İlk olarak 24 Eyl 2013 tarihinde servetdusmani.org internet sitesinde yayınlanmıştır.
Servet Düşmanı’nda daha önce yayınlanan yazıda, Silvia Federici ve Maria Mies’in kitaplarını vesile ederek, ortalama gündelik sosyalist/komünist/sınıf mücadeleci anarşist algıdaki kimi kavramları tartışmaya çalışmıştık. Zira her ne kadar akademik olarak gerek marksizm, gerekse de toplumsal anarşizm konusunda büyük bir teorik birikim sağlanmışsa da, bu birikim popüler bir düşünce temeli olmaktan hala çok uzak. Kendini reel sosyalizmin teorik ve pratik mirasından ayırmaya çalışan birçok sosyalist/komünist, gündelik hayatta içlerinde hareket ettikleri direniş ve mücadeleri düşünürken/hayal ederken; halen o mirasın varsayımlarından, çağrışımlarından ve imgelerinden
faydalanıyor. Bu varsayımları elde tuttuktan sonra ise geriye kalan tek yol çoğunlukla, o mirasın içerdiği siyasallığın daha “demokratik”, daha toplumsal hareketlere “duyarlı” biçimlere uyarlanması oluyor. Fakat bu varsayımlar ile onlara eklenen “daha duyarlı” biçimler arasında çoğu zaman uzlaşmaz çelişkiler, uyumsuzluklar, kendi kendisiyle kavgalı bir söylem ve pratik ortaya çıkıyor. Bu sıkıntı, çoğu zaman ya kendi söylediğine inanmayan ya da söylediği her şeye inandığını düşünerek oradan oraya savrulan bir tarz olarak kendisini gösteriyor.
Burada ifade edilmeye çalışılan pek tabii ki, pürüzsüz, bütünleşik, kendi üstüne tam uyan bir teorik imkansız çaba değil; daha çok, geçmiş her türlü eşitlikçi/özgürlükçü deneyimle kurulan ilişkinin, basit bir toplama işlemine denk olmadığına dair bir inanç. Bunun basit örneklerini (çoğu zaman sadece ekonomik çıktıyı dikkate alan) kalkınmacı politik perspektif ile “daha fazla üretim”ciliği karşısına alan ekolojik hareketi bir arada sürdürmeye çalışan veya feminist perspektifi önemsediğini ifade eden ama pratikte emek hakkında konuşurken çoğu zaman sadece fabrikadaki erkeklerin ihtiyacını soyutlayıp, genelleştiren hareketlerde görebiliyoruz. Bu yazıda, daha önceki yazıda basit bir şekilde açılmaya çalışılan kapitalizmin sürekli bir dinamiği olarak ilkel birikim süreci, kapitalizmin sınıf içi ayrımları silmek yerine katılaştırması, bu ayrımları birbirinin karşısına dikmesi ve bunun en açık örneği olarak ev içi emeğin görünmezleştirilmesi, doğallaştırılmasında asli bir belirleyen olan “iş ve çalışmak” konusuna giriş yapılacak. Her ne kadar 1. Enternasyonal üyelerinden P. Laforgue’in “Tembellik Hakkı” kitabı kimi zaman dikkate alınsa da, en genel adıyla anti kapitalist mücadele, çoğunlukla çalışma hakkının, “çalışanın” siyasal temsilcisi olarak toplumsal alana katılıyor. Özellikle kapitalizm öncesi eşitlikçi mücadelelerin bir mirası olan “tembel ve asalak” egemenlere karşıtlık, kapitalizmin ortaya çıkışı sonrası birçok işçi mücadelesinin de temel ufkuydu. Tembel ve asalak burjuvalardan kurtulduktan sonra, işin sosyalist/demokratik/doğrudan “yönetimi” kapitalizmi ortadan kaldıracaktı. Bu talebin kendini gerçekleştirmeye muktedir olduğu coğrafyalı zamanlarda ortaya çıkan deneyim, bu talebin camdan attığının tekrar kapıdan alınması olduğunu gösteriyor. Zira “iş” yani üretim sürecinin diğer insani faaliyetlerden ayrılarak, ancak metalaşarak, ölçülerek biçilerek soyut emek haline dönüştüğü, toplumsal ilişkilenme biçimleri kendilerini yeniden üretebildiği sürece, sermayenin kendi cisimleşmesini burjuvada veya bürokratlarda veya (belki de) işçi kooperatifinde bulması çok büyük bir farklılık oluşturmayacaktı. Bu farklılığın olmadığı ifadesi, bir tür soyut hakkın savunusundan ziyade, tam da o yönetim altındaki fabrikaların, atölyelerin işçilerinin mücadelesinden ve deneyiminden hareket ediyor. Hangi ulvi gerekçeyle olursa olsun iş saatleri her uzadığında, yapılan iş her yoğunlaştığında; bunlara karşı bireysel (işi yavaşlatma, temposunu bozma, hasta olmak vs) ve kolektif (grev, sabotaj, dernek/sendika gibi aygıt yaratma v.b.) direnişi gösterenler yine işçiler oluyordu. (Beyaz, yeşil, kızıl) Sermayenin bakış açısından sadece bir maliyet olan ve yönetilmesi dolayısıyla itaati sağlanması gereken, emek gücüne indirgenmeye çalışılan işçiler (sadece fabrikadaki güvenceliler değil pek tabi, (veya çalışmayan, marjinal sektörlerin güvencesiz kayıtsız göçmenler, öğrenciler, kadınlar) bu indirgemeye karşı mücadele etmekteydi. Bu mücadeleyi ve mücadeleye imkan sağlayan arzuyu, deneyimi yoksayan bir toplumsal kurtuluş perspektifi ise, “iş”in ve dolayısıyla işçilerin sadece nasıl yönetileceğine dair bir dertten ibaret oluyordu. Fabrika/atölye/büro içi mücadeleyi sadece iş hukuku bağlamında bir sorun olarak gören ve onu ekonomizm altında darlaştıran, onu sadece politik akla geçiş için bir aşama gören anlayış; ekonomi ve politika burjuva ayrımını ideolojik olarak yeniden üretirken, pratikte işçilerin gündelik mücadeleleri kendi politik programlarına bağlanmadığı sürece o mücadeleleri küçümseyen ve onu önemsizleştiren bir siyaset tarzına da yol açıyordu. Oysa işçilerin sadece işyeri ile sınırlı kalmayan, sermayenin işçiyi sadece çıplak emek gücü olarak üretme ve yeniden üretme çabasını aşma, o indirgenmeye çalışıldıkları “şey”den çıkma mücadeleleri; çoğu zaman kendi içinde burjuva bir ayrım olan politika – ekonomi ayrımını aşmak için önemli bir imkan taşıyor.
Kapitalizmin kendini genişletmesi ve derinleştirmesi anlamına gelen “iş”e, çalışma hakkı kapsamında (pratikte sadece işten atmaların yasaklanmasına yoğunlaşan bakış) yaklaşmak; bir yüzyıl önce çoğu komünist ve anarşistin “üretim araçlarının geliştirilmesi” hedefini sorgulamaksızın kabul etmelerindeki hataya yol açacaktır. Güvencesizlik ile borçlara batmışlığın oluşturduğu toplumsal bağlam içinde, bugün iş’i sorunsallaştırmak, onun yokedilmesini konuşmak iddialı ve lüks bir tartışma olarak gözükse de bu arzunun, farklı şekillerde gündelik politikaya tercüme edilebileceğini düşünüyoruz. Zira iş’in yokedilmesi perspektifi, tam da kapitalizmin kurucu ve doğallaştırıcı fiillerinden biri olan emeğin metalaş(tırıl)ması sürecini ortadan kaldırmayı merkeze alır. Burjuvazinin ve onun entelektüellerinin vaaz ettiği gibi, hareketsizliği ve asalaklığı değil; eyleme gücümüzü yeniden ve birbirimize düşman olmayacak şekilde kazanmak anlamına gelen unutulmuş ve bastırılmış bu perspektifi yeniden canlandırmak, güvencesizliğin norm haline geldiği bir dönemde, güvencesizlik üzerinden yaratılan mahkumiyeti sorgulamak, onu parçalamak konusunda ücrete mahkum olmuşların arzularını uyandırmada, onları mücadeleye sevketmede önemli bir işlev görebilir.
Servet Düşmanı’nda daha önce yayınlanan yazıda, Silvia Federici ve Maria Mies’in kitaplarını vesile ederek, ortalama gündelik sosyalist/komünist/sınıf mücadeleci anarşist algıdaki kimi kavramları tartışmaya çalışmıştık. Zira her ne kadar akademik olarak gerek marksizm, gerekse de toplumsal anarşizm konusunda büyük bir teorik birikim sağlanmışsa da, bu birikim popüler bir düşünce temeli olmaktan hala çok uzak. Kendini reel sosyalizmin teorik ve pratik mirasından ayırmaya çalışan birçok sosyalist/komünist, gündelik hayatta içlerinde hareket ettikleri direniş ve mücadeleri düşünürken/hayal ederken; halen o mirasın varsayımlarından, çağrışımlarından ve imgelerinden
faydalanıyor. Bu varsayımları elde tuttuktan sonra ise geriye kalan tek yol çoğunlukla, o mirasın içerdiği siyasallığın daha “demokratik”, daha toplumsal hareketlere “duyarlı” biçimlere uyarlanması oluyor. Fakat bu varsayımlar ile onlara eklenen “daha duyarlı” biçimler arasında çoğu zaman uzlaşmaz çelişkiler, uyumsuzluklar, kendi kendisiyle kavgalı bir söylem ve pratik ortaya çıkıyor. Bu sıkıntı, çoğu zaman ya kendi söylediğine inanmayan ya da söylediği her şeye inandığını düşünerek oradan oraya savrulan bir tarz olarak kendisini gösteriyor.
Burada ifade edilmeye çalışılan pek tabii ki, pürüzsüz, bütünleşik, kendi üstüne tam uyan bir teorik imkansız çaba değil; daha çok, geçmiş her türlü eşitlikçi/özgürlükçü deneyimle kurulan ilişkinin, basit bir toplama işlemine denk olmadığına dair bir inanç. Bunun basit örneklerini (çoğu zaman sadece ekonomik çıktıyı dikkate alan) kalkınmacı politik perspektif ile “daha fazla üretim”ciliği karşısına alan ekolojik hareketi bir arada sürdürmeye çalışan veya feminist perspektifi önemsediğini ifade eden ama pratikte emek hakkında konuşurken çoğu zaman sadece fabrikadaki erkeklerin ihtiyacını soyutlayıp, genelleştiren hareketlerde görebiliyoruz. Bu yazıda, daha önceki yazıda basit bir şekilde açılmaya çalışılan kapitalizmin sürekli bir dinamiği olarak ilkel birikim süreci, kapitalizmin sınıf içi ayrımları silmek yerine katılaştırması, bu ayrımları birbirinin karşısına dikmesi ve bunun en açık örneği olarak ev içi emeğin görünmezleştirilmesi, doğallaştırılmasında asli bir belirleyen olan “iş ve çalışmak” konusuna giriş yapılacak. Her ne kadar 1. Enternasyonal üyelerinden P. Laforgue’in “Tembellik Hakkı” kitabı kimi zaman dikkate alınsa da, en genel adıyla anti kapitalist mücadele, çoğunlukla çalışma hakkının, “çalışanın” siyasal temsilcisi olarak toplumsal alana katılıyor. Özellikle kapitalizm öncesi eşitlikçi mücadelelerin bir mirası olan “tembel ve asalak” egemenlere karşıtlık, kapitalizmin ortaya çıkışı sonrası birçok işçi mücadelesinin de temel ufkuydu. Tembel ve asalak burjuvalardan kurtulduktan sonra, işin sosyalist/demokratik/doğrudan “yönetimi” kapitalizmi ortadan kaldıracaktı. Bu talebin kendini gerçekleştirmeye muktedir olduğu coğrafyalı zamanlarda ortaya çıkan deneyim, bu talebin camdan attığının tekrar kapıdan alınması olduğunu gösteriyor. Zira “iş” yani üretim sürecinin diğer insani faaliyetlerden ayrılarak, ancak metalaşarak, ölçülerek biçilerek soyut emek haline dönüştüğü, toplumsal ilişkilenme biçimleri kendilerini yeniden üretebildiği sürece, sermayenin kendi cisimleşmesini burjuvada veya bürokratlarda veya (belki de) işçi kooperatifinde bulması çok büyük bir farklılık oluşturmayacaktı. Bu farklılığın olmadığı ifadesi, bir tür soyut hakkın savunusundan ziyade, tam da o yönetim altındaki fabrikaların, atölyelerin işçilerinin mücadelesinden ve deneyiminden hareket ediyor. Hangi ulvi gerekçeyle olursa olsun iş saatleri her uzadığında, yapılan iş her yoğunlaştığında; bunlara karşı bireysel (işi yavaşlatma, temposunu bozma, hasta olmak vs) ve kolektif (grev, sabotaj, dernek/sendika gibi aygıt yaratma v.b.) direnişi gösterenler yine işçiler oluyordu. (Beyaz, yeşil, kızıl) Sermayenin bakış açısından sadece bir maliyet olan ve yönetilmesi dolayısıyla itaati sağlanması gereken, emek gücüne indirgenmeye çalışılan işçiler (sadece fabrikadaki güvenceliler değil pek tabi, (veya çalışmayan, marjinal sektörlerin güvencesiz kayıtsız göçmenler, öğrenciler, kadınlar) bu indirgemeye karşı mücadele etmekteydi. Bu mücadeleyi ve mücadeleye imkan sağlayan arzuyu, deneyimi yoksayan bir toplumsal kurtuluş perspektifi ise, “iş”in ve dolayısıyla işçilerin sadece nasıl yönetileceğine dair bir dertten ibaret oluyordu. Fabrika/atölye/büro içi mücadeleyi sadece iş hukuku bağlamında bir sorun olarak gören ve onu ekonomizm altında darlaştıran, onu sadece politik akla geçiş için bir aşama gören anlayış; ekonomi ve politika burjuva ayrımını ideolojik olarak yeniden üretirken, pratikte işçilerin gündelik mücadeleleri kendi politik programlarına bağlanmadığı sürece o mücadeleleri küçümseyen ve onu önemsizleştiren bir siyaset tarzına da yol açıyordu. Oysa işçilerin sadece işyeri ile sınırlı kalmayan, sermayenin işçiyi sadece çıplak emek gücü olarak üretme ve yeniden üretme çabasını aşma, o indirgenmeye çalışıldıkları “şey”den çıkma mücadeleleri; çoğu zaman kendi içinde burjuva bir ayrım olan politika – ekonomi ayrımını aşmak için önemli bir imkan taşıyor.
Kapitalizmin kendini genişletmesi ve derinleştirmesi anlamına gelen “iş”e, çalışma hakkı kapsamında (pratikte sadece işten atmaların yasaklanmasına yoğunlaşan bakış) yaklaşmak; bir yüzyıl önce çoğu komünist ve anarşistin “üretim araçlarının geliştirilmesi” hedefini sorgulamaksızın kabul etmelerindeki hataya yol açacaktır. Güvencesizlik ile borçlara batmışlığın oluşturduğu toplumsal bağlam içinde, bugün iş’i sorunsallaştırmak, onun yokedilmesini konuşmak iddialı ve lüks bir tartışma olarak gözükse de bu arzunun, farklı şekillerde gündelik politikaya tercüme edilebileceğini düşünüyoruz. Zira iş’in yokedilmesi perspektifi, tam da kapitalizmin kurucu ve doğallaştırıcı fiillerinden biri olan emeğin metalaş(tırıl)ması sürecini ortadan kaldırmayı merkeze alır. Burjuvazinin ve onun entelektüellerinin vaaz ettiği gibi, hareketsizliği ve asalaklığı değil; eyleme gücümüzü yeniden ve birbirimize düşman olmayacak şekilde kazanmak anlamına gelen unutulmuş ve bastırılmış bu perspektifi yeniden canlandırmak, güvencesizliğin norm haline geldiği bir dönemde, güvencesizlik üzerinden yaratılan mahkumiyeti sorgulamak, onu parçalamak konusunda ücrete mahkum olmuşların arzularını uyandırmada, onları mücadeleye sevketmede önemli bir işlev görebilir.
Bir yanıt yazın