibi iktidar bloğunun sağlamlığı yapısal nedenlere de dayanabilir. İkinci olarak kapitalizmin diğer üretim biçimlerini temizlemesi devrimin ön koşulu olmaktan çıkar. Bakunin toplumsal devrimi saf bir kapitalizme karşı değil, feodal ve hatta köleci üretim tarzlarıyla eklemlenmiş 19. yüzyıl kapitalizmine karşı düşünüyordu. Yani devrimin öznesi yaşamlarını kendi emeklerini ya da onun ürünlerini satarak geçinen ve bir iktidar bloğuyla girdikleri eşitsiz güç ilişkileri dolayısıyla onun ekonomik gelişimini sağlamalarına rağmen kendileri devamlı olarak kendi emeklerini harcamak zorunda kalan sınıflardır.
Bu tanımın yetersiz kaldığı bir nokta kapitaliste emeğini satarak yaşayan, fakat genelde orta sınıf olarak adlandırılan sınıfsal konumlardır. Sosyolog Erik Olin Wright (1985) bu konumlara dair dört çeşit sınıflandırma çabası olduğunu belirtiyor: (1) Gerçeklik ile kutuplaşmış sınıflar teorisi arasındaki fark sadece görünüştedir, gerçekte kapitalist toplumlar kutuplaşmıştır. (2) Burjuvaziye ve proletaryaya ait olmayan bu konumlar ‘yeni’ küçük burjuvaziyi oluşturur. (3) Bu konumlar ‘profesyonel-yönetici sınıf olarak da adlandırılan yeni bir sınıftırlar. (4) Bunlar herhangi bir sınıfın içersinde yer almadıkları için ‘orta tabaka’ olarak adlandırılmalıdırlar. Wright bu tanımlamaların olumlu ve olumsuz yönlerini değerlendirdikten sonra daha açıklayıcı bir kavram ortaya atmaktadır: ‘Sınıf ilişkileri içersinde çelişkili konumlar’. Bu tez esas olarak kapitalist sınıfı tanımlayan mülkiyet edinme ve onu kullanma hakkının yapısının bölünmez ve kısmen devredilmez olmadığı, yani mülkiyetin sahipliği ile mülkiyet üzerinde karar verebilme hakkının zamanla birbirinden ayrılması üzerine kuruluyor. Wright (2005), çelişkili konumlara yol açtığını söylediği iki ayrıcı kavram ortaya atıyor: Otorite ve vasıf.
Otorite ayrımı örneğin müdür ve yöneticilerin tıpkı kapitalistler gibi üretim araçları ve işçinin emeği üzerinde – ki bu da satın alınmış bir metadır – söz söyleme hakkına sahip olmasını ifade ediyor. Yöneticiler, işçileri alıp kovabildikleri, teknolojik yatırımlar veya emek süreci üzerinde karar verici yetkilere sahip oldukları için sınıf ilişkileri içersinde bir kapitalist pozisyonu almaktadırlar. Fakat bunun yanında kapitalist gibi üretim araçlarını satma ve gelirlerini de şahsi tüketimlerine harcamak gibi hakları yoktur ve tıpkı işçiler gibi işten atılabilirler. Bu onların tam ters bir pozisyona, yani işçi pozisyonuna düşmelerine neden olur.
Diğer kavram vasıftır: Vasıflı işçiler, proleterlerin aksine emeklerinin tüm kontrolünü kapitaliste bırakmazlar ve sınırlı bir çerçevede de olsa emek sürecini denetim altında tutabilirler. Otorite kavramı, bir kısım ücretli çalışanın nasıl sınıf ilişkileri içersinde kapitalist konumuna düştüklerini açıklasa da vasıf kavramı işçilerin sadece nasıl ‘daha az proleter’ olduklarını açıklamaktadır. Tarihçi Robert Brenner ile Mark Glick (1991) Taylorizm ve Fordizm’in vasıflı işçiler üzerine etkileri şöyle değerlendirmektedirler: “[M]akinelerin kullanılması sadece artan işçi girdileri ortaya çıkarma değil, sıkça – işçi girdileri ne olursa olsun – verimliliği arttırma amaçlı olduğu için mekanizasyon sık sık yeni vasıflara gereksinim doğurur ve hatta bunun yanında yönetimin denetiminde bir zayıflamayı de beraberinde getirebilir. Kapitalist üretim tarzı, diğer her şey aynı olduğunda, insanlar yerine üretici güçte, teknik ilerlemede, makinelerde bir artış gerçekleştirme yönünde sistematik bir eğilim taşır. Bunun nedeni özgür emek göz önünde tutulursa kapitalistler ‘insani sermaye’ye yaptıkları yatırımların kazançlarını güvence altına almalarının zorluğudur: İşçiler başka bir firmaya geçebilirler. Diğer bir neden de bir kural olarak vasıflı işçilerin daha zor sömürülmesidir.” Dolayısıyla vasıf hem kapitalizmin sürekli olarak yok etmeye çalıştığı bir şeydir, yani bu özellik üzerinden yapılan ‘işçi aristokrasisi’ kavramsallaştırmalar uzun ömürlü değildir, hem de bu işçiler kendi emeklerinin sömürüsüne karşı daha hırçındırlar. Dolayısıyla vasıf kavramı üretim ilişkilerinde zıt pozisyonu dile getirmez, tersine çoğu zaman sınıfın en mücadeleci katmanlarını oluşturur.
Sonuç olarak sınıfları oluşturan üretim ve pazar ilişkilerini her zaman daha geniş bir toplumsal ilişkiler ağının parçası olarak görmeliyiz. Bu toplumsal ilişkiler ağının sınıflara ait eşitsiz siyasal güçlerle yüklü olması ve sınıflı toplumların üretim tarzlarının yapısı; toplumsal sömürüyü, tahakkümü ve hem yönetenler, hem de yönetilenler için sınıflararası ittifaklar kurulumunu gündeme getirir. Sınıf mücadelesi, emekçileri yarının iktidar partisine yöneltmesi açısından, yani Leninist manada ekonomik eylemden politik eyleme bir geçiş olarak, değil, bizzat bugün için kurucu niteliktedir. Biz anarşist-komünistler için, insan ırkının yönetici gücü bir gurubun elinde toplayan devlet aygıtı olmaksızın kendi yasalarını koyabilmesi, yani akla, vicdana ve doğaya dayanan bir insan topluluğunun kurulabilmesi, ancak ve ancak emekçi sınıfların kendi hayatlarını egemenlerin baskı ve sömürüsünden kurtarabilmek için verdikleri ve verecekleri mücadelelerin eseri olacaktır.
Kaynakça:
Brenner, R. & Glick, M. (1991). The Regulation Approach: Theory and History (Düzenleme Yaklaşımı: Teori ve Tarih). New Left Review, Sayı 188. Alındığı Yer: http://www.newleftreview.net/IssueI184.asp?Article=02
Dolgoff, S. (1998). Bakunin: Hayatı, Mücadelesi, Düşünceleri. Kaos Yayınları: İstanbul
Harvie, D. (2005). All Labour Produces Value For Capital And We All Struggle Against Value (Her Emek Sermaye İçin Değer Üretir ve Hepimiz Değere Karşı Mücadele Ediyoruz). The Commoner, Sayı 10. Alındığı yer: http://www.commoner.org.uk/10harvie.pdf
Lenin, V. İ. (y.y.). Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları. Alındığı Yer: http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html
Munck, R. (1995). Uluslararası Emek Araştırmaları. Öteki Yayınevi: Ankara
Savran, S. & Tonak, E.A. (1999). Productive And Unproductive Labour: An Attempt At Clarification And Classification (Üretken Olan Ve Olmayan Emek: Bir Aydınlatma ve Sınıflandırma Girişimi). Capital & Class, Sayı 68, 113-152.
Wright, E.O. (1985). Classes (Sınıflar). Alındığı yer: http://www.ssc.wisc.edu/~wright/SOC621/wriclasses.pdf
Wright, E.O. (2005). Foundations of a Neo-Marxist Class Analysis (Neo-Marxist bir Sınıf Analizinin Temelleri). If Class is the Question, What is the Answer? Six Approaches to Class Analysis (Eğer Soru Sınıfsa Cevap Nedir? Sınıf Analizine Altı Yaklaşım) içersinde. Alındığı yer: http://www.ssc.wisc.edu/~wright/Chapter%201%20–%20Wright%20Jan%202004.pdf
Bir yanıt yazın