Güney Afrikalı anarşist örgüt olan İşçilerin Dayanışma Federasyonu (Workers’ Solidarity Federation-WSF) tarafından yazılan yazı Kara Kızıl Notlar dergisinin Mart 2006 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Emperyalizm kavramıyla biz bir ülkenin egemen sınıfının başka bir ülkenin coğrafyasındaki halka hükmetmesini anlıyoruz. Diğer bir deyişler, bu dış bir ülkenin harici egemenliği durumudur. Bu ilişki değişik bağlamlarda değişik biçimlere sahip olur.
Anarşistler olarak bizler getirdiği ıstırap ve baskı yüzünden emperyalizme karşıyız. Emperyalizmin ilerletici bir güç olduğu görüşünü, bu görüş ister emperyalizmin “üretici güçleri geliştirdiği” fikrine, isterse de “barışı korumak için müdahale ettiği”, “uygarlaştırdığı” fikrine dayansın reddediyoruz. Emperyalizm soykırımların, ulusal baskının, emekçi sınıfın koşullarının kötüleştirilmesinin, savaşın, azgelişmişliğin, açlığın ve yoksulluğun sorumlusudur. Fakat emperyalizm bu sorunların tek nedeni değildir ve kendisi de kapitalizmin ve devlet’in bir ürünüdür.
Ana emperyalist güçler güçlü birinci dünya ülkeleri ve onların egemen sınıflarıdır: Batı Avrupa, ABD, Japonya vs. Bunlar genel olarak Birinci Dünya, Batı, merkez ya da metropoliten ülkeler olarak adlandırılırlar. Bu ülkelere ek olarak Doğu Bloğu’nun ana ülkeleri olan Rusya ve Çin de emperyalist ülkeler olarak hareket etmişlerdir.
Madalyonun diğer tarafında emperyalizmim hükmettiği ülkeler ve bölgeler bulunur: Afrika, Doğu Avrupa, Güney Asya, Karayipler, Orta Doğu ve Latin Amerika. Bu ülkeler genel olarak Üçüncü Dünya, Güney, “periferi”, “uydu” ülkeler ya da sömürge ve yarı-sömürge bölgeler olarak adlandırılırlar.
Aynı zamanda Üçüncü Dünya homojen bir alan değildir. Bazı ülkeler bölgesel olarak diğerlerinden askeri ve ekonomik olarak daha güçlüdür. Bunlar çoğunlukla (ama her zaman değil) emperyalist güçlerin yerel uygulayıcıları ve müttefikleridirler ve bu ülkeler tarafından desteklenirler. Bu ülkeler bazen endüstrileşmiş Üçüncü Dünya, Yeni Sanayileşmiş Ülkeler (YSÜ) ya da yarı-periferi olarak adlandırılırlar. Emperyalizmin yerel ortakları olarak hareket eden yarı-periferi ülkelerine örnek olarak İsrail ve Güney Afrika gösterilebilir. Esas olarak emperyalizmin yerel ortakları olarak hareket etmeyen ülkelere örnek olarak da Polonya, Brezilya ve Güney Kore örnek verilebilir.
Güney Afrika’daki ırkçı/Apartheid kapitalizmi yerleşimciler tarafından getirilen bir oligarşinin (değişik beyaz sınıfları tarafından oluşan bir egemen sınıfın) tarihsel olarak ülkede siyasal ve ekonomik hâkimiyet kurmasıyla oluşan (özellikle yerleşimci-sömürgeci tipte) bir emperyalist ilişki ile benzerlikler gösterse de ırkçı/Apartheid kapitalizmi ciddi manada bir emperyalist ilişki değildir. Bunun nedeni baskı sisteminin iç kökenli olmasıdır. Zambiya veya Kenya gibi tipik yerleşimci-sömürgelerinde olduğu gibi dışarıdan yönetilmez. Bunun yerine yerleşimcilerin egemenliğindeki egemen sınıf 1910’da devlet iktidarını ve takip eden on yılarda ekonominin büyük kısmını ele geçirmiş ve siyasal ve ekonomik kararları kendi başına alır hale gelmiştir. Bu gerçek yerel egemen sınıfa – ve onun şefler ve yerel burjuvaziden oluşan Afrikalı müttefiklerine – emperyalist güçlerin arka çıktığı zaman da değişmemiştir. Kovulması gerek bir dış güç değil, yerelleşmiş bir baskı durumu ile karşı karşıyayız. Bu Güney Afrika’nın geniş emperyalist sistemde bağımsız olduğu anlamında değildir, Afrika’nın güney bölgesine hükmeden bir yarı-periferi/ emperyalizmin küçük ortağıdır (1).
Anarşizmin özellikle gurur duyduğu bir anti-emperyalist mücadele geçmişi vardır. Emperyalizmin teori ve pratiğinin reddi anarşizmin baskıcı siyasal yapılara ve sömürücü ekonomik üretim tarzlarına, özgürlükçü devletsiz sosyalizm temelinde özgürce birleşmiş özyönetimli komünler ve emekçi birliklerinin uluslararası federasyonu lehine karşı çıkmasının mantıki bir sonucudur (2).
Teorik ve pratik düzeyde Bakunin, Reclus ve Berkman gibi teorisyen-eylemcilerin hepsi emperyalizmi mahkum etmiş ve ona karşı mücadele vermiştir. Sömürge dünyada anarşistler anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadelelerde, özellikle de Küba, İrlanda, Kore, Makedonya, Meksika, Nikaragua ve Ukrayna’da önemli bir rol üstlenmişlerdir. Örneğin 1920lerde ve 1930larda ABD işgaline karşı savaşan Nikaragua’nın ulusal kahramanı Augustino Sandino bir anarko-sendikalistti; Meksika’da devrimden önce, sonra ve devrim sırasında PLM, IWW ve CGT içindeki anarşistler sürekli olarak Amerikan emperyalizme meydan okumuşlar, yerlilere karşı yapılan ayrımcılığa karşı çıkmışlar [Ç.N. – PLM: Meksika Liberal Partisi; IWW: Dünya Sanayi İşçileri Sendikası; CGT: Genel Emek Konfederasyonu]; İrlanda’da Britanya emperyalizmine karşı 1916 Easter Ayaklanması’nın ünlü şehidi James Connolly ABD ve İrlanda’da bir devrimci/anarşist sendika örgütleyicisi olarak faaliyet göstermişti; Kore’de anarşistler 1910’da başlayan Japon işgaline karşı savaşan ana güçtü ve 1930’larda Mançurya’da kitlesel bir özyönetimli kurtarılmış bölge yaratmayı başarmışlardı; Ukrayna’da Nestor Mahno’nun Devrimci İsyan Ordusu işgalci Üçlü İttifak güçlerini 1918-19’da ülkeden atmıştı.
Emperyalist ülkelerde de anarşistler emperyalizme karşı mücadelenin ön saflarında yer almışlardır. Örneğin, Japonya’da önde gelen anarşist Kotoku Shusi çıkardığı Halkın Gazetesi Japon yayılmacılığına meydan okuyunca kendisi 1910’da yargılanmış ve idam edilmiştir; 1909’da İspanyol anarşistler Fas’taki işgale (“Trajik Hafta”) karşı kitlesel bir grev düzenlemişlerdir; İtalya’da anarşistler 1880’lerde ve 1890’larda Eritre ve Etiyopya’ya yönelen İtalyan yayılmacılığına karşı sürekli muhalefet etmiş ve 1911’deki Libya işgaline ve 1919’daki Arnavutluk müdahalesine karşı kitlesel bir savaş karşıtı hareket örgütlemişlerdir (3).
Emperyalizmin Nedenleri
Emperyalizm kapitalizmden ve modern devlet’ten önce de var olmuştu.
Bununla birlikte emperyalizm 500 yıl önce Avrupa’da ortaya çıkıp bunu takiben tüm dünyaya yayılmalarından beri kapitalizmin ve modern devlet’in temel özelliğidir. Kesinlikle bu dönem dünya tarihinde görülmemiş bir çapta emperyalizm ile karakterize olmuştur. Bu güçlerden Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Karayipler ve Güney Amerika’daki bazı bölgeler, Afrika’nın büyük kısmı, Orta Doğu, Uzak Doğu ve tüm Hindistan yarımadasına hükmeden Britanya ve Fransa mutlak üstünlüğe sahipti. Japonya da Güney Doğu Asya’da sömürgeci bir yayılmacılığa başlamış ve Kore ile Çin gibi ülkelere müdahale etmişti. Avrupalı ve Japon emperyalist güçlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında göreli olarak güçsüzleşmesi ile ABD tek başına egemen bir emperyalist güce durumuna gelmişti (4).
Modern dönemde emperyalizm iki etmen tarafından yönlendirildi (5)
Öncelikle emperyalizmin bir ekonomik boyutu vardır: Sistem kısmen emperyalist egemen sınıflara veya en azından bu sınıflar içindeki bazı hiziplere yarar sağlamak için ortaya çıkmıştır (Örneğin ucuz işgücü ve hammadde ile aşırı düzeyde kârlar elde etmek ve bu kaynaklara rakip egemen sınıfların girişini engellemek).
İkinci etmen ise Uluslararası devlet Sistemidir. Kapitalist şirketlerin piyasada rekabet etmesi gibi devletler de rekabet eder: Toprak ve stratejik avantajlar (örneğin askeri üsler için alanlar) ve yayılma için. Bu, ufak devletler yutulup “büyük” olanlar kendi güç ve erimlerini arttırırken ulusal çatışmalar, savaş, işgal ve işgal altındaki halkların zorla asimilasyonuna yönelik bir itki yaratır.
1945 Öncesi Emperyalizm (6)
Emperyalizm kapitalizmin ve devlet’in tarihi boyunca farklı biçimler almıştır.
Ticari Kapitalizm ve Köle Emeği: Kapitalizmin bu erken aşaması 1500’lerin başından 1700’lerin sonuna uzanır ve sermayenin ticaret, talan ve Avrupalı işçi ve köylülerin sömürülmesi ile birikimine dayanır. Bu dönemde kapitalizm Afrika’ya, Amerika’ya ve Asya’ya zor gücüyle ilerler. Köle plantasyonları Amerika’da ve diğer yerlerde kurulmuş ve devasa boyutta bir köle ticaretiyle desteklenmişlerdir. Modern ırkçılığın kökleri bu dönemde bulunabilir: kölelik ırkçılığı yaratmıştır – ırkçılık köleciliği değil. Bu dönemin ana özelliği kapitalist olmayan üretim ilişkilerinin tali ilişkiler olarak zorla yeni oluşan dünya kapitalist sistemine eklemlenmesidir. Ticaret ve talan ile elde edilen zenginlikler, Avrupalı zanaatkâr ve köylülerin sömürüsüyle birlikte sanayi devriminin temelini oluşturmuştur. Bu dönem Amerika’daki soykırımla doğrudan bağlantılıdır.
Sömürgeci İşgaller: 1500’lerden 1900’lere kadar kapitalizm ve devleti Afrika’nın, Amerika’nın ve Asya’nın işgali ve sömürgeleştirilmesine uğraşmışlardır. Bu dönemde Güney Afrika’da, Avustralya’da ve diğer yerlerdeki soykırımlar yaşanmıştır.
Bu dönemde emperyalistlerin ana amacı genelde zor gücü ile Birinci Dünya firmaları için ucuz emek ile ucuz tarımsal ve mineral hammadde kaynakları ile işlenmiş ürünler için (makineler, araçlar vs.) pazarlar yaratmaktır. Bu bir derecede sömürgeci işgalin amacı rakip emperyalist egemen sınıfların kendi kaynaklarına ve pazarına girişini engellemek olduğu için stratejik bir boyut barındırır. Bu dönemde oluşturulan ticaret düzeni sömürge Üçüncü Dünya ülkelerinin hammadde ihraç etmeleri ve işlenmiş ürünleri ithal etmeleridir.
Bu olumsuz bir durumdur. İlk olarak Üçüncü Dünya ihracatı esas olarak kendileri için yiyecek üretmek gibi yerel ekonomik faaliyetin dış ülkeler için mahsul üretmek gibi ihracat amaçlı faaliyetler lehine yer değiştirmesine dayanır. Bunun bir sonucu kendileri için değil, ihracat için üretim yapan Üçüncü Dünya çiftçilerinin yiyecek maddelerine ulaşım imkânlarının azalmasıdır. İkinci olarak büyük sayıda Üçüncü Dünya ülkesi az sayıda büyük tekel şirket için benzer ürünler üretmektedirler ve bu şirketler de bu hammaddeyi işleyerek buralara ihraç etmektedir. Bu eşitsiz durum büyük tekellere hammadde fiyatlarını ucuzlatma ve Üçüncü Dünya ekonomilerinin ihtiyaç duyduğu nihai ürünlerin fiyatlarını arttırma imkanı sağlamıştır. (7)
Afrika, 1884’teki Berlin Konferansı’nda ana Avrupa güçleri arasında bölünmüş ve feodal egemen sınıfı işgallere karşı direnebilen Etiyopya dışında 1900’lerin başında tamamen ele geçirilmiştir. Pek çok durumda yerel egemen sınıflar ve elitler bunun kendi yararlarına olduğuna inanarak sömürgeci girişimlerle işbirliği yapmıştır. Yine sadece geniş bölgeler talan edilmemiş, bunun yanında yerel topluluklar ve ekonomiler dünya kapitalist sistemine uyum saplayacak şekilde emperyalistler tarafından yeniden düzenlenmişlerdir. Sömürgecilik ırkçı fikirlere verimli bir temel hazırlamıştır (8).
Genel olarak Afrika’da iki tip sömürge kurulmuştur: Ufak bir egemen sınıfın yerel şeflerle birlikte hüküm sürdüğü Gana gibi “köylü” sömürgeleri ve büyükçe bir beyaz nüfusun siyasal ve ekonomik hayata egemen olduğu Cezayir ve Zimbabwe gibi beyaz yerleşimci sömürgeleri. Yerleşimci sömürgelerindeki egemen sınıf çoğu emekçi sınıfa ya da orta sınıfa dahil olduğu için tüm beyazları kapsamaz ve devlet aygıtında ve ekonomide önemli konuları elinde tutan şefler gibi yerel nüfus da egemen sınıfa dahildir. Gene de egemen sınıflar beyaz ağırlıklıdır ve önde gelen üyeleri Avrupa kökenlidir. Beyaz egemen sınıflar bilinçli olarak orta sınıf ve emekçi sınıf gibi diğer beyaz gurupları iş güvencesi ve özel ticaret bölgeleri gibi maddi yararlar sağlayarak kendileri ile ittifaka teşvik etmiştir. Tüm beyaz sınıfların ve yerel elitlerin bir kısmının oluşturduğu bu ittifaka oligarşi ya da iktidar bloğu diyebiliriz.
1945 Sonrasında Emperyalizm
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizm yeni bir döneme girdi. Bu noktada şunu belirtmek önemlidir: Bu dönemde resmi sömürgeci imparatorluklar sona ermiş olsa da emperyalizmin ekonomik ve siyasal özellikleri esas olarak resmi bağımsızlığın kazanılmasına rağmen sürmüştür. Bunlara sömürgeci dönemde oluşturulan “eşitsiz ticaret” ilişkileri, Birinci Dünya ülkelerinin süregelen küresel siyasal egemenliği ve emperyalist güçlerin Üçüncü Dünya’ya müdahaleleri dahildir. Bu yüzden bu dönem emperyalizmin yeni-sömürgeci aşaması olarak adlandırılabilir.
Yeni-sömürgeci aşamanın ana özellikleri şunlardır:
(1) Eski sömürgeci imparatorlukların sonu ve yeni-sömürgeci ilişkilerle yer değiştirmeleri;
(2) ABD’nin merkezi emperyalist güç olması;
(3) Emperyalizmle ittifak içindeki “yarı-periferi”nin ya da daha gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerinin ortaya çıkması;
(4) Çok Uluslu Şirketler’in (ÇUŞ) ortaya çıkması
(5) Sistemi koruyacak IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası örgütlerin yaratılması;
(6) Doğu Bloğu’nda ikinci bir emperyalist ülkeler dizisinin ortaya çıkması.
*Resmi Sömürge İmparatorluklarının Sonu (9)
Resmi imparatorluklar bir dizi sebepten dolayı parçalandılar. İlk sebep Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik çöküşüydü. İkinci olarak yaşlı imparatorlukların Pazar ve hammadde kaynaklarına erişmek isteyen ABD’nin baskısı vardı. Üçüncü olarak 1940’lardan 1970’lere kadar kitlesel bir sömürgecik karşıtı hareket mücadele etti. Örneğin Endonezya’da Hollanda’ya, Çinhindi’nde ve Cezayir’de Fransa’ya ve Malezya, Kenya, Kıbrıs ve Hindistan’da Britanya’ya karşı isyanlar ve silahlı ayaklanalar oldu. Bu mücadeleler 1700’lerin sonu ile 1800’lerin başında Amerika ve Karayipler’deki İspanyol, Portekiz, Fransa ve Britanya sömürge imparatorluklarını yok eden ayaklanmalarla paralellikler taşır.
Çoğu zaman imparatorlukların egemen sınıfları sömürgesizleştirme sürecini kendi çıkarlarını korumak ve ayrıcalıklarını sürdürmek için kendileri üstlenmişlerdir. Bu genelde şu demektir: Kitlelerin siyasal olarak demobilize edildiği uzun bir müzakere süreci, ılımlı milliyetçilerle pazarlıklar ve iç düşmanların marjinalleştirilmesi, yok edilmesi ya da dahil edilerek ılımanlılaştırılması.
Genelde bu strateji başarılı olsa da iktidarın önemli kısmı kapitalizmi, devlet’i ve emperyalizmi koruma görevini üstlenen yerel egemen sınıfa devredilmişse de bazı istisnalar vardır: 1979’da esas olarak silahlı mücadele ile Nikaragua, İran ve Mozambik’te radikal milliyetçi güçler bağımsızlığı elde etmiştir. Bu örneklerde ekonomi millileştirilmiş ve sağlık sistemi gibi bazı sosyal reformlar gerçekleştirilmiştir. Bu mücadeleler sosyalist toplumlar değil, farklı biçimlerde devletçi kapitalist rejimler ortaya çıkarmıştır; bununla birlikte Batı’dan bağımsız (fakat genelde Doğu’ya bağımlı, yani dünya emperyalist sisteminden bağımsız olmayan) bir kalkınma hattının varlığını göstererek emperyalizme bir tehdit oluşturmuşlar ve emperyalizmin cevabı acımasız olmuştur. Emperyalizm ambargolar, yaptırımlar, dış yardımı kesme gibi yöntemlerle son tahlilde istikrarsızlaştırma operasyonları örgütler ve hatta Vietnam, Grenada ve Irak örneğinde olduğu gibi doğrudan askeri müdahalelere de girişebilir (10). Japonya ve Batı Avrupa’nın desteği ile ABD’nin giriştiği askeri müdahaleler alternatif bir emperyalist güç olarak Sovyetler Birliği’nin çökerek caydırıcılığın kaybolmasıyla artma eğilimindedir (11).
ABD Egemenliğinin Yükselişi (12)
ABD eski emperyalist güçlerinin krizinin sağladığı olanakları kullanarak ana emperyalist ülke olabildi. İlk olarak Marshall Planı ile 1947-55 döneminde Batı Avrupa ve Japonya’ya 17 milyar Dolar aktararak ve diğer yardım programları ile rakip emperyalist güçleri kendisine bağımlı kıldı. İkinci olarak “komünizmin yayılmasını” engellemek için, yani nüfuz alanlarını Sovyet ve Doğu Bloğu kapitalizminin etkisinden korumak için, NATO (1949) ve SEATO (1954) gibi kendi kontrolünde askeri bloklar kurdu. Üçüncü olarak Dolar’ın egemenliğinde yeni bir uluslar arası para sistemi inşa etti. 1970’lerde savaş sonrası ekonomik patlamanın sona ermesi, Batı Avrupa ve Japonya’nın büyük kapitalist merkezler olarak yeniden güçlenmesi ve hem ABD içinde hem de Üçüncü Dünya’da radikal özgürlük hareketlerinin yükselişiyle ABD’nin bir “Amerikan Yüzyılı” yaratma planları açığa çıkmaya başladı.
Yarı-periferinin Ortaya Çıkışı (13)
Bütün olarak Afrika ve Üçüncü Dünya ülkeleri tarımsal ve mineral hammadde ihracatına ve işlenmiş ürün ithalatına devam ettiler. Diğer bir deyişle sömürgeci dönemin ticaret ilişkileri sömürge sonrası dönemde de benzer biçimde kaldı. Bununla birlikte “yarı-periferi” denen bir oluşuma değinmek zorundayız. Kısmen hala emperyalist egemenlik altında olsa da bazı Üçüncü Dünya ülkeleri tarımsal ve mineral hammadde üretime onları daha az bağımlı kılan ve yerel sınıfların mülkiyetinde oldukça büyük bir sanayi temeli geliştirdiler (fakat hala yeni fabrikaları oluşturacak olan sermaye malları ve makinelerin ithalatı için yerel ürünlerin ihracına bağımlıydılar). Genelde bu gelişme bir parça da olsa emperyalist güçler tarafından desteklendi. Bazı örneklerde bu ülkeler (örneğin Güney Afrika ve İsrail) emperyalist düzenin bölgesel maşaları oldular. Diğer örneklerde bağları sıkı olsa da emperyalist güçlerin ufak ortakları olarak hareket etmediler (örneğin kalkınması ABD tarafından Güney Doğu Asya’daki “komünist yayılmaya”, yani Sovyet ve Çin emperyal etkisine, karşı bit tampon bölge yaratma amacıyla bilinçli olarak desteklenen Güney Kore). Yarı-periferi ülkeleri sınırları dışarısında yatırımlara da sahip olabilirler, hatta kendi ÇUŞ’ları bile olabilir (örneğin Güney Kore’nin Anglo-Amerikan Şirketi Zambiya, Bermuda, Peru, Gana ve ABD’de çalışma yürütmektedir.). (14)
Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) Yükselişi
Yeni-sömürgeciliğin ana özelliklerinden biri çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ) yükselişidir. ÇUŞ’lar birden çok ülkede faaliyet gösteren devlet ya da özel kapitalistlerin mülkiyetindeki devasa firmalar olarak tarif edilebilir. Bu küresel firmaların merkezleri genelde, ama zorunlu olarak değil, emperyalist ülkelerdedir.
Günümüzdeki ÇUŞ’ların pek çoğu 19. yüzyıl Avrupa ve Amerika’sının yurtdışın açılmadan önce ülke içinde genişleyen aile mülkiyetindeki ve kontrolündeki ufak işletmelerinden büyümüştür (15). Yurtdışına genişlemenin önemli bir nedeni Birinci Dünya ülkelerindeki ulusal çaptaki firmaların rakipleri ile fiyatları yüksek, maaşları standart düzeyde tutmak ve benzeri amaçlar için işbirliğine girerek ekonominin büyük kısmını denetim altında tutmalarıdır. Bununla birlikte esas kazançlar ancak rakiplerin piyasadan atılması sayesinde pazarın tek elde denetimi, hammadde kaynaklarının kontrolü veya eskileri kullanılmaz hale getirecek yeni ürünlerin yaratılması ile sağlanabilir. Sonuç: Bazı firmalar hammadde gereksinimlerini sağlamak, dışarı satış yapabilmek ve diğer şirketlerin kendi Pazar ve kaynaklarına ulaşımını engellemek için yurtdışına yatırım yaparlar. Bu ÇUŞ’ların kökenidir. ÇUŞ’lar Üçüncü Dünya’ya ilk defa 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında bu aşamada esas olarak endüstriye, yani hammadde çıkarımı ve üretime, dayalı olarak yöneldiler. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden 25 yılda ABD firmalarınca başlatılan, ama 1960’larda Avrupa ve Japon firmaları tarafından ele geçirilen “benzeri görülmemiş” bir ÇUŞ faaliyeti ortaya çıktı. Bu genel bir model olarak imalat sektöründe faaliyeti içeriyordu. ÇUŞ’lar ana ülkelerinin siyasal ve kültürel etkisinin en güçlü olduğu yerlere yatırım yapma eğilimindedirler (16).
ÇUŞ’ların büyüklüğü çarpıcıdır. Örneğin dünyadaki üretimin büyük ve artan bir kısmı birkaç yüz ÇUŞ’un kontrolü altına girmektedir ve 2000 yılında 400 ÇUŞ tüm dünyadaki sabit değerlerin üçte birine sahiptiler (17). Büyüklük açısından en büyük ÇUŞ’lar pek çok Üçüncü Dünya ülkesinin Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla’sını geçen satış rakamlarına sahiptir (örneğin 1984’te Exxon satışları 73,6 milyar Dolar’dı ve bu Nijerya’yı (73,5), Cezayir’i (50,7=, Libya’yı (30,6), Mısır’ı (30,1), Fas’ı (13,3) vs. geçiyordu.) (18). 500 ÇUŞ toplam doğrudan yatırımların % 80’ini kontrol etmektedir. ÇUŞ’lar ticarette de önemli bir role sahiptirler. Örneğin ÇUŞ’lar ABD’nin dahil olduğu tüm ticaretin % 90’ını yapmaktadırlar ve Üçüncü Dünya ihracatının alışverişine hakimdirler (19). ÇUŞ’lar yeni teknolojilerin geliştirilmesinde ve denetiminde merkezi bir role de sahiptirler. Ayrıca Üçüncü Dünya’ya tarihsel olarak borç veren ÇUŞ bankaları vardır. 1970’lerde dünya kapitalist krizinin başlangıcında bu bankalar hızlı geri ödemeler talep ettiler ve faiz oranlarını yükselttiler.
Çeşitli burjuva ideologları ve ekonomistleri ÇUŞ’ların faaliyetlerinin Üçüncü Dünya’da kalkınma ve toplumsal barışı destekledikleri ve Birinci ve Üçüncü Dünya arasında işbirliğini sağladıkları için Üçüncü Dünya için yararlı olduğunu iddia ederler. Bu görüş katıksız bir kurgudur (20).
İlk olarak Üçüncü Dünya hükümetleri ile (halk güçleriyle yaşananlar bir yana) ciddi çatışmalar yaşandığında (örneğin yabancı firmaları yerel patron ve yöneticilerin egemenliği altına almak için millileştirmek) ÇUŞ’lar kendi ana ülkelerinin hükümetinin Üçüncü Dünya ülkelerinin politikalarını değiştirmesi için “baskı” uygulama yetilerine güvenebilirler. Bu “baskı”nın neleri içerdiğini yukarıda açıkladık. Başka kelimelerle ÇUŞ’lar çıkarlarını korumak için emperyalist egemen sınıfların güçlerinin sürdürmelerine ihtiyaç duyarlar.
İkinci olarak ÇUŞ’lar Üçüncü Dünya’nın hammadde ihracatına ve Birinci Dünya malları için bir pazar sağlamasına aracı olarak sistemin merkezi oyuncularındandırlar. Daha önce belirtildiği gibi bu düzenleme Üçüncü Dünya ihracatının sistematik olarak düşük ve ithalatın yüksek fiyatlandırılmasına olanak tanır.
Üçüncü olarak ÇUŞ’ların imalat veya endüstriyel sektörde bulunduğu yerlerde bu yatırımlar sadece ekonominin diğer parçaları ile az bağlantılı olmakla kalmaz (yani iş artışı gibi olumlu etkileri yoktur), aynı zamanda düşük ücretli, haklarından yoksun ve baskı ile denetim altında tutulan bir işgücünün aşırı sömürüsüne dayalıdırlar. Bu ÇUŞ’ların Birinci Dünya’daki emekçilerinin ücret ve refah kazanımlarını kırpmanın ötesinde normalden daha yüksek (yada “aşırı derecede”) karlar elde etmesine imkan tanır. ÇUŞ’ların Üçüncü Dünya’daki emek politikalarının kötü bir şöhreti vardır.
Dördüncüsü ÇUŞ’lar artığa, yani temel ihtiyaçları tatmin etmek için gerekenin dışında kalan ve üretken kaynaklar, altyapı, hizmetler vs. kurmaya uygun olan üretime, el koyarak Üçüncü Dünya’nın gelişimini engellerler. Bu, karları Birinci Dünya’ya geri göndererek (Örneğin hesaplamalar ABD ÇUŞ’larının Latin Amerika’da 1960-68 döneminde elde ettikleri açıklanmış karlarının % 79’unu geri gönderdiklerini gösteriyor), firma içindeki ticaretteki fiyatları manipüle ederek (“transfer fiyatlandırması”) ve patentler, ürün ve teknoloji lisansları, marka adları ve işletme, pazarlama ve teknik hizmetlerin fiyatlarını manipüle ederek gerçekleştirilir (Elson, 1988). Benzer bir süreç ÇUŞ bankalarına ve IMF ile Dünya Bankası’na borçların geri ödenmesi ile yaşanır: 1980’lerde banka kredilerinin idiia edilen yararları dahil edilmesine karşın Afrika’dan Birinci Dünya bankalarına net bir sermaye kaybı olduğu gösterilmiştir.
Son olarak, ÇUŞ’lar yerel endüstrilere “damak zevki transferi” ile zarar veririler. Bu yerelin genelde emek-yoğun ve zanaatkâr üretimi olan ürünleri yerine daha az emek-yoğun, ama daha fazla yatırım ve döviz gerektiren pahalı ithal ürünleri desteklemektir.
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) Rolü (21)
IMF ve DB gibi kurumlar modern emperyalizmin tatbikinde merkezidirler.
1946’da ABD’nin Bretton Woods şehrinde kurulan IMF ve DB başlangıçta İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşasına odaklandı. Bu ikisi ABD’nin Dolar merkezli bir uluslararası para sistemi kurma çabasının ana parçalarıydı. 1971’den sonra IMF ve DB’nin odağı Üçüncü Dünya’ya, özellikle de Afrika’ya, kaydı. IMF ve DB’nin kendilerini tarafsız, tamamen teknik yardım kurumları olarak sunmasına karşın bu bölgelerdeki rolleri nesnel olarak emperyalisttir. Bu hem siyasal hem de ekonomik alanda açıktır.
*IMF ve DB’nin Emperyalizm Destekçisi Yapısı
Dünyadaki pek çok devlet IMF ve DB’nin üyesi olmasına, bu kurumların merkez ofislerine ödemede bulunmasına karşın onların karar alma organları Birinci Dünya’nın emperyalist ülkelerinin emri altındadır. Birleşmiş Milletler’in “Bir Ülke, Bir Oy” sistemi yerine IMF ve DB’de bir ülkenin ekonomik katkısının boyutuna oranlı miktarda oyu vardır. Bu siste açıkça Birinci Dünya ülkelerinin lehinedir: Toplam oyun % 19,9’u ABD’nin, % 6,9’u Britanya’nındır ve ABD, Kanada ve Batı Avrupa toplam oyun % 53’üne sahiptir (22).
Emperyalizmin Siyasal Destekçisi: (23) IMF ve DB her zaman emperyalizmin siyasal çıkarlarına uygun olarak hareket etmişlerdir. Yardım ve fonlar tarihsel olarak ABD ve diğer emperyalist ülkelere dost olan Üçüncü Dünya ülkelerine verilmiştir: Yaptırımlar başlamadan önce – mesela 1976 ayaklanmasının bastırılmasından sonra – devasa krediler Güney Afrika’ya akıtılmıştır; El Salvador’daki ölüm mangalarıyla ünlü ARENA rejimi veya Kenya’da Daniel Arap Moi rejimi. Bu transferler, bu rejimlerin rezilce ve zalim suçları emperyalist ülkelerin sözde liberal, demokratik ve insan hakları kaygılarıyla ne kadar zıtlık içersinde olursa olsun gerçekleşmiştir. Fakat emperyalistlerin direktiflerini takip etmeyen ya da istikrarsızlaştırıcı olarak mimlenen toplumsal reformlara girişen daha radikal Üçüncü Dünya ülkelerinin kredi talepleri reddedilmiştir. Örneğin Şili’deki sosyal demokrat Salvador Allende hükümetinin reform çabaları için destek isteği reddedilmiştir (ABD’nin Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Amerikan ÇUŞ’u ITT daha sonra 1973’te Allende’yi bir askeri darbe ile devirmiştir.). Bu yolla IMF ve DB; kapitalizmin, devlet’in ve emperyalizmin ebedileştirilmesine yardımcı olmaktadırlar.
Emperyalizmin Ekonomik Destekçisi: (24) IMF ve DB, sömürgeci dönemden kalan ve Üçüncü Dünya’yı hammadde üretimi ile işlenmiş ürün ithalatına mahkûm eden uluslararası işbölümünü sürekli kılmak için faaliyet göstermektedirler. Ayrıca emekçi haklarına saldırarak, sermaye hareketlerini serbestleştirerek ve gümrük vergilerini kaldırarak büyük şirketlerin faaliyetlerini kolaylaştıran serbest pazar politikaları ile ÇUŞ’ların çıkarlarını da korumaktadırlar. Kuruluşlarından bu yana IMF ve DB serbest ticaret ve sermaye hareketlerine dayalı bir uluslararası kapitalist sistemin inşasını ve düzenlenmesini amaçlamaktadırlar. Bu amaç, IMF ve DB ile aynı zaman ve saiklarla kurulmuş olan Genel Ticaret ve Gümrük Vergileri Antlaşması (GATT) (bugünkü adıyla Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)) ile takviye edilmiştir. (25)
Bu amaçlara ulaşmanın bir ana yolu Üçüncü Dünya egemen sınıflarını finansal yardım karşılığında doğru serbest piyasa politikaları izlemelerinde ısrar etmektir. Bir diğer yöntem serbest piyasa ideolojisini teşvik ederek hükümetlerin politika üretme yollarını etkilemektir. Bu nedenle, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte bu kurumların verdikleri krediler üstündeki giderek artan şartlarda paranın devalüasyonu, ticari serbestleşme ve devletin ekonomik rolünün azaltılması gibi reformlar vurgulandı (Bu pratikte kamu istihdamının azaltılması, sosyal hizmetlerin kesilmesi ve ücret ve fiyat kontrollerinin kaldırılması demektir). Şartlara bağlı olarak bazen IMF ve DB personelinin, sömürge yönetimlerine benzer biçimde, bu politikaların uygulanmasını gözlemlemek için hükümette görevler almalarına izin de verilir. Bu politika reçeteleri paketine Ekonomik Yapısal Uyum Programı (EYUP) denir. Bu politika reçeteleri, krizin ekonomiye yersiz devlet müdahaleleri ve “şişkin” sosyal hizmetler gibi içsel nedenler yüzünden doğduğunu iddia eden ve neo-liberal reçetelerin önerdikleri Afrika’nın “karşılaştırmalı avantajı”na uygun hammadde ihracatı yapması temelinde bir büyüme yolu savunun serbest piyasa teorisi esas alınarak yazılmıştır.
Bu ekonomik şartlara IMF ve DB teknokratlarının ekonomik reform programının verimli bir şekilde uygulanması için yaşamsal gördükleri iyileştirilmiş “yönetişim”i (daha açık, dürüst, meşru, sorumluluk sahibi ve konsensüs temelli bir hükümet) kapsayan siyasal şartlar da eklenmiştir. Bu parlamenter demokrasiye bile benzememektedir: IMF ve DB için mesele demokratik devlet’lerin inşası değil, EYUP’ları daha verimli ve hızlı gerçekleştiren hükümetlerdir (26). EYUP’lar tamamen ÇUŞ’ların faaliyetlerini kolaylaştırmak ve uluslararası emperyalist işbölümünü sürdürmek için işlemektedirler.
EYUP’lar, Üçüncü Dünya işçi sınıfına, emekçi köylülüğe ve yoksullara karşı bir saldırıdır. Halkın yaşam standartlarına etkileri fazlasıyla olumsuzdur. Örneğin, Zimbabwe’de EYUP’lar fiyat denetiminin serbestleştirilmesi ile enflasyonsa çarpıcı yükselişlere (%25 ila %40 arasında), tüketici talebinde % 30’a varan düşüşe, ücret sınırlaması ve enflasyondaki artış ile ortalama ücretlerin 1970’lerin başından beri en düşük düzeylere inmesine ve 1995’e kadar 22 000 işçinin çıkarıldığı kamu hizmetleri başta olmak üzere 55 000 iş kaybına sebep olmuşlardır (27). Bu iş kayıpları özellikle okulu bitirenlerin % 20’sinden azının bir yıl içersinde kayıt içi ekonomide iş bulabildiği ve kayıt içini sektörde % 50’den fazla işsizliğin olduğu bir ülkede sert etkiler bırakmıştır. EYUP’lar, sağlık hizmetlerine yapılan harcamaların 1994-95’te % 39 azaltılması, ucuz barınma harcamalarının 4,3 milyon Zimbabwe Doları (Z$) düşürülmesi ve ilköğretim harcamalarının bağımsızlıktan bu yana en düşük seviyeye inmesi gibi sosyal hizmetlerde kesintileri de kapsamaktadır. Buna ek olarak maliyet telafi ilkelerinin kabul ettirilmesi fakirlerin en fakirlerinin (aylık geliri 400 Z$’nin altında olanlar) eğitim ve sağlık masraflarını kendilerinin karşılamalarını gerektiriyordu. Bu sırada Başkan Mugabe kendisinin, üst düzey memurlarının ve meclis üyelerinin maaşlarında & 116 ila %134 arasında zam yapmıştı. EYUP’ların gıda maddelerine erişimi ihracata yönelik tarıma ayrılan alanları diğerleri aleyhine genişleterek güçleştirdiği de belirtilmelidir.
IMF ve DB, ülkeleri yağmur ormanları gibi kaynaklarını hammadde ihracının bir parçası olarak yok edip ihraç etmeye veya döviz kaynaklarını arttırmak için toksik atık ithal etmeye teşvik ederek ekolojik olarak yıkıcı politikaları savunmaktadırlar. 1991’de DB’nin baş ekonomisti Laurence Summers gizli bir notta şöyle yazmıştı:
“Sadece seninle benim aramızda kalmak üzere, DB Az Gelişmiş Ülkelere kirli sanayilerin göç ettirilmesini cesaretlendirmemeli mi?… Bence ucuz işgücüne sahip ülkelerde büyük miktarlarda toksik atık depolamak kusursuz bir fikir ve bununla yüzleşmemiz gerek…Her zaman Afrika’daki az nüfuslu ülkelerin gereğinden az kirlenmiş olduğuna inanmışımdır… Az Gelişmiş Ülkelerde daha fazla kirliliğe karşı gösterilen argümanların (kendine özgü haklar, ahlaki nedenler, toplumsal kaygılar…) sorunu geri çevrilebilir ve her liberalleşme yanlısı banka önerisine karşı kullanılabilir olmaları.” (28)
Anti-Emperyalizm ve Ulusal Kurtuluş – 2 – İşçilerin Dayanışma Federasyonu (Kara Kızıl Notlar)
Bir yanıt yazın