1. Dünya Savaşı sırasında anarşistlerin iki yaklaşımı: Onaltılar Manifestosu ve Cevap

1.Dünya Savaşı esnasında Zimmerwald Konferansı’nın ardından yayınlanan bildiri (Yeryüzü Postası tarafından çevirilmiştir; https://www.yeryuzupostasi.org/2017/01/21/zimmerwald-uluslarasi-sosyalist-konferansi-manifestosu/) Marxist ve anarşist çevrelerde geniş tartışma yaratmıştır. Aralarında Kropotkin‘in de bulunduğu dönemin 16 anarşistinin imzasıyla 28 Şubat 1916 tarihinde “Onaltılar Manifestosu” olarak bilinen bir manifesto yayınlanmış, burada mevcut koşullarda barıştan söz edilemeyeceği söylenmiştir. Buna karşı Cenevre Anarşist Komünistler Grubu adı altında bir “Cevap” yayınlanmıştır. “Onaltılar Manifestosu” Meydan Gazetesi tarafından çevrilmiş ve yayınlanmıştır. “Cevap” ise Paul Avrich tarafından hazırlanan “Kendi Belgeleriyle Rus Devriminde Anarşistler” isimli kitabın Metis Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen kitaptan alınmıştır.

_____

Onaltılar Manifestosu

Her yerden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiği söyleniliyor. Bizler herkesten çok ve uzun süredir, gazetelerimizde, halkların aralarındaki savaşa ve imparatorluğun ya da cumhuriyetçiliğin maskesi altında gülünç duruma düşen militarizme karşıyız. Ayrıca tartışılan barış esasları, Avrupalı işçiler tarafından evrensel bir kongre sonrası belirlenseydi memnun olurduk. Üstelik Alman halkı Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, bu halkın aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı.

Aslında Alman işçilerin gruplarında en az çalışan Almanlar, çok veya az ilerlemiş olanlar, şimdi anlamak zorundalardır ki Fransa’nın, Belçika’nın ve Rusya’nın bu istila planları çok önceden hazırlanmıştır ve eğer savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeni uluslararası ilişkilerin daha elverişli olmaması ve de askeri güçlerin Almanya’ya yeterince zafer vaat edememesidir ( tamamlanacak olan stratejik hatlar, Kiel Kanalı’nın genişletilmesi, mükemmelleştirilmesi gereken büyük kuşatma topları). Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordularının istilalarının savunulacak olmadığı görülmelidir. Daha bile önemli olarak farkında olunmalıdır ki, fethedilen yerlere katılıp katılmamayı dile getirmek, her bölgenin halkına düşmektedir (Fransa, Avusturya-Macaristan yenilgisi sonrasında, 1859’da farkına varmıştır).

Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız ve zaten zayıf bir azınlık olan sosyal demokratların anladığı gibi anlamaya başlasalardı, barışla ilgili tartışmaların başlayabilmesi adına ortak bir zemin bulunabilirdi. Fakat ilhak etmeyi kesinlikle reddettiklerini bildirmeleri ya da onayladıklarını bildirmeleri; böylece istilacı ülkeler üzerinde vergi alma hakkından vazgeçmeleri, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına varmaları ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirmek istememelilerdir. Ne yazık ki günümüze kadar Alman halkında bir uyanış belirtisi göremiyoruz.

Zimmerwald Konferansı hakkında konuştuk fakat bu konferansta eksik olan temel, Alman işçilerin tanıtımıydı. Yaşamın Almanya’da pahalı olmasından kaynaklı birçok ayaklanma olayları görmekteyiz. Ama bu ayaklanmaların büyük savaşlarla sürelerini etkilemeden paralellik gösterdiğini unutuyoruz.

Bu zamanlarda Alman hükümeti tarafından alınan hükümler, yeni saldırıların ilkbahar dönüşüne hazırlandığını kanıtlamaktadır. Ama nasıl ki müttefiklerin ilkbaharda yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halkların arasında geçimsizlik ekmeye çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir araç kullanmakta, yalnızca orduların ve ordu sahiplerinin karşı koyabileceği gelecek barış söylentilerini yaymaktadır. Bülow ve sekreterleri İsviçre’de kaldıkları son günlerde, bu uygulamaya tabii tutulmuştur.

Ama hangi koşullar altında barışın bitirilmesini öneriyor?

Neue Zuercher Zeitung’a göre -ki buna resmi gazete olan Nord-deutsche Zeitung da karşı çıkmıyor- Belçika’nın büyük bir kısmı boşaltılacak, ama bir şartla: Ağustos 1914’te olduğu gibi Alman askerlerinin geçişinin engellenmeyeceğine dair sözler verilmesi gerekiyor. Peki, bu sözler ne olacak? Belçika’daki kömür madenleri? Kongo? Kimse söylemiyor. Ama yıllık büyük bir katkıda bulunulması, şimdiden arz ediliyor. Fransa’da fethedilen topraklar geri verilecek ki buna Lorraine’in Fransızca konuşulan kısmı da dâhil. Ama karşılığında, Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. Kendi emekleriyle oldukça zengin bir hale getirdikleri on bölüm için 18 milyar verilecek, ama bu bölümler kendilerine harap edilmiş bir şekilde geri verilecek.

Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, bir olgu kesin: Burjuva basını ülkeyi, Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkma kapasitesine ait herhangi bir güç yok. Bu “fetih”e karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler kendilerinin emperyalist ateşi tarafından yönetilmesine izin verirken, hükümetin barışla ilgili kararları üstünde herhangi bir etkiye sahip olmak için fazla zayıf olan sosyal demokrat partisi -bütün bir kitleyi temsil etse dahi- kendisini bu konuda ikiye ayrılmış buluyor ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman İmparatorluğu, 18 aydır ordularının Paris’ten 90 kilometre uzakta olduğunun bilinci ve yeni fetihler hayal eden Alman halkının desteğiyle birlikte neden çoktan yapılan fetihlerden bir çıkar elde edemeyeceğini göremiyor. Kendisini istediği zaman Fransa’ya saldırabilmesi, kolonilerini ve öbür bölgelerini alabilmesi ve direnişinden artık korkmamasını sağlayacak yeni silahları alabilmesi için yeni milyarlarını kullanabileceği barış koşullarını dikte edecek kudrette buluyor.

Şu noktada barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa alet olmak olur. Bize gelince, biz kesinlikle bazı yoldaşlarımızın Almanya’nın kaderini yönetenlerin barışçıl eğilimlerine dair sahip olduğu illüzyonları paylaşmayı reddediyoruz. Biz tehlikenin direk yüzüne bakmayı tercih ediyoruz ve bu tehlikeyi engellemek için ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Tehlikeyi görmezden gelmek, onu arttırmak demektir.

Alman saldırısının yalnızca kurtuluşa dair ümitlerimize karşı bir tehdit olmakla kalmayıp, bütün insan evrimine karşı da bir tehdit olduğunun fazlasıyla farkındayız. Bundan ötürüdür ki bizler, anarşistler, anti-militaristler, savaş düşmanları, barışın ve kardeşliğin tutkulu savunucuları olarak direnişten yanayız ve bu yüzdendir ki kendimizi, kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayırmak zorunda hissetmedik. Bu halkın müdafaasını kendi ellerine alıp ilgilenmesini görmeyi tercih ettiğimiz gerçeği üstünde durmanın, gerekli olmadığı kanısındayız. Bunun imkânsız olmasıyla beraber, değiştirilemeyecek olanın acısını çekmek dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddia ediyoruz ki, Alman halkı en mantıklı kavramlar olan hak ve adalete geri dönerek Pangermanist politik hâkimiyetin projelerinin enstrümanı olmayı reddetmediği sürece, barış söz konusu bile olamaz. Şüphesiz, savaşa, cinayetlere rağmen, bizler enternasyonalist olduğumuzu ve halkların birleşimi ile sınırların yok olmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ama biz halkların (Alman halkı dâhil) uzlaşmasını istediğimizden ötürüdür ki, özgürlüğe dair tüm ümitlerimizin mahvoluşunu temsil edecek bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz.

45 yıl boyunca Avrupa’yı uçsuz bucaksız ve sağlamlaştırılmış bir kamp haline getiren bir parti kendi koşullarını dikte edebiliyorken, barıştan bahsetmek bizlerin yapabileceği en büyük hata olur. Direnmek ve onun planlarını alaşağı etmek, aklı yerinde olan Alman halkına yolu açmak ve bu partiden kurtulmasını sağlamak için gerekli olanları tedarik etmektir. Alman yoldaşlarımız bilsinler ki, bu iki taraf için de avantajlı olan tek sonuçtur ve bizler kendileriyle işbirliği yapmak için hazırız.

28 Şubat 1916

Olaylardan sonra yayımlanan bu bildiri, Fransa ve yabancı basında yayınlanacağından dolayı ancak on beş yoldaşımız bu bildiriyi onaylamıştır: Christian Cornelissen, Henri Fuss, Jean Grave, Jacques Guérin, Pierre Kropotkine, A. Laisant. F. Le Lève (Lorient), Charles Malato, Jules Moineau (Liège), A. Orfila, Hussein Dey (Cezayir), M. Pierrot, Paul Reclus, Richard (Cezayir), Tchikawa (Japonya), W. Tcherkesoff.

_____

Cevap – Cenevre Anarşist Komünistler Grubu

Şubat 1916’da aralarında Kropotkin’in de olduğu bir grup anarşistin yayınladığı  1. Dünya savaşında İtilaf devletlerini destekleyen “Onaltılar Manifestosu”na cevaben Cenevre Anarşist Komünistler Grubu Ağustos 2016’da “Cevap” başlığıyla bir bildiri yayınladı. Yazı Paul Arvrich tarafından hazırlanan “Kendi Belgeleriyle Rus Devriminde Anarşistler” isimli kitabın Metis Yayınları tarafından basılan Türkçe baskısından alınmışıtr.

Bu amansız savaşın;İ insanlığın daha önce asla yaşamadığı, milyonlarca isimsiz mezar, milyonlarca isimsiz mezar, milyonlarca saka, milyonlarca dul ve yetim bırakan bu savaşın başlamasından bu yana hemen hemen iki yıl geçti. Milyarlık değerler, insan emeğinin uzun yıllarının ürünleri ateşe atılmış, dipsiz bir uçurum tarafından yutulmuştur. Muazzam acılar, amansız kederler, insanlığın derin bir umutsuzluğa yuvarlanması – sonuç işte bunlar…

Umutsuzluk çığlıklarının – “Bu kadar kan dökmek yeter! Bu yıkım yeter!”- her yerden işitildiği bir sırada, yakınlarda yayımladıkları manifestolarında “Hayır, henüz az kan dökülmüş, az yıkım yapılmıştır. Barıştan söz etmek için daha çok erken!” diyen eski yoldaşlarımıza; P. Kropotkin, J. Grave, C. Cornelissen, P. Reclus, C. Malato’ya ve böyle diyen başka anarşist ve anti-militaristlere derin bir üzüntüyle bakıyoruz.

Onlar hangi ilkeler adına,hangi amaçlar uğruna kardeş katilliğinin zorunlu olduğunu ilan etmeyi mümkün görmüşlerdir? Barışın bu tutkulu taraftarlarının silahlı çatışmanın savunucuları durumuna gelmesine yol açan nedir? Bu bizler için bütünüyle kavranılamaz bir şey olarak kalıyor; çünkü manifestoları okunduğunda, onların adına savaşın sürdürülmesini talep ettikleri idealin zavallılığı insanı sarsmaktadır.

Manifestonun yazarları bu savaştaki suçlu tarafın Belçika’yı ve Fransa’nın kuzeyini ilahak etmeyi amaçlamış, Fransa’dan ağır tazminatlar istemiş ve onun sömürgelerini gelecekte ele geçirmeyi kurmuş olan Almanya olduğunu ilan etmektedirler. Almanya halkını, kendi hükümetine boyun eğdiği için kınamakta ve Alman nüfus, kendi yöneticilerinin istilacı planlarını reddetmediği sürece, barıştan söz edilemeyeceğini bildirmektedirler.

Bütün bu manifestoya açık bir İtilaf tarafgirliği nüfuz etmiştir. Demokratik rejimlerin tartışmalı üstünlüğünün kabaca abartılmasından doğan bu tarafgirlik, manifesto yazarlarını, Müttefik güçlerini ciddi olarak tehlikeye atan çok şey konusunda sessiz kalmaya, savaşan tarafların özdeş eylemlerini değerlendirmekte  farklı ölçütler kullanmaya ve sonunda, halkın isteklerini onları köleleştirmiş olan hükümetlerin istekleriyle karıştırmaya itmiştir.

Manifestoya imza atanlar Almayan hükümetini bu savaştaki suçlu olarak görüyorlar. Ama, tüm büyük güçlerin uzun zamandır bir Avrupa savaşına hazırlanmış oldukları da pek büyük bri sır değildir. Ve yalnızca bir savunma savaşına, yalnzıca bir Alman istilasına karşı kendilerini korumaya değil… Onlar daha çok bir fetih savaşına, yeni topraklar fethetmeye ve komşuları üzerinde ekonomik tahakküm kurmaya hazırlanıyorlardı. Denizlerdeki Alman rekabetini ortadan kaldırmak, İngiltere’nin tutkun bir hülyası olmamış mıdır? Rusya’nın Boğaz kıyılarına sahip olma isteğinin, herkes çok iyi farkında değil midir? Rusya aç gözlerini Galiçya’ya çevirmiş değil midir? Fransa büyük bir sömürgecei güç olma hülyasından vageçmiş midir?

Tüm devletler savaşa hazırlanıyorlardı. Ve eğer savaş 1914’ten önce patlamadıysa, bunun tek nedeni Alman Kiel Kanalı’nın henüz genişletilmemeiş, İngiliz filosunun yapımının henüz tamamlanmamış, Fransız ordusunun henüz yetkinleşmemeiş, Rusya’da da yeni tümenlerin henüz yaratılmamaış olmasıydı. Örgütlenme becerileriyle, Almanya’nın taçlı korsanları öbürlerinden daha erken hazırlıklarını yapmış ve Avrupa’yı ateşler içine atmaya öbürlerinden önce karar vermişlerse bu; İngiltere, Rusya ve öbür devletlerin taçlı korsanlarının, militarizm sunağında kurman edilen çok sayıda kişiden ötürü taşıdığı sorumluluğu hiç de azaltmaz.

Manifestonun yazarları, Almanya’nın işgal ettiği toprakları, buralarda yaşayan halkın onayı olmasızın, olasu ilhakını protesto ediyorlar. Peki ama İngiltere’nin savaş sırasında ve Mısır nüfusunun onayı olmaksızın çoktan gerçekleştirdiği bir ilhakı, yani Mısır’ın ilhak edilmesini neden protesto etmiyorlar? Neden köleci İngiltere’ye karşı işçileri ayaklanmaya çağıran bir manifesto çıkarmıyorlar? Böyle bir eylem bu Anarko-Militaristler’in ayakları altındaki halıyı çekeceği için, değil mi? Çünkü o zaman, bu savaşın özgürlüğe eşit ölçüde karşı olan iki yağmacı grup arasındaki bir savaş olduğunu da açıkça ve net olarak söylemek zorunda kalmayacaklar mı?

Manifestonun yazarları şimdi barıştan söz etmenin, komşu devletlerin Almanya tarafından istila edilmesini, yani tüm kurtuluş umutlarını, tüm insani ilerleme umutlarını tehdit eden bir istilayı hazrlayan Alman savaş partisinin planlarını teşvik etmek olacağından emindirler.  Ne var ki biz, tüm kurtuluş umutlarıa ve tüm insani ilerleme umutlarına karşı bir tehlike oluşturan şeyin Alman istilası değil, bir bütün olarak savaş olduğuna ve bunun sorumluluğunun da, doğrudan ya da dolaylı olarak bunda yer alan tüm devletlere, eşit bir şekilde düştüğüne inanıyoruz. Ve biz halkı, yalnızca Alman hükümetine karşı mücadeleye değil, kendi köleleştiricilerinin tümüne karşı ayaklanmaya çağırıyoruz. Barış ve ekmek isteyen Alman kadınların Reichstag binasındaki gösterisini olumlu buluyoruz. Sağlıklı ve katışıksız olan her şey, kendisini, şimdilik zayıf olan bu protestolarda ortaya koymaktadır. Tüm ülkeler çalışanlarını güçlü protestolara, bir halk ayaklanmasına çağırıyoruz; çünkü ancak böylesi araçlarla insanlığın yeniden ayağa kakmasını umabiliriz, savaşın sürmesiyle değil. Manifestonun yazarları yalnızca Alman halkını başkaldırmaya çağırırlarken, öte yandan, Müttefik devletler halklarını siperlere çağırıyorlar. Tutarlı olsunlar ve hem anti-militarizmi, hem de devrimi reddetsinler. Fransa’daki anti-militarizm ya da Rusya’daki yahut İngiltere’deki devrimci mayalanma ancak Almanya’ya yarayacaktır. Ve Almanya dışındaki bir anti-militarizm ya da devrim, Alman savaş partisinin planlarını daha da ilerletecektir. Oysa, Kropotkin’in yaptığı tam da budur. Onun, savaştan önce bile, Fransa’da üç yıllık askeri hizmet getiren yasaya karşı mücadeleye karşı olduğunu dehşetle öğrenmiş bulunuyoruz.

Manifestonun yazarları yalnızca bu savaşta değil, tüm savaşlarda – salt biçimsel anlamda –  sözüm ona daha büyük ya da daha küçük ölçüde bir suçlunun bulunabileceğini ve savaşan taraflar arasında da, her zaman, daha fazla ya da daha az demokrasi olacağını gerçekten anlayamıyorlar mı? Böylece onlar hep daha az suçlu olana, kendini savunma çağrısını yapacaklardır; bu utanç verici sloganın köleleri olarak kalacaklardır her zaman: “Top imal edin ve cepheye sürün!”

Şimdi bile, ilerleme ve Alman tehditi konusundaki genel laflardan bir Alman zaferinin olası sonuçları konusundaki somut açıklamalara kayarlarken dahi, yalnızca, Almanya’nın Fransa’nın sömürgelerini alabileceği ve komşusunu, ticari anlaşmalar örtüsü altında, ekonomik bir köle durumna indirebileceği endişesini besliyorlar. Ve bütün bunlardan sonra da, Kropotkin ile manifestonun öbür yazarları kalkıp kendilerinin eskisi gibi anarşist ve anti-militarist olduklarını ilan ediyorlar. Halkı savaşa çağıranlar ne anarşist, ne de anti-militarist olabilirler. Onlar çalışan insanlara yabancı olan bir davayı savunuyorlar. İşçiyi, kurtuluşu uğruna değil, ilerici ulusal kapitalizmin ve devletin şanı uğruna ateş altına sokacaklardır. Anarşizmin ruhunu parçalayıp, bu parçaları militarizmin uşaklarına atacaklardır.

Ne var ki, biz konumumuzu koruyoruz. Dünya işçilerine kendi dolaysız düşmanlarına; önderleri kim olursa olsun – ister Alman İmparatoru, ister Türk sultanı, ister Rus çarı, ister Fransa başkanı – bu düşmanlara saldırmaya çağırıyoruz. Biliyoruz ki emeğin irade ve bilincini yozlaştırma sorununda, demokrasi ile otokrasi birbirlerinden geri kalmazlar. Kabul edilebilir ya da kabul edilemez savaşlar arasında bir ayrım yapmıyoruz. Bizim için, yalnızca tek bir savaş vardır: Kapitalizme ve savunucularına karşı toplumsal savaş. Bu utanç verici manifetonun yazarlarının reddetmiş olduğu eski sloganlarımızı yineliyoruz:

Kahrolsun savaş

Kahrolsun otoritenin ve sermayenin yönetimi

Yaşasın özgür halkların kardeşliği

Cenevre Anarşist Komünistler Grubu

“Otvet, Svobode (Cenevre), Mayıs 1917, İlk kez 1916 Ağustosu’nda yayınlandı


Yorumlar

“1. Dünya Savaşı sırasında anarşistlerin iki yaklaşımı: Onaltılar Manifestosu ve Cevap” için 2 yanıt

  1. […] Onaltılar Manifestosu ve Cevap […]

  2. […] Kropotkin‘in de bulunduğu dönemin 16 anarşistinin imzasıyla 28 Şubat 1916 tarihinde “Onaltılar Manifestosu” olarak bilinen manifesto yayınlanmış, burada mevcut koşullarda barıştan söz edilemeyeceği […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir