İlk olarak 22 Aralık 2015 tarihinde servetdusmani.org internet sitesinde yayınlanmıştır.
Faşizmi, Martinikli devrimci şair Aime Cesaire sömürgelerde uygulanan toplumsal rejimin Batı Avrupa’ya gelmesi olarak tarif etmişti. Paris’te yapılan Işid saldırısını düşünürken ilk akla gelmesi gereken tariflerden biriydi. Bugün dünya çapında görünür hale gelen ve bizim de daha yoğun deneyimlemeye başladığımız iç güvenlik/savaş rejiminin emareleri çoktandır küresel güney ülkelerinde görülebiliyordu. Kuzey Kürdistan’da devletin askerileştirilmiş polise ağırlık vererek öz yönetimlere saldırısı, sadece 1990lara dönmekle açıklanamayacak bir durum. Gittikçe askeri hale gelen iç güvenlik aygıtları ile paramiliter çeteler, yönetimde sağ veya sol hükümetlerin olmasına bakmadan, Güney Amerika’da uzun bir zamandır bir eğilim olarak güçleniyor. Apartheid sonrası dönemde iktidara eşitlik vaadi ile gelen dünyanın en özgürlükçü anayasalarından birine sahip Güney Afrika’daki Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nin geldiği noktayı özetleyen de yine bir katliam olmuştu. Marikaane madenlerinde mücadeleci bir sendika için eylem yapan maden işçileri, Güney Afrika polisi tarafından katliama uğrayacak bunun sonucunda 41 işçi öldürülecekti. Bütün bunlar aslında, büyük yoksul kent çeperlerinin her gün yaşadığı savaşın görünür olması anlamına geliyordu. Hakeza Irak, Suriye ve Ukrayna’da olanlar geçici bir dönemden ziyade, uzun ve sonucunun niteliği belli olmayan bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Zira silahlı çatışmalar Savaş pozisyonunu terketse bile yerelleşen savaş hali uzun bir süre bize eşlik edecek gibi. Bütün bunlardan ayrı ve ilişkili olarak ekolojik krizin görünür olduğu küresel ısınma, kıtlık, kuraklık, iklim değişimi ve bunların tetiklediği toplumsal sonuçlar bu savaşları besleyen ve besleyecek önemli bir alan. Borçlanma üzerinden ilerleyen bir toplumsal bağımlılık sisteminin sürdürülebilir kılınması için sermaye/devlet tarafından uygulanmaya çalışılan çözümler azalıyor. Çözümlere ilişkin kaynakların azalması, ezilenler/sömürülenler arası her türden hiyerarşik ilişkinin (faşizan/ırkçı gündelik milliyetçilikten, erkek egemenlikçi/homofobik katliamlara) tahrik edilmesi için verimli bir zemin sunuyor. Bu zemin üzerinde en basitinden iş katliamlarına karşı tepkisizlik, sermayeye karşı kazanılmış haklara karşı saldırı çok daha kolay mümkün oluyor. Devlet/sermaye yaşadığı krizden çıkabilmek için babadan, muhtara, ustabaşına mikro düzeydeki bütün işbirlikçilerini göreve çağırıyor.
Bütün bu betimlemeler karşısında ezilen/sömürülenlerin elinde duran yegane imkan olan örgütlenmenin aciliyeti açık. Klişe haline gelen bu cevap, bir yanıyla somut bir ihtiyacı diğer yandan da anlamı tüketilmiş bir tarzı gösteriyor. Zira yukarıda kabaca tasvir edilen sorunların her biri soyut teorik indirgeme ile çözülemeyecek somut sorular olarak cevaplanmayı bekliyor. Şimdiye kadar bu soruların cevabına ilişkin belli başlı yönelim, politik devrim perspektifini kabul eden anlayışlardan geldi. Bu anlayış ister istemez politik devrimi gerçekleştirebilmek için sürekli politik güç dengelerinin yarattığı konjonktürlere müdahale etmeyi varsayım kabul etti. Bunun sonucunda örgütlenmelerin ortaya çıkardığı toplumsal ilişkileniş biçimlerinden ziyade doğru zamanda, doğru tahlil ile doğru politik söylemi ileri sürmek temel mücadele ufku olarak ortaya çıktı. Yaşadığımız toplumsal gerçeklik içerisinde çoğu zaman sembolik düzeyde de kalsa, bu mücadele tarzının önem taşıdığı tartışmasız. Gelgelelim yukarıda ifade edilen sorunların yükünün devleti temel müdahale aygıtı görme (devrimci veya parlamentarist/reformist) yolu ile çözülemeyeceğine, bunun yeterince ilerletici olmadığına dair deneyim biriktirdik. Kısaca iki önermenin ortaya çıktığından bahsedebiliriz. Bir yandan ezilenler/sömürülenlerin en çok etkilendiği yakıcı toplumsal sorunlar birikimi, diğer yandan toplumsal mücadele araçlarının/örgütlenmelerinin gittikçe zayıflaması. Yapılan bütün “doğru” toplumsal tahlilllere rağmen, toplumsal mücadeleler yayılmıyor, çoğunlukla anlık bir ilgi yükselmesi yaşansa da daralmaya devam ediyor. Sıradan insanların katılım gösterdiği formlardan, profesyonel sendikacıların, partililerin ve akademisyenlerin temel sürdürücü güç olduğu formlara geçiş kolay oluyor. Bu açıdan sorunun politik konjonktürü doğru tahlilden ziyade başka bir yerde aranması gerektiği açık. Sermaye/devletin doğa ile, birbirimizle, kendimizle kurduğumuz her türden ilişkiyi kendi suretinde biçimlendirmeye çalışırken dar anlamıyla politikanın ötesinde (ve dar bir şekilde politikleştirmeden) kültürden spora, aileden, sağlıktan eğitime toplumsallığımızı biçimlendiren bütün alanları kullanması, konjonktürel güç değişimlerine ve yönetmeliklere dayanıklı bir sonuç ortaya çıkarıyor.
Murray Bookchin, Devrimci Halk Hareketleri kitabının 4. cildinde İspanya Devrimi’ni anlatırken CNT- FAI’nin 1931 – 1934 yıllarında kullandığı bir kavramdan, “devrimci egzersizler”den bahseder. Bu kavram, örgütün “proleterlerin devrimci kaslarını diri tutmak” için 1931 – 1934 arasında (Bookchin’in yeterince planlanmamış, üzerine düşünülmemiş olarak eleştirdiği) yerel grevler, ayaklanmaları teşvik etme politikasını ifade etmekteydi. Böylece CNT- FAI devrim olana kadar işçilerin patronlarla ve devletle açıktan mücadele etmesini tahrik ederek, düzeniçileşmesine karşı engel oluşturacaktı. Bu kavram tarihsel yükünden ziyade ifade ettiği, ima ettiği ihtiyaçla bugün de hala işlevsel bir içerik taşıyor.
Nedeni ise aslında basit. Büyük toplumsal kalkışmaların, isyanların çok öngörülemez ve sık yaşanan olaylar olmadığını yakın dönem dünya tarihinden biliyoruz. Aynı zamanda bu “büyük” tarihsel olayların normalleşme (kesintiye uğrayan gündelik rutinin yeniden kendini göstermeye başladığı dönem) aşamasına geçtikten sonra kısa vadede, kimi zaman isyan öncesi dönemden daha ağır bir politik ortamın çıkabildiğini de gördük. Kalkışmaların yükselme aşamasındaki eşitlikçi/özgürlükçü arzular, normalleşme evresinde kalkışmanın sebeplerini yeniden üreten koşullara geri dönüyorlar. Ek olarak hayal kırıklığı ile. Bu durum basit bir ideolojik mücadelenin kaybından öte, normal kabul edilen gündelik pratiklerin, ilişkilerin zorlayıcı olduğu bir alanı gösteriyor. Sürekli isyan halinin ayrıksı hali çeşitli sebeplerle (maddi koşulların zorlaması, manevi koşulların günden güne eksilmesi) tükenirken, boşluğu yukarıdaki tabirden türetirsek “düzen egzersizleri” dolduruyor. Bu egzersizleri kısaca, doğrudan politik olarak ele alınmayan ama yarattıkları beklentiler, hareket tarzları ile toplumsal hayatın yeniden üretiminde paranın, devletin ve hiyerarşinin yeniden bir cevap olmasını gerektiren (maddi ve manevi) pratikler anlamında tanımlayabiliriz. Sadece büyük ayaklanmaların hazırlığına odaklanmış bir bakışın görmediği bu düzen egzersizlerini ciddiye almak, o beklenmedik olay ortaya çıktığında geriye dönüşün engellenmesi açısından da büyük rol oynuyor. Bu perspektif, dar anlamıyla siyasal olanın ötesine geçerek toplumsal alanı gelenekler, alışkanlıklar, süreklilikler dolayısıyla neredeyse doğallaşmış bir ilişkiler alanı olarak görmektense; sürekli birbirine bağlanan icatlar ve müdahaleler alanı olarak dikkate almayı gerektirecektir. Bu gereksinimin özellikle iki sonuç yaratacağı açık. Bir yandan kapitalist politik zamanın olabildiğince kısa sürede cevap verip konum almayı gerektirir haline karşı “zaman”ı yavaşlatarak, kolektif düşünmenin, icadın, hata yapma payının alanını genişletecektir. Dolayısıyla kapitalist politik zamanın gerektirdiği hıza uygun örgütlenme tarzının baskın eğilim olmasına dengeleyici bir toplumsal örgütlenme imkanı gelişebilecektir. Zira kapitalist politik zaman içerisinde aslolan dışarıda olan bitene olabildiğinde hızlı cevap vererek konum almakken, odak ister istemez bu konumlanışa uygun örgütlenmeleri teşvik edici bir rol oynamaktadır. Bu da yukarıdan aşağı direktiflere anında uyum sağlayacak bir örgütlenme tarzını teşvik ederek, kaçınılmaya çalışılan düzen benzeri hiyerarşik ilişkilerin ortaya çıkması için uygun koşulları hazırlıyor. Hiyerarşik örgütlerin kişilerin özgürlükçü bütün eğilimlerine, kurumların özgürlükçü programlarına rağmen ortaya çıkabilmesinde kendisini konumlandırdığı alanın zorunlulukları önemli bir etkisi var. Hızlı cevap verebilme anlayışı, içerdeki sorunları olabildiğince “verimli” bir şekilde çözerek, dışarıdaki politik savaş sahasında manevra kabiliyetini arttırma ihtiyacı hissedecektir. Bunun karşısında konum almak ise dayanışmanın dolayısıyla da somut her sesin duyulmasına, düşünmeye, icat etmeye, hata yapmaya alan açan bir örgütlenme ile mümkün olacaktır. Zira işçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olacaktır önermesinin somut pratiği de ancak böyle bir alan açılması ile mümkün olabilecektir. Güçsüzleştirilmiş, birbiriyle bağı olabildiğince rekabet, hiyerarşi ve şiddet üzerinde şekillenmiş insanların yeniden uyumlu bir kolektif mücadele kapasitesi elde edebilmesi uzun bir deneme, yanılma ve icat zamanını gerektirecektir. Bir yandan bu tür toplumsal alanların, mücadelelerin toplumsal güç ilişkilerinde kapladığı alanın zayıf olması, olası bir uygun konjonktürde oy ile iktidar olacak “ilerici” gücün de yerini aldığı düzen partilerinin sürdürücüsü olmasına yol açıyor. Hatta çoğu zaman güçlü toplumsal hareketlerin olmasının bile buna bir çözüm sunmadığı günümüzdeki birçok örnekten çıkan sonuç.
2000li yıllar başından beri anti kapitalist radikal solun dikkatini yönelttiği Güney Amerika (özellikle Venezüela, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Bolivya), Nepal, sonrasında da Güney Amerika kıtasındaki sürecin kısa bir özeti olan Yunanistan’daki sol iktidar deneyimleri kolayca bir sapma, ihanet suçlamasıyla gözden çıkarılabilecek gibi değil. Odağın toplumsal alanın sıradan insanlarca işgali ve yeniden yaratımına dayanan aşağıdan mücadeleden, devletlerarası güç ilişkilerinden grift uluslararası kurumlara birçok değişken tarafından belirlendiği politik iktidarın korunmasına kayması; büyük olasılıkla başka coğrafyalarda da benzer sonuçları oluşturacaktır. Güçlü toplumsal hareketlerin yarattığı kitlesel hareketlilik ve yaratıcılık, iktidara gelen sol iktidarlar sayesinde devlet aygıtının yeniden dağıtım mekanizmalarıyla kurulan ilişkiye dair daha önce hazırlık yapılmamışsa, hareketlerin çözülmelerine yol açtığını özellikle Güney Amerika’dan iyi biliyoruz. Toplumsal kaynakların nötr bir birikim dağıtımına imkan sağlamaktan ziyade, kapitalist toplumsal ilişkiler ve kurumlar tarafından sarmalanmış bir yumak olduğu herkes tarafından keşfedilmek zorunda kaldı.
Kısa özetten çıkarılacak dersler bizi yeniden, Bookchin alıntısına götürüyor. Devrimci kasları çalıştırmak, bilişsel emekle kölelik düzeyindeki güvencesizlik, işşizlik arasında biçimlenen dönemde nasıl mümkün olabilir? Bu kasların tarihsel yenilgilere, sol hükümetlerin uyuşuklaştırıcı, sinikleştirici etkisine, sağın korku ve muhafazakarlıkla yarattığı düzen egzersizlerine karşı güçlendirilmesi nasıl mümkün olur?
Bir yanıt yazın