Emma Goldman: Kadınların Sesi mi? – Donna Farmer

Donna Farmer’ın 1994 tarihli yazısı Anarşist Bakış internet sitesinde yayımlanmıştır.

“Hürriyet ana, asil ruhlu bir dürüstlükle kuşanmış, her birimizin özgürlüğünün herkesin özgürlüğünden kaynaklandığını kavramış olanları cömert bir sevgiyle okşar” Emma Goldman’dan Cronaca Sovversica’ya, 1 Haziran 1903

Giriş

Emma Goldman, anarşizmi, “insanın yaptığı yasaların sınırlamadığı bir hürriyete dayanan yeni bir toplumsal düzenin felsefesi; tüm hükümet biçimlerinin şiddete dayandığını, dolayısıyla da gereksiz olmalarının yanı sıra yanlış ve zararlı olduklarını savunan bir teori” olarak tanımlar.[01] Goldman’ın bakışı toplumsal devrimin yanı sıra cinsel ve kişisel özgürlük fikrini de kucaklıyordu, ancak esasen (tüm yaşamını bu ülküye vakfetmiş) bir anarşist olmasından ötürü Goldman’ın feminizmi[02] gerek kendi zamanında gerekse günümüzde pek dikkate alınmamıştır. Kadınlara oy kullanma hakkı verilmesi kampanyasına ciddiye almayarak reddetmesi ve birçok feminist reformcuya esin kaynağı olan toplumsal saflık doktrinlerine şiddetle muhalefet etmesi, gerek kendisinin feminist yaftasını reddetmesine, gerekse pek çok feministin onu “kadın özgürlüğünün düşmanı” ve “erkeğin kadını” olarak suçlamasına yol açmıştır. Bu çalışmada, onun kadınlara söyleyecek değerli bir şeyi olduğu, kendi tarzında bir feminist olmakla kalmayıp döneminin en radikal feministlerinden birisi olduğu göstermeye çalışılacaktır.

Goldman’ın sistemli bir teorisyenden çok bir eylemci olması, fikirleriyle ilgili tartışmalarda sorun teşkil eder: Yine de onun belirli fikirlerinin olduğunu göstermeye çalıştım. Fikirlerinin nasıl geliştiğini açıklayabilmek için bu fikirlerin şekillendiği bağlamı tartışmaya biraz zaman ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Yukarıda bahsedilen nedenin yanı sıra diğer feministlerden farklı olarak Goldman’ın kadınların eşitliği için verdiği kavganın, herkesin eşitliği için verdiği kavgaya göre ikinci sırada gelmesi, bu bağlamın tartışılmasını gerektiren diğer bir nedendir.

Bu çalışmanın ilk kısmında, Goldman’ın bilincini şekillendiren ve onu bir asi hâline getiren ilk etkileri tartışacağız; yaşadığı toplumlardaki (Rusya ve ABD) düşünsel ortam ve işçilerin bu toplumlardaki (çok güçlü tepki verdiği) yaşam koşulları tartışılıyor. İkinci kısımda, ABD’deki kadınların koşulları ele alınıyor: Yaşadıkları sorunlar, feministlerin tepkileri, Emma Goldman’ın durumu nasıl gördüğü ve sunduğu cevaplar.

Rusya Geçmişi

Emma Goldman, 29 Haziran 1869’da Rusya’nın Kovno ilinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Anılarında,[03] çevresindeki toplumda, ne yapacağı kestirilemeyen bir otoritenin ahlaki değerleri yıpratan etkilerini nasıl gördüğünü anlatır: Eşler ve çocuklar dövülür, köylüler kırbaçlanır, Yahudiler toplumun dışına itilir, kurallar görevlilerin arzularına göre belirlenir ve ihlal edilir. Aile yaşantısı da kaçıp sığınabileceği bir yer değildir; “çocukluğumun karabasanı”[04] dediği zorba babasının sık sık hışmına maruz kalması, başından itibaren gelişiminin “büyük ölçüde isyan hâlinde”[05] olmasını sağlar.

Aile, 1882’de St. Petersburg’a taşınır. Bir yıl bile geçmemiştir ki şöyle der: “Bu olay, varlığımı ve yaşamımın tüm seyrini değiştirdi”.[06] Bu dönem, uzun süredir Çarlık otokrasisini hedef alan radikal faaliyetlerin Çar II. Alexander’ın suikastla öldürülmesiyle doruğa çıkmasını takip eden yıllardı. Çar, halkçılık [popülizm] olarak bilinen sosyalist hareketin bir parçası olan terörist “Narodnaya Volya” (Halkın İradesi) örgütünün üyeleri tarafından öldürülmüştü. Halkçılık ilk olarak 1848 Avrupa devrimlerine tepki olarak ortaya çıkmış, bir yandan Rusya’nın gelişen sanayileşme hamlesiyle genişleyen aydınlar zümresi [entelijensiya] arasındaki çelişkilerin artması, öte yandan ise kitlelerin aşırı yoksulluğu sonucu kuvvet kazanmıştı. Rusya’da tüm zenginlik ve güç, cahil bırakılmış, yoksullaştırılmış köylülerden oluşan ve sömürülen halkın sırtından yaşamını sürdüren küçük bir toprak sahibi soylular sınıfının [landed gentry] elinde toplanmıştı. Mutlak iktidarı güçlü bir gizli polis, devasa bir bürokrasi ve Rus Ortodoks kilisesi tarafından desteklenen Çar, bu sefalet imparatorluğuna başkanlık ediyordu.

Etraflarındaki yoksullukla adaletsizliğe karşı şiddetli tepki duyan (Batı Avrupa’nın radikal düşüncesinden beslenen) Alexander Herzen ve Nikolai Chernyshevski gibi aydınlar, Rusya’ya özgü bir sosyalizm biçimi geliştirmeye başladılar. Rus köylülerinin özünde sosyalist olduklarına inanıyor, ancak köleleştirici kurumların yıkılması durumunda Rusya’nın sosyalizme doğru yürüyüşünde kapitalizmin devre dışı bırakılabileceğini savunuyorlardı. Talep ettikleri şey ademi merkezi bir tarım sosyalizmiydi. Bu toplum, toprakların, fabrikaların ve atölyelerin kolektif [ortaklaşa] mülkiyet altında olacağı; özerk ve kendi kendini yöneten geleneksel köylü komünü etrafında örgütlenecekti. Aynı zamanda yaygın eğitim ve genel oy hakkı; eksiksiz bir ifade ve basın özgürlüğü; cinsel eşitlik; geniş yetkilere sahip bir bölgesel özerkliğin tanındığı, demokratik seçimlerle iş başına gelen anayasal bir hükümet talep ediyorlardı.[07] Gevşek şekilde örgütlenmiş tartışma ve araştırma gruplarında bir araya gelip kendi kendini eğitmeyi vurgulayarak işe başlayan Halkçılar, köylülerle işçiler arasında daha örgütlü ajitasyon ve propaganda çalışmaları yapmaya, nihayetinde de (mülkiyetin tahrip edilmesini ve devlet görevlilerine suikast düzenlenmesini içeren) oldukça disiplinli ve komplocu bir terörizme yöneldiler.

Çar’ın suikast sonucu öldürülmesini takip eden dönem acımasız misillemelerin ve siyasi baskıların yaşandığı bir dönem oldu, ancak bir direniş şehri olan St. Petersburg’da liberter ve eşitlikçi fikirler varlıklarını sürdürdüler. Emma Goldman, kız kardeşinin öğrenci arkadaşları arasında elden ele dolaşan yasaklanmış makaleleri ve romanları okumaya, (çoğu hapse atılmış, Sibirya’ya sürgün edilmiş ya da idam edilmiş olan) devrimciler için kederlenmeye başladı.[08] İçinde yaşadığı toplumu giderek daha fazla sorgulamaya başladı. Halkçıların fikirlerinin ileride benimseyeceği anarşist fikirleri üzerinde etkisi olduğu açıktır.

Emma Goldman’ın kadın devrimcilere karşı duyduğu büyük saygıdan da bahsetmek gerekiyor. İleride anılarında “yaşamları hakkında ilk kez bir şeyler okuduğum andan itibaren benim için esin kaynağı oldular” diye yazacaktı.[09] Kadınların Rus devrimci hareketinde öne çıkmaları, 19. yüzyıl Avrupa solu bağlamında benzeri olmayan bir olguydu. Hareket, belki de kadınlara eşit olarak davranılan tek yerdi; devrimcilik uğraşısı, kadınların yeteneklerini tam anlamıyla kullanmalarına izin veren yegâne alandı. Kadınlar, liderlik dahil olmak üzere hareketin her düzeyinde çalışıyorlardı. Dava uğruna devrimci fedakârlıkta bulunma etiği, gerek kadının fedakârlık etmesini öngören geleneksel değerlerle, gerekse kadınların eyleme geçme, eşitlik ve toplumsal adanmışlık konularında duydukları açlıkla örtüşmekteydi.[10]

15 yaşına geldiğinde babası onu evlendirmek istedi, ancak Goldman okumak ve seyahat etmek istediğini söyleyerek babasının otoritesine isyan etti. Babasının, “kızların fazla bir şey öğrenmesi gerekmediği; doğranmış balığın nasıl hazırlanacağını, eriştenin nasıl güzelce kesileceğini ve nasıl bolca çocuk verileceğini”[11] öğrenmesinin yeterli olacağı şeklindeki tepkisi, içindeki isyan ateşini daha da alevlendirdi; böylece, kız kardeşi 1886’da Amerika’ya göç etmeye karar verdiğinde Emma da onunla birlikte kaçtı. ABD’ye altın tepsi içinde sunulmuş özgürlüklerle dolu bir yaşam bulacağı hayalleriyle gitmişti –ne var ki New York, Rochester’daki getto yaşantısında, ardında bıraktığından pek de farklı olmayan bir baskıyla ve sefaletle karşılaşacaktı.

Amerika Geçmişi

Birleşik Devletler[12] hızlı bir sınaî büyüme yaşıyordu. İş dünyası için yararlı olanın ülke için de yararlı olduğu ideolojisi hâkimdi. Kökleşmiş Amerikan özgürlük inancı açısından cazip gelen laissez-faire [bırakınız yapsınlar] iktisat sistemi hüküm sürüyordu; siyasal iktisatçılar bu sistemin rekabeti geliştireceğine, ticari girişimi teşvik edeceğine ve ulusal refahı artıracağına inanıyorlardı. Bu anlayış, eğer doğadaki var olma mücadelesinde en iyi olanın yaşaması gerektiği kaçınılmaz ve doğru ise, aynı şeyin iktisadi alanda da geçerli olması gerektiğini ima eden (Herbert Spencer’in Toplumsal Darwinciliği vasıtasıyla popüler hâle gelen) Darwin’in evrimci kuramlarıyla destekleniyordu; hükümet müdahalesinin olmadığı serbest rekabet, en etkin olan işletmelerin ayakta kalmalarını sağlayarak ulusal ekonomiyi en etkili şekilde geliştirecekti. Ancak, büyük işletmelerin hâkim olduğu bu dönemde, laissez-faire’in sonuçları kesinlikle halkın yararına değildi (özellikle de hükümet, sübvansiyonlarla, kredilerle ve korumacı gümrük tarifeleriyle laissez-faire’in temel ilkelerini yok sayarken); iktisadi sistem rekabeti öldürüyor ve (tekeller sahneye hâkim olduğunda) güçle refahın bir azınlığın elinde yoğunlaşması, siyasi gücün de yoğunlaşmasını artırarak çoğunluğun hürriyetini tehdit etme eğilimi ortaya çıkarıyordu. Bu durumu haklı göstermek için iktisadi ve siyasi gücün, zengin olmakla kalmayıp aynı zamanda iyi ve akıllı olan ayrıcalıklı bir azınlığın elinde yoğunlaşması gerektiği fikri aşılanıyordu. “Zenginlik Müjdesi” [Gospel of Wealth][13] tekelci uygulamaların kurbanları olan çiftçiler, işçiler ve küçük iş adamlarını pek az düşünüyordu.

Sanayinin büyümesi ve artan makine kullanımı, işçilerin konumunda dönüşüme yol açmıştı; fabrika, imalathane ve dökümhanelerde çalışan işçiler, emekçilerin eskiden sahip oldukları bağımsızlığı ve özgürlüğü kaybettiler; kendilerini, sıradan bir meta gibi mümkün olduğunca ucuza satın alınması gereken bir şey olarak gören şirketlerin ellerinde çaresiz piyonlar hâline geldiler.

Anarşizm

Giderek artan bir hızla ülkeye akın eden göçmen yığınlarının şehirli nüfusu sürekli artırması sorunu hafifletiyordu. 1870’ler itibariyle bu göçmenlerin büyük bir kısmı, gelişleriyle birlikte işçi sınıfını büyüten ve emek piyasasını aşırı şişiren Doğu Avrupalı köylülerden oluşuyordu; sonuçta işler azalırken ücretler düşüyordu –diğer şehirli işçiler iktisadi konumlarının tehdit altında olduğunu hissediyordu. Bu yıllar, iktisadi ve toplumsal statünün bozulmasından kaynaklanan çalkantıların hüküm sürdüğü bir dönemdi; bir yandan ülkedeki işçiler çıkarlarını daha iyi korumanın yollarını ararlarken, öte yandan da grevler, emeğin şiddete başvurması ve kırsal kesimdeki huzursuzluk, sanayileşme ile şehirleşmeye eşlik eden ciddi gerilimlerin önemini belirtiyordu.

Reform önerileri (halkçılıkla[14] sosyalizmden tutun da, çiftçi-emekçi koalisyonuna ve Henry George’un “tek vergi”sine[15] kadar) inanılmaz çeşitlilik gösteriyordu; bu durum, Amerika’nın toplumsal ve iktisadi sorunlarının gerek nedenleri gerekse çareleri hakkında halkın çoğunun içine düştüğü kafa karışıklığını yansıtıyordu. Avrupa’nın sınaî ülkelerinin çoğunda olduğu gibi ABD’de de radikaller çeşitli nedenlerle giderek sosyalizmi seçiyorlardı: İdeolojisi siyasi ve iktisadi merkezileşme eğilime direnç göstermekten ziyade onu kuvvetlendiriyordu; siyasi tekniklere bel bağlaması halen mevcut olan hükümetsel süreç çerçevesinde örgütlenmeye ve bu süreçle bütünleşmeye izin veriyordu; teknolojiye yönelik tavrı olumluydu (teknoloji, sonuçta toplumun tüm üyelerine maddi rahatlık sağlayacak bir nimet idi). Radikallerle reformistlerin çoğu dahil olmak üzere Amerikalıların çoğunluğu toplumu dönüştüren teknolojik ve iktisadi kuvvetler üzerinde uzlaşmaya varırken, anarşistler küçümseyerek bunu reddettiler. Diğerlerinin çok daha ılımlı sözlerle dile getirdikleri kuşkuları aşırı noktalara taşıdılar.

Dolayısıyla ABD’de anarşizm, giderek merkezileşen ve şehirleşen bir sanayi toplumuna eşlik eden toplumsal ve iktisadi altüst oluşlara gösterilen pek çok tepkiden biri olarak 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. Sosyalizm ve diğer radikal reform hareketleri gibi anarşizm de sermaye ile emek arasındaki çatışma, şirketler, merkezileşme, servetin yoğunlaşması, yaygın yoksulluğun ortaya çıkması ve hızlı teknolojik değişim meselelerinin üstüne gitti, ancak iradeci [voluntarist] ve ademi merkeziyetçi ideolojisiyle kendini diğer hareketlerden ayırdı.

Anarşist ideolojinin odağında, dışarıdan dayatılan (yalnızca hükümetle sınırlı kalmamak üzere bilhassa hükümette somutlaştığı hâliyle) her türlü otorite [yetke] biçiminin reddedilmesi bulunur. Anarşistler, yalnızca diğerlerinin hürriyetlerinin ihlal edilmesinin yasaklanmasıyla sınırlanan bireyin mutlak özgürlüğü konusunda ısrar ediyorlardı. Bu inanç, başka hiçbir şey üzerinde görüş birliğine varamayan anarşistleri birleştirdi; anarşist hareket[16], sosyalist hareketten hiç de geri kalmayacak ölçüde hiziplere ayrılmış ve bölünmüştü. ABD’deki en önemli iki hizip Bireyciler ve Komünist anarşistlerdi (ya da Anarko-komünistler). Bireyci anarşizm, Amerika’nın kültürel gelenekleriyle iktisadi koşullarını yansıtıyordu. Eğitimli olan ve Amerika’da doğup büyüyüp anarşizmi seçen Amerikalıların çoğu, Klasik liberalizmden doğan bu görüşe yönelmişti. Komünist anarşizmse, “Amerikan Rüyası”nın yalan vaatleriyle kandırıldığını düşünen, işçi sınıfına mensup göçmenlerle onların çocuklarına daha cazip gelmişti.

Bireyciler, hükümet otoritesini reddederek her bireyin nasıl yaşayacağını seçmekte özgür olacağı bir toplumun yaratılmasını istediler. Bu topluma ilişkin ellerindeki tek reçete, diğerlerinin hürriyetine müdahale edilmemesi ve bireysel eylemlerin bedelleriyle sonuçlarının kabullenilmesiydi. Mülkiyet sorunu, iki grup arasındaki başlıca anlaşmazlık konusuydu. Bireyciler özel mülkiyet kavramını benimsiyor, özgürlüğün önündeki temel engelin devlet olduğuna inanıyorlardı; öte yandan Komünist anarşistlerse özel mülkiyeti toplumsal ve iktisadi baskı analizlerinin merkezine yerleştiriyordu. Her ne kadar her iki grubun fikirleri de Proudhon’dan geliyorsa da[17], Komünist anarşistler aynı zamanda Marksist sınıf çatışması kuramlarından da etkilenmişti.

Emma Goldman’ın Anarşizmi

Kropotkin, 19. yüzyılın sonlarından itibaren anarko-komünizmin başlıca teorisyeni olmuştu. Kropotkin’in toplumsal teorisinin kalbinde, yaşamın temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla birbirleriyle işbirliği yapma arzusunun insan oğulları ile kızlarının asli niteliği olduğu inancı yatar.[18] Bu nitelik, bireyin, tam gelişmesini ancak toplum içerisinde gerçekleştirebilecek toplumsal bir varlık olduğu ve toplumun üyelerinden ancak özgür olmaları durumunda faydalanabileceği anlamına gelir. Kropotkin ile takipçileri bireyin ve toplumun çıkarları arasında bir çatışma görmezler; bu nedenle, korunmasına gerek olmadığını düşündükleri özel mülkiyeti devletle birlikte yıkmak isterler. Bunun yerine, üretimin özgürce yapılıp paylaşıldığı, federe olmakla birlikte özerk olan bir komünler sistemi yaratılmasını arzularlar. Bu komünlerde hem ücretler hem de hizmet karşılığı yapılan ödemeler özel mülkiyetle birlikte ortadan kaldırılacaktır, çünkü topluluk her şeyi tüm üyelerine eşit şekilde sağlayacaktır.

Anarko-komünizmin mesajı Amerikalılara hitap etmiyordu ve 19. yüzyılın sonu itibariyle “anarşizm” kelimesi pek çoğunun aklına terörü getiriyordu. 4 Mayıs 1886’daki Haymarket bombalaması, bu tepkinin kaynaklarından biriydi. Emekçilerin Chicago’nun Haymarket Meydanı’nda düzenledikleri gösteri sırasında kim olduğu bilinmeyen bir terörist bomba atmıştı. Saldırı sonucunda bir polis olay yerinde, altısı ise daha sonra ölmüştü. Yetkililer bombayı atanın kimliğini asla tespit edemediler; ancak bu durum polisin, (eylemi onlar yapmamış olsa bile) anarşist oldukları için terörizmi ahlaken teşvik etmekle sorumlu tutulan sekiz kişiyi cinayetle suçlamasını engellemedi. Sekiz kişinin yedisine ölüm cezası verildi; sonunda dördü asıldı. Emma Goldman’ın aktif bir devrimci olmaya karar vermesinde Haymarket davaları ve sonuçta anarşistlerin idam edilmesi etkili olmuştu.

“Anarşizm” der Goldman, “insan aklının dinin tahakkümünden özgürleşmesini, insan bedeninin mülkiyetin tahakkümünden özgürleşmesini, hükümetin zincirleriyle kısıtlamalarından özgürleşmeyi savunur.”[19] Anarşistler, mevcut hâliyle toplum yapısının geçerliliğini sorgularlar, ancak Emma Goldman sorgulamakla ve teoriye dökmekle yetinmek istemiyor, insanları harekete geçirmek için “eylemli propaganda”nın gerekli olduğuna inanıyordu.

20 yaşında New York’a taşındı ve çok geçmeden Alexander Berkman’ın da aralarında olduğu çok sayıda Rusya doğumlu anarşistle arkadaşlık kurdu. New York’a gelmesinden yalnızca 6 ay sonra “devrim yapmak” amacıyla başarılı geçen bir konuşma turuna çıktı. Bu olayla, Amerikan hatiplik tarihindeki en karizmatik ve etkileyici konuşmacılarından biri olarak kariyerine başlamış oldu. Bazı kutuplaştırıcı olayların sonucunda kitlelerin eyleme geçmesi durumunda, kapitalist efendilere karşı devrimin başlayabileceğine inanıyordu. 1892’de Pennsylvania, Homestead’de gerçekleşen çelik işçileri grevi iyi bir fırsat gibi gözüküyordu. Ulusun dikkati Homestead’deki şiddetli duruma odaklanmıştı; Emma ile arkadaşları, bunun “büyük bir eylem” için mükemmel bir an olduğunu düşündüler (çünkü anarşist teorilerine göre şiddet içeren propaganda, halkın kapitalist zalimlere karşı ayaklanmasını sağlayacaktı).

Plan, Rusların Çar’ı suikast düzenleyerek öldürmeleri gibi Homestead Şirketi’nin başkanı Henry Clay Flick’e bir suikast düzenlenmesiydi. Goldman’ın görevi silah satın almak için para toplamak ve eylemi dünyaya açıklamaktı. Eylem 23 Temmuz 1892’de Berkman tarafından gerçekleştirildi, ancak Flick ölmedi ve kısa sürede iyileşti.

Dünya Berkman’ın açıklamasını dinlemek istemiyordu. Anarşist güdüler bizzat Homestead grevcileri tarafından yanlış anlaşıldı, onaylanmadı ve reddedildi. Eylem, grevle ilgili meseleleri daha da karmaşık hâle getirdi ve anarşizm korkusunu ülke genelinde yeniden canlandırdı. Goldman’ın şeytani ününün başlangıcı bu dönemde oldu. New Yorklu işsizleri ayaklanmaya teşvik eden bir konuşma yaptığı suçlamasıyla (aslında ayaklanma falan olmamıştı) bir yıl hapis yatmasının ardından kötü bir şöhrete sahip oldu: Tanrıya, hukuka, evliliğe ve devlete düşman “Kızıl Emma”.

Ertesi yıl Emma Goldman, ülkeyi dolaşıp anarşist görüşlerini ateşli bir şekilde savunduğu konuşmalar yaparak ortaya çıkan her radikal krize katıldı. Goldman, anarşist görüşlerini sistemli bir şekilde formüle etmedi[20]; verdiği konferanslarda, broşürlerde, gerek anarşist gerekse ticari basında yayımlanan makalelerde ve röportajlarda geliştirdi. 1890’ların sonlarında netlik kazanan düşüncesi, Kropotkin’in Anarko-komünizm kuramı ile Stirner, İbsen ve Nietzche’nin bireyciliğini[21] harmanlıyor; Chernyshevski, Freud, Britanyalı cinsel radikaller ile Amerikan özgür aşk geleneğinden etkilenerek kadınların özgürleşmesi ve cinsel özgürlük konularını güçlü bir şekilde vurguluyordu. Teoriden çok pratikle ilgilenen Goldman, dönemin toplumunu eleştirmek ve değişim yöntemleri geliştirmek üzere bu fikirlerden faydalandı.

Siyasetinin asli temelini devlete karşı muhalefet etmek oluşturuyordu. Stratejisi, merkezi otoriteye, büyük örgütlenmelere, zorunlu askerlik gibi yasal zorunluluklara ve sansürle baskının her türüne karşı çıkmaktı. Anarşistler, yalnızca diktatörlüklere ve baskıcı hükümet otoritesine değil, devletin daha liberal biçimlerine de karşı çıkıyorlardı. Bu nedenle Goldman, bireyi ya da azınlığı çoğunluğun iradesine tabi kılması nedeniyle parlamenter demokrasiye (ve demokratik olmayan hükümet biçimlerine) karşı çıkıyordu. Bireylerin karar almayı çoğunluğun iradesine devretmeleri gerekiyordu; böylece, karar alma gücü bireyden alınarak bir temsilciye veriliyordu. Parlamenter demokrasiye karşı muhalefetinde son derece kararlıydı; insanları oy kullanmamaya, seçim kampanyalarına katılmamaya ve hükümet mevkilerinde görev almamaya çağırıyordu; ilkelerinden taviz vererek zaman zaman sosyalist ya da emekçi adayların kampanyalarına katılan ya da onlara oy veren yoldaşlarını eleştiriyordu. Seçimlerin ve oy kullanmanın, gerçekte karşılığı olmayan bir siyasi katılım yanılsaması yarattığını savunuyordu. Radikallerin siyasi makamlara seçilmesi, radikal hareket içerisinde yeni bir bürokratlar sınıfı doğuruyordu; oy sandığı ise “insanların haklarının yöneticilerin denetimine devredilmesinin bir aracı idi”.[22] Goldman’a göre mücadele seçim siyasetiyle verilmemelidir, çünkü “doğru fikirler doğru eylemlerden önce gelmelidir”; dahası, “Araçlarımız, eğitim ve ajitasyondur. İnsanlar uyumlu toplumsal ilişkileri idare eden gerçek ilkelerin farkına vardıklarında, bunu seçim sandıkları olmadan fiiliyata geçirecekler.”[23]

Anarşistler, “siyasi eylem” yerine “doğrudan eylem”i savundular –sokak gösterileri, işyeri grevleri ve bireylerin iradesinin günlük yaşamda öne çıkarılması. Goldman, kitle örgütleri ya da siyasal partiler yerine baskıcı yasalara karşı çıkmak ve radikal okullar, tiyatrolar, kütüphaneler, kooperatifler gibi alternatif kurumlar yaratmak üzere inisiyatifi ele alan küçük özerk gruplarca ya da bireylerce yapılan eylemleri savunuyordu. Aktif bir şekilde sendikaları destekliyor, onları taleplerinde daha devrimci olmaya çağırıyor ve grev yapan işçilere destek olmak üzere sık sık konuşmalar yapıyordu. “Anarşizmin mantıken tutarlı yöntemi, atölyedeki otoriteye karşı doğrudan eylem, kendi ahlak kurallarımızın saldırgan ve işgüzar otoritesine karşı doğrudan eylemdir”.[24]

Goldman, bir komünist anarşist olarak devletin yanı sıra kapitalizme de karşı çıktı. Yukarıda tartışıldığı üzere parlamenter sosyalistler, üretim araçlarının millileştirilmesini savunurken, anarşistlerse “toplumsallaştırılmasını”, başka bir deyişle özel mülkiyetin devlete değil fiilen onu işleten ya da kullanan bireylere devredilmesini desteklediler. Bu nedenle Goldman, gerek sosyalist ve popülist sosyal yardım programları taleplerine, gerekse demiryolları, kamu hizmetleri, bankalar gibi belli başlı sanayilerin millileştirilmesine karşı çıktı, çünkü bunlar hükümetin gücünü artırmaktan başka bir işe yaramayacaktı.

Çağdaşı olan anarşistlerin çoğu gibi Goldman da dine karşı antipati duyuyordu. Ateizm ve “takdir edilecek şekilde kölelerin eğitilmesine uyarlandığı”nı düşündüğü Hıristiyanlığın başarısızlığı üzerine sık sık konuşmalar yaptı; yalnızca kilisenin değil bizzat dini inancın şerlerini ısrarla vurguladı.[25] Ancak, kendisi derin bir etik ve ahlaki tutkudan ilham alıyordu. Bir keresinde şöyle demişti: “İnsanlığın yarına dair ortaya koyduğu teorinin doğru olup olmadığı umurumda değil, bugünkü ruhunun doğru olup olmadığıyla ilgileniyorum”; bu ruhu, “başkalarının aleyhine kendimizi zenginleştirmeye” çalışmamak olarak tanımlıyordu.[26]

Emma Goldman, anarşizmin “başta özel mülkiyet olmak üzere her şeye karşı çıkmak”tan ibaret olmadığını, “insan ırkını esaret altında tutan mevcut kurumların alaşağı edilmesi”ne adanmak olduğunu vurguluyordu.[27] Aynı zamanda bu, her bireyin potansiyelinin tam anlamıyla ifadesini bulacağı özgür bir toplumun inşa edilmesine bağlılık demekti. Kropotkin’in insanoğulları ile kızlarının “doğuştan” toplumsal varlıklar olduğu, dolayısıyla bireysel ve toplumsal içgüdüler arasında özünde hiçbir çelişki olmadığı şeklindeki görüşünü kabul ediyordu. Güçlü otorite kurumlarının ve “insan yapımı yasalar”ın tahakkümü olmadığında insanlar, “hiçbir dışsal kuvvet olmaksızın kendisini serbestçe, kendiliğinden dayatan ve doğanın gereksinimleriyle uyum içinde olan, her insanın içindeki etken” olarak tanımladığı doğal yasanın emirlerini takip etmekte özgür olacaklardır. Yapay otorite biçimlerinin ortadan kaldırılması kaosa değil, toplumsal işbirliği ile karşılıklı yardımlaşmanın “doğal” biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olacaktır.[28]

Çoğu anarşist gibi Goldman da geleceğin anarşist toplumunun reçetesini yazmayı reddediyor; “bu toplumdaki iktisadi düzenlemelerin peyderpey özgür komünizme doğru evirilen … gönüllü üretici ve dağıtıcı birliklerden oluşması gerektiği”ni onaylamakla yetiniyordu.[29] Anarşist toplum, “insanın emeğinin ürünlerini” çalmakla kalmayıp onun “özgür inisiyatif ve özgünlük gücünü, yaptığı şeylere yönelik ilgisini ya da arzusunu” da çalan mevcut toplumun aksine, bireyi anlamlı işler yapmakta özgür bırakacaktır. İşçi sanatçıyı andıracaktır; “İşçinin bir masa yapması, bir ev inşa etmesi ya da toprağı sürmesi, sanatçının bir resim yapmasına ya da bilim insanının icat yapmasına eşit olacaktır –ilhamın, yoğun arzunun ve yaratıcı bir kuvvet olarak çalışmaya beslenen derin ilginin bir sonucu.[30]

Emma Goldman, anarşist (herkesin kapitalizm, devlet ve kilise tiranlıklarından özgür olacağı bir dünya) anlayışına ataerkinin tiranlığını ekledi. Goldman’ın anarşizmini çağdaşlarından farklı kılan şey, cinselliği siyasetinin temel ilgi alanı yapmaktaki ısrarıydı; çünkü o, tüm tiranlıkların ahlaken kendi kendini güçlendiren nitelikte olduğunu görmekle birlikte, kadınların ezilmesinin erkeklerin ezilmesinden farklı olduğunu açıklığa ortaya koyarak, kadınların mağduru oldukları benzersiz baskıya ve koşulları anladığını gösteriyordu.

ABD’de Kadınların Koşulları

Emma Goldman’ın Amerikan toplumuna yönelik tepkilerini genel hatlarıyla tartıştıktan sonra, kadınların 18. ve 19. yüzyılın başlarında Amerikan toplumu içerisindeki konumlarını tartışmaya başlayarak kadınlarla ilgili özgül sorunlara nasıl bir tepki gösterdiğini inceleyebiliriz.[31]

İş ve ticaret, erkekleri evlerinden uzaklaştırırken, kadınları ticaret dünyasından yalıtılmış bir hâlde evde yalnız başlarına bırakmıştı. Kadınların aile içindeki rolleri her zaman en önemli rolleri olmuştu, ancak evvelce bu rolü erkeklerle paylaşıyorlardı. Örneğin, koloni çiftliklerinde, her iki cinsin de emeği eş derecede gerekliydi –erkek ve kadınlar birlikte çalışıyorlardı. Yeni orta sınıf içinde, ev ve aile giderek çalışma ve para dünyasından ayrı görülür hâle gelmişti. Kadınlar bu değişiklikten ciddi şekilde etkilenmişti. Orta sınıf mensubu kadınlar evlerinde geleneksel işlerini yapmayı sürdürdüler –yemek pişirmek, elbise dikmek ve ev işlerini yapmak, ancak erkeklerin aksine karşılığında herhangi bir ödeme almadıkları için bunlar artık “gerçek birer iş” olarak görülmüyordu. Amerika’da ilk defa kocaları tarafından “bakılıyor” gibi gözüken bir kadınlar sınıfı ortaya çıkmıştı. Onlar artık birer ortak değil, bağımlı kişilerdi; sanayi toplumunun gelişmesi kadınların çalışmasının tanımını değiştirdi.

Ancak, iktisadi önemin orta sınıf evden uzaklaşması, evin ve aile yaşantısının önemini azaltmadı. Gerek ev hakkındaki, gerekse “piyasa alanının acımasızlıkları” karşısında evde güvende tutulan kadınlarla çocuklar hakkındaki fikirlerin duygusal önemi arttı. Ev ile aile, orta sınıfa mensup erkeğin giderek sergilemekten alıkonulduğunu hissettiği duygusal değerlerle hislerin muhafaza edildiği bir duygusal mahfaza hâline geldi. Kadın, iş hayatının erkeği mahrum bıraktığı saflığı, maneviyatı ve erdemi barındıran, kocasının “hayat arkadaşı” hâline geldi. Erkekler, kendi doğalarının duyarlı yanını kadınlar vasıtasıyla yeniden kazanmaya çalıştılar.

Her ne kadar yeni cinsel tanımlar ile iktisadi uygulamalar arasındaki bağlantıyı o dönemde pek az kişi fark etmiş olsa da, değişen cinsler arasındaki ilişki birçokları tarafından algılanıyordu; gerek erkek gerekse kadın yazarlar, “erkeğin alanı” ve “kadının alanı” dedikleri şey hakkında uzun uzadıya yazıyorlardı; zıt niteliklere sahip insan türünün iki ayrı kolu temel alınarak insan kişiliğine dair kapsamlı bir teori geliştirildi. Erkeklerle kadınların birbirlerinden tamamen farklı olduğu (örneğin, kadınlar bağımlı ve dayanıksız, erkeklerin bağımsız ve katı olduğu) fikrine 1700’lerde rastlanırken,[32] o zamanlar bu fikir erkeklerle kadınların paylaştıkları niteliklerin de olduğu fikriyle genellikle dengeleniyordu.[33] 1800’lere gelindiğinde, ortak tutumlar büyük ölçüde unutulmuştu; düşünce ve karakter özelliklerinin her iki cins için birden değil de her biri için ayrı ayrı geçerli olduğu düşünülüyor ve bunun aksi durumlar, normdan sapmalar olarak görülüyordu. Bu fikirler daha çok orta sınıf içinde yaygın olsa da, okuma yazma bilen işçi sınıfı içinde de hızla yayılıyordu ve işçi sınıfından kızlar, yeni kadınlık ideallerine ulaşamamak gibi yeni bir sorunla karşı karşıya kalıyorlardı. Birçoğu sosyal durumu daha iyi birisiyle evlenerek iş hapishanesini, hâli vakti yerinde bir adamla yapılan ve daha rahat bir evlilik hapishanesiyle değiştirme umuduyla yetiştirme programlarına katılıyordu. Kadının evde yaptığı çalışmanın değersizleşmesine, diğer iktisadi fırsatların kapanması eşlik etti. Çoğu meslekte kadınların kabul edilmediği resmi eğitimin alınmasını gerektiği için artık çalışmak isteyen kadınların önünde daha az seçenek vardı. Kadınların çoğu ücretlerin düşük olduğu birkaç işte çalışmak zorunda kalıyordu –hizmetçilik, öğretmenlik, terzilik ve fabrika işçiliği– ve bu işlerden hiçbirisi kadınlara statü ya da iyi bir ücret sağlamıyordu.

Alt sınıflara mensup çalışan kadınların kötü durumunu tartışmadan önce çelişkili bir durumdan bahsetmek gerekiyor. Yüzyılın hemen başında daktilo, yazar kasa ve telefonu iş dünyasına sokan yenilikler, eğitimli kadınların önünde yepyeni iş fırsatları yaratarak tezgâhtar, sekreter, daktilograf ve santral görevlisi olanların statülerini değiştirdi. Bu bağımsız kadınlar, kadının yerinin evi olduğu öncülüne dayanan kurallarca artık yönetilemeyecekti; küçük bir azınlık olmalarına karşın örflere, ahlak ilkelerine ve genel yaşam tarzına karşı bir tehdit olarak görüldüler. Hareket içinde, daha kapsamlı sivil hakları ve kadınların oy kullanma hakkını destekleyen fikirlerin gelişmesine güç kazandırdılar. Emma Goldman’ın bu yeni kadın tipi hakkında söyleyecek çok şeyi vardı, buna aşağıda geri döneceğim.

Sanayi ekonomisinin ortaya çıkması aynı zamanda alt sınıflara mensup çalışan kadınlar için yeni koşullar doğurdu. Sanayi Devriminin başlangıcından itibaren kadınların, bir zamanlar yalnızca aileleri için ürettikleri gıdaları seri olarak üretmeleri gerekli olmuştu. 1900’lara gelindiğinde ABD’de 5 milyon kadın ücretli vardı; bu, ülkenin toplam işgücünün beşte birini oluşturuyordu.[34] 1880’den sonra, göçmen akınıyla birlikte fabrika işleri kadınlar için en yaygın ikinci istihdam biçimi hâline geldi. Kadınlar, “yalnızca kadınlar için” diye belirtilen fabrika işlerine girdiler; bunlar, onlara yaşayabilecekleri bir ücret sağlamayan, ödemenin parça başına ücret sistemine göre yapıldığı vasıfsız işlerdi. Kadınlar, işgücü içindeki en ucuz işçi havuzunu oluşturuyorlardı.[35]

Emma Goldman, 1885’de New York, Rochester’da bir manto fabrikasında çalıştı. Burada, St. Petersburg’da çalıştığı eldiven fabrikasındakinden çok daha büyük bir “hareket alanı” vardı, ancak iş “çok daha zorluydu ve sadece yarım saatlik öğle yemeği arasının olduğu çalışma süresi (on iki saat) bir türlü bitmek bilmiyordu. Sıkı disiplin en küçük serbest hareketi dahi yasaklıyor ve ustabaşının gözünün sürekli üzerimde olması, kalbimin üzerine bir taş gibi çörekleniyordu”.[36] Yahudi göçmenlerin çoğu gibi Emma Goldman da Rusya’da emek ve sosyalist hareketleriyle temasa geçmiş, işçilerin Rus ve Amerikan fabrikalarında karşılaştığı ortak sorunların farkına varmıştı. Çoğu kadını işgücü içerisinde ikincil konumda tutan toplumsal ve iktisadi etkenleri de kavramıştı:

“Ancak, devasa kadın işçiler ordusu içindeki çok küçük bir azınlık çalışmayı erkekler gibi kalıcı bir mesele olarak görüyordu. Ne kadar zayıf durumda olursa olsun erkeğe bağımsız olması ve kendi geçimini sağlaması öğretilmiştir… Kadınsa kendi konumunu, ilk elde işten çıkarılacak geçici bir işçi olarak görür. Bu nedenle kadınları örgütlemek erkeklere oranla son derece güçtür. ‘Neden sendikaya katılayım ki? Evleneceğim, bir evim olacak.’ Çocukluğundan beri ona en büyük arzusunun bu olması gerektiği öğretilmemiş midir?”[37]
Bazı çalışan kadınlar erkek sendikalarına girmeye çalıştılarsa da, emek hareketine önderlik eden erkeklerin kadınları örgütlemeye değer bulmadıkları gerçeği onların genel ilgisizliğini artırmıştı. Bu, kısmen evlendiklerinde kadınların emekliye ayrılmaları (her ne kadar çoğu için emeklilik geçici olsa da) gerçeğinden, kısmen de çalıştıkları vasıfsız işlerin onları değersizleştirmesi gerçeğinden kaynaklanıyordu. Erkeklerin kadın çalışanları desteklememelerinin bir diğer nedeniyse, çoğu erkeğin kızlarını ve eşlerini fabrikadan uzak tutmayı becerdikleri zaman iktisadi adaletin sağlanabileceğine inanıyor olmasıydı. Amaç kadınların çalışma koşullarını iyileştirmek değil, fabrikaları kadınlardan temizlemekti. Diğer sendikacılarsa, çalışan kadınların erkeklerin üçte biri ile yarısı arasında ücret almasından ötürü erkeklerin ücretlerini aşağı çektiklerine ve erkeklerin çalıştıkları işleri tehdit ettiklerine inanıyordu. Hem emek hareketi hem de siyasal sol içindeki sosyalist erkekler teoride kadınların eşitliğini savunuyor, ancak pratikte bu eşitlik için mücadele edecek özel bir kadın hareketini desteklemeyip, kadınlar söz konusu olduğunda muhafazakâr tutumu devam ettiriyorlardı. Ancak, 1800’lerin sonlarına gelindiğinde bazı erkek sendikaları ile orta sınıf mensubu kadınları bir araya getiren örgütler, çalışan kadınların karşı karşıya olduğu sorunları fark etmeye başladılar ve kadın reformcularla feministlerin desteğini alan çalışan kadınlar, militan örgütlenme girişimleri başlatacak bir güce sahip oldular.
ABD’de Feminizm

Alix Kates Shulman, Emma Goldman’ın feminizmini anlamak için feminizmin yekpare bir bütün olmadığını anlamamız gerektiğini belirtir.[38] Geçmişte olduğu gibi bugün de farklı feminist siyaset akımları olduğunu söyler –iktisadi meseleler, cinsellik ve aile meseleleri, yasal ve anayasal meseleler ve kadın merkezlilik. Bu akımlar, “gerek zamana ve mekâna, gerekse onları sahiplenen bireylere bağlı olarak farklı örtüşme ve dışlama kalıpları içinde bir bütün oluştururlar”. Emma Goldman’ın zamanında da feminizm biçimleri bugün olduğu kadar çeşitliydi. Burjuva feminizmini, kadın sendikal hareketini, reformcu ya da toplumsal feminizmi, kadın dernekleri hareketini de kapsayan çok sayıda eğilim vardı; toplumsal saflığı merkeze alan feminizm de, ilk zamanlardan beridir varlığını sürdüren radikal bir feminizm de vardı. Dolayısıyla, daha sonraki araştırmacıların hareketin tamamını oy hakkı mücadelesi altında toplama eğilimine karşın ortada engin, karmaşık ve sıklıkla da çelişkili bir hareket vardı.[39]

Ancak, çelişkilerine karşın teorinin bir kısmı tüm feministler için ortaktı; Amerikan toplumunun kadınlar açısından bazı eşitsizlikleri kurumsallaştırdığına ve buna bir çözüm getirilmesi gerektiğine inanıyorlardı; kadınların, toplumsal süreçlere katılma ve bu süreçleri etkileme haklarının olduğunu konusunda hemfikirdiler. Bu mutabakatın ötesine geçildiğinde bir ikilem ortaya çıkıyordu: Kadınlar güçlerini, erkeklerle olan farklılıklarını mı, yoksa ortak insanlıklarını mı vurgulamak için kullanacaklardı?

Savaştan önceki dönemin feminizmi radikaldi. Kölelik karşıtı hareketin aşırı kanadını güçlendiren siyasi öfkeyi ve ahlaki coşkuyu birleştirmişti.[40] İlk feministler eşin itaatkâr olması anlayışını reddettiler, kamusal tartışmalarda sesiz kalmayı kabullenmediler, eğitim kurumlarından faydalanma hakkında ısrarcı oldular ve 1848’de oy kullanma hakkı talep ettiler. İlk feministlerin radikalizmi, iktisadi bağımlılığın özünde yatan eşitsizliğin (evlilik ilişkisinin yeniden gözden geçirilmesi sonucunda) fark edilmesi ile kadınların kamusal yaşamda rolü olduğunda ısrar edilmesinin birleştirilmesinden besleniyordu.

Yakın zamanda bir tarihçi[41] oy hakkı talebinin kendi başına radikal olduğunu söylemişti, çünkü “etki alanlarını geleneksel sınırların ötesinde genişletme kavgası veren kadınlar açısından siyasal haklar, kadınların statüsünde köklü bir değişikliği, onların kamusal yaşama dahil olmasını içeriyordu”. Bu açıklama savaş öncesi dönem için tatmin edicidir, çünkü feministler oy hakkını, içinde bulundukları kısıtlayıcı ve ev içiyle sınırlı alanlardan kaçışın bir yolu olarak görüyorlardı; ancak, 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, artık feministlerin çoğunluğu oy hakkını kadınların evden kurtulmasının ilk adımı olarak görmüyor, pek çoğu kadınların oy kullanmamasının toplumda herhangi bir kopuşa neden olmayacağı görüşünü dile getiriyordu.

19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, kadının ahlaki üstünlüğü teorisi, Amerikan kamusal ve özel yaşamında herkesçe kabullenilen bir önerme idi. Kadının üstünlüğünün kabullenilmesinden kadının yozlaşmış toplumu saf hâle getirmesi gerektiği inancına varmak için küçük bir adım atmak yeterliydi. Kadınlar, yozlaşma meselesini erkeklerin ve gücün dünyasına sokulmanın bir aracı olarak kullandılar. Amerikan evlerini saf hâlde tutmalarından ötürü tüm dünyayı temizlemek için de kendilerine ihtiyaç olduğunu ilan ettiler. “Alan teorisi” genişletilecekti –toplumun ihtiyaçları, daha iyi olan cinsin sessiz kalmasına izin vermeyecek kadar büyüktü. Reform, kadınların çok kullandığı bir deyim hâline geldi. Oy hakkı taraftarları, Amerika’yı reforma tabi tutmak için oy kullanma hakkını talep ettiler; bunu, alkolü yasaklayarak, fahişeliği sona erdirerek, suçluları kısırlaştırarak, hapishaneleri iyileştirerek, kızlarla oğlanlara beden eğitimi vererek, ahlaksızlığı sona erdirmenin bir aracı olarak cinsel eğitim vererek, temiz gıda kanunları çıkararak ve daha yüzlerce başka yolla yapacaklardı.[42] Reformcuların ilgilendikleri meselelerin çoğu siyasi ve iktisadi idi, ancak bu meseleleri algılayış şekilleri neredeyse daima ahlaki idi. Toplumsal Darwinciliğin toplumun mükemmelleştirilebilirliği duyduğu inanç, bu reform hevesini besliyordu. Toplumsal Darwinciler, toplumu daha üst bir duruma evirilme sürecinde olan bir organizma olarak tanımlıyor, kadınların erkeklerden daha fazla geliştiklerine inanılıyorlardı; bu durum, reform hareketine katılan kadınların itibarını daha da artırdı. Bu iddia, kadınların bariz bir şekilde “bayağı” ve “hayvansı” cinsel dürtülerle arzulardan yoksun olmasıyla “kanıtlanıyor”du; toplum mükemmel hâle getirildiğinde, kadınların yanı sıra erkeklerin de şehvetten yoksun olacaklarına inanılıyordu. Ancak, şimdilik iffeti erkeklere öğretmeye çalışmak kadın reformculara düşüyordu. Toplumu iyileştirme amaçlı faaliyetleriyle evrim sürecini hızlandırabileceklerine inanan reformcular, çalışmalarını insan toplumunun mükemmelleştirilmesine yönelik adımlar olarak görüyorlardı. Kadınların, oy sandıklarında üstün ahlak anlayışlarını ifade etmelerine izin verildiği takdirde, alkoliklik ve fahişelik gibi toplumsal hastalıkları hafifletebilecekleri iddiasıyla yetmişlerin ortasında ülkeyi kasıp kavuran ve daha sonra da belirli aralıklarla ortaya çıkan toplumsal saflık kampanyalarına birçok feminist destek verdi. Oy hakkı taraftarları, “devletin büyük bir aileden, ulusun eski bir çiftlik evinden başka bir şey olmadığı”nı; dolayısıyla kadınların besleyip büyütme işlevlerini aile çevresinden daha büyük olan topluma genişletmelerinin, onların geleneksel ev içi rollerini terk etmelerine yol açmayacağını savunuyorlardı.[43]

Dolayısıyla, 19. yüzyıl boyunca feminist hareket, kölelik sorununda aşırı konumları benimseyen (bu nedenle de radikalizmi kendilerine yakın bulan) kadınların hâkimiyeti altındaki bir hareket olmaktan çıkıp, radikal geleneğin birleştirici tutarlılığından yoksun ve kadınların daha geniş bir kesimini kapsayan bir harekete doğru gelişme gösterdi; bu nedenle, ister istemez tutuculaştı. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde sonuç, oy hakkı taraftarı örgütler, kadın dernekleri ve Hıristiyan Alkol Karşıtı Kadınlar Birliği [Woman’s Christian Temperance Union] gibi reform grupları dahil anayolcu feminizmin, kadınların siyasal ve yasal eşitliğinin tanınmasının gerekçesi olarak kadınlarla erkekler arasında doğuştan farklar olduğu (kadınların annelik ve doğurganlık rolleri yüzünden düşünsel ve psikolojik olarak erkeklerden farklı olduğu) fikrini kullanmayı seçmesi oldu.

19. yüzyılın son yıllarında, örgütlü kadın hakları hareketinin (daha önce tartışıldığı üzere) “Anneliğin Gizemi”ne teslim olduğu argümanı vardır, ancak bu kısmen de olsa kitlesel katılımı sağlamaya yönelik taktik bir adım olabilir.[44] Vurgudaki kayma ister ideolojik isterse taktiksel olsun, hareket bir bütün olarak daha az radikal, daha az tehditkâr, dolayısıyla da köklü bir değişime yol açma olasılığı daha sınırlı bir hâle gelmişti. Emma Goldman ile diğer anarşist-feministler, ikileme önerilen bu çözümü kabullenmeyi reddettiler. Cinsler arasında dikkate değer düşünsel ya da psikolojik farklar olduğunu anlayışını kesin bir dille reddederek, paylaşılan insanlığa dayanan mutlak bir eşitlik için ısrar etmeyi sürdürdüler.

Aralarındaki pek çok çelişkiye karşın anarşizmle feminizmin belli bir yakınlığının olduğunu görebiliriz. Gerek tanımı gereği anarşizm, gerekse geliştiği hâliyle radikal feminizm, temelden ve son derece hiyerarşi ve otoriterlik karşıtıdır. Her ikisi de büyük siyasi partiler yerine küçük grupların kolektif faaliyetlerine dayanarak aşağıdan yukarıya şekillenen, gevşek ve gönüllü toplumsal örgütlenmeyle işler; her ikisi de değişimi teşvik etmek için doğrudan eylemi tercih eder.[45]

Emma Goldman’ın Feminizmi

Kadınlar söz konusu olduğunda Emma Goldman bir radikal miydi, yoksa (gerek kendi döneminde gerekse günümüzde) bazı yorumcuların dediği gibi kadın sorununda bir muhafazakar mıydı?

Dale Spender, Emma Goldman’ın kadınların sorunları hakkında hiçbir özel anlayışı olmayan, ancak eril bağlamda radikal olarak sınıflandırılabilecek bir muhafazakâr olduğunu düşünür. “Ona göre kadınların ezilmesinin gerçek kaynağı kapitalizmdi; başka bir kanıt aramadı ve başka açıklayıcı fikirlere ihtiyacı yoktu.”[46] Ardından Goldman’ın kadınların kolektif deneyimini kendi referans çerçevesine dahil etmediğini söyler; bundan dolayıdır ki erkeklerin kapitalizmde kendi durumlarını izah etmek amacıyla sundukları tanımlamaları ve açıklamaları sorgulamadan kabul edebilir, (birkaç istisnayla) kadınlar için de durumun aynı olduğunu varsayar ve kadınların kapitalizmden önce de ya da kapitalist olmayan kültürlerde de ezilmesiyle ilgili meseleleri göz ardı eder. Amacım, Goldman’ın düşüncelerinin açıkça olmasa da bu dışarıda bırakılan şeyleri de kapsadığını, kapitalizme karşı verdiği anarşist mücadelenin feminizme karşı olmayıp, aksine onu güçlendirici yönde olduğunu göstermek.

Gerek geçmişte gerekse günümüzde feministlerin Emma Goldman’a yönelttikleri temel suçlama, onun kadınların oy hakkı kampanyasına karşı çıkmasıyla ilgilidir. Oy hakkı taraftarları oy kullanmanın kadınları güçlendireceğini düşünüyorlardı, ancak yukarıda işaret ettiğimiz üzere bunu, kadınların geleneksel evlilik kurumu içindeki güçlerini artırmak yoluyla yapmak istiyorlardı. Bu, genelde orta sınıf ağırlıklı ve muhafazakâr bir hareketti; tüm yaşamı boyunca işçilerin mücadelesi içinde yer alan Goldman açısından böyle bir hareket şüpheli bir şeydi. İster seçilmiş isterse seçilmemiş olsun tüm biçimleriyle hükümete karşı çıkan, tüm hükümetlerin yozlaştırıcı olduğunu ve devletin başlıca baskıcı eyleyici [ajan] olduğunu düşünen bir anarşist olan Goldman, oy hakkı mücadelesini kadınların gerçek mücadelesinden bir sapma olarak görüyordu.

“Kadınların oy hakkına, kadının eşit olmadığı gibi geleneksel bir gerekçeyle karşı çıkmıyorum. Kadınların erkeklerle eşit oy kullanma hakkına sahip olmaması için hiçbir fiziksel, psikolojik ya da akli neden görmüyorum. Ancak bu durum, erkeklerin başarısız olduğu bir hususu kadınların başarabileceği gibi saçma bir düşünceye kapılmama neden olamaz.”[47]
Goldman, anarşist gerekçelere dayanan sınıfsal nedenlerin yanı sıra kadınların çıkarları gerekçesiyle de oy kullanma hakkına karşı çıkıyordu. (Çoğu oy hakkı hareketiyle ittifak içinde olan) Alkol Karşıtı Birlikler ile Alkolün Yasaklanması Partisi’nden [Prohibition Party] cinsellik karşıtı Saflık Birliklerine [Purity League] kadar toplumsal saflık hareketinin tamamının kadınların özgürlüğüne zararlı olduğunu düşünüyordu. Oy hakkı lehine öne sürülen düşünceye, yani oy kullanma hakkına sahip olurlarsa kadınların siyaseti saflaştıracağı düşüncesine karşı şunları yazıyordu: “{Kadının} saflaştırmaya uygun olmayan bir şeyi saflaştırmayı başaracağını varsaymak, ona doğaüstü güçler atfetmek olur”.[48] Oy kullanma en iyi durumda kadınlarla ilgisi olmayan bir şeydir:
“{Kadının} gelişmesi, özgürlüğü, bağımsızlığı kendisi tarafından gerçekleştirilecektir. İlk olarak, kendisini bir seks metası olarak değil, bir kişilik olarak dayatmasıyla. İkinci olarak, bedeni üzerinde başka herhangi birisinin hak iddia etmesini reddederek; istemedikçe çocuk doğurmayı reddederek; Tanrı’ya, devlete, topluma, kocaya, aileye ve benzeri şeylere hizmetkârlık yapmayı reddederek. Yaşamını daha basit, ancak daha derin ve daha zengin yaparak. Yani, kamuoyu görüşü ile halkın ayıplaması korkusundan kendisini kurtararak, yaşamın anlamını ve özünü tüm karmaşıklığıyla öğrenmeyi deneyerek. Kadınları oy sandığı değil, ancak bu özgürleştirecektir.”[49]
Bazı kadınların oy kullanmayı, cinslerini kilisenin, devletin ve evin boyunduruğundan kurtarmak için istediklerini kabul etmekle birlikte, oy hakkı taraftarlarının çoğunun “kendisini daha iyi bir Hıristiyan, ev kadını ve devlet yurttaşı –ki bunlar kadınların ezelden beridir hizmet ettikleri Tanrılardır– yapmak için” oy kullanmak istediğini savundu.[50]

Goldman’a göre oy kullanma mücadelesi dikkati gerçek mücadeleden saptırıyordu; kadınların umutları, hükümet düşmanı tarafından kirletiliyordu. Onu eleştirenlerin işaret ettiği üzere oy vermenin pratik sonuçları hakkındaki tahminleri ve hükümete olan düşmanlığı, onu oy hakkı lehine olan doğal haklar argümanına karşı körleştiriyordu; ancak, oy hakkına hararetle karşı çıkması feminist karşıtı ya da kadın karşıtı değildi, kadınların özgür olduğunu görme arzusuna dayanıyordu.[51] Emma Goldman, kadınların (erkeklerle beraber) anarşist bir toplum yaratmak için çalışması gerektiğine inanıyordu; toplumun bir bütün olarak yeniden yapılandırılması, kadınların kendileri için bağımsız, üretken ve anlamlı yaşamlar yaratmalarını sağlayacak şekilde bireysel, toplumsal ve ahlaki kuralların aşılmasını içermek zorundaydı.

Anarşist-feministler, devlet yapısını sorgulamanın ötesine geçerek ataerkil aile yapısını da sorguladılar. Goldman ve diğer anarşist feministler, radikal öncellerinin açtığı yoldan ilerleyerek, aile ilişkisinin ne ölçüde eşitliği engelleyici olduğunu görmek amacıyla cinsel ve ailevi ilişkileri inceliyorlardı. Toplumsal cinsiyet [gender] sorununu incelediler; kadın söz konusu olduğunda doğal olarak görülen şeyin, teorisyenin desteklediği toplumsal ve iktisadi yapı tarafından dayatıldığını, bu toplumda kadınlara biçilen işlevlere uygun olacak şekilde tanımlandığını irdelediler.[52]

Emma Goldman’a göre kadınların toplumda aşağı konumda bulunmasının temelinde cinsellikle ve doğurganlıkla ilgili meseleler yatıyordu; İktisadi etkenlerin yanı sıra bastırma gibi sosyo-cinsel etkenlerin de kadınları baskı altına almak için kullanıldığını fark etti. Ailenin doğal ve gerekli bir kurum sayılması, kadınların aile içinde üstlendikleri cinsellik, doğurganlık ve çocuk yetiştirme işlevleriyle tanımlanmasına yol açabilirdi. Bu durum, (oy hakkı hareketinde gördüğümüz üzere) kadınlar için erkeklerden tamamen farklı bir ahlak kuralları ve haklar anlayışının tavsiye edilmesine yol açabilirdi. Ailenin gerekliliği varsayımı, teorisyenlerin biyolojik farklılıkların, ailenin gerektirdiği cinsiyet rollerindeki diğer tüm geleneksel ve kurumsal farklılıkları gerektirdiğini kabul etmelerine yol açar. Bunun sonucunda, kadının kısıtlanmış rolünü bizzat onun doğasının dayattığı farz edilmiş, filozoflar kadınları açıkça tartışırken insan doğasıyla ilgili çeşitli anlayışlarını genellikle kadınlarla ilişkilendirmemişler ve kadınlara farklı bir rol biçmekle kalmayıp onları ayrı olarak ve genellikle de erkeklerle karşıtlık içinde tanımlamışlardır.[53] Bunu fark eden Goldman, kadının alta sıralanmasının [subordination] köklerinin, yıkılması gereken cinsel ve ailevi ilişkilerden oluşan modası geçmiş sistemde olduğunda ısrar ediyordu. “Püriten ahlak”, evlilik, zorunlu çocuk yetiştirme ve ataerkil ailenin doğası; tüm bunlar kadınların yaşamını kısıtlayan nedenler arasındaydı.

Goldman doğum kontrolü, özgür aşk[54] ve özgür annelik gibi cinsel radikalizm unsurlarını benimsemişti. Ona göre kişisel özerklik, siyasal ve yasal hakların kendiliğinden oluşturamayacağı cinsel eşitliğin asli bir bileşeniydi. “İçsel tiranlar”, kadınları, yasal ve iktisadi etkenlerden daha fazla engelleyip sakatlıyordu:

“Kadını mücerret [genellikle dini nedenlerden dolayı evlenmeme -çev.], fahişe ya da umursamaz, birbiri ardına doğurduğu çocukların yetiştiricisi konumuna mahkûm eden şey ahlaktır… Din ve ahlak, insanlara boyun eğdirmekte sopa ya da silahtan çok daha etkilidir.”[55]
Goldman’ın düşüncesine göre kadınların eşitliği için atılacak ilk adım, erkeklerden ve erkek egemen kurumlardan iktisadi, psikolojik ve cinsel açıdan bağımsız olmaktı. Bu, erkeklerle kadınların özünde aynı oldukları inancına dayanıyordu. (İnsanlar arasında bireysel farklılıklar olmasına karşın, düşünsel ve psikolojik farklılıkların toplumsal cinsiyet temelli olmadığına, dolayısıyla da kadınların kamusal yaşamda rol sahibi olmaya hakları olduğuna inanıyordu.) Şimdiye kadar karşılaştığı erkeklerin neredeyse hepsinin, yaptıklarını kendi cinsi için uygunsuz görerek engellemeye çalıştığını ve onu “kadın işte” diye hafife aldığını düşünüyordu: [56]
“Her yerde kadına yaptıklarının değerine göre değil, cinsiyetine göre davranılmaktadır. Bu nedenle var olma hakkının, hangi meslekte olursa olsun bir konuma sahip olma hakkının bedelini cinsel lütfuyla ödemek zorunda kalması neredeyse kaçınılmazdır. Dolayısıyla, kendisini (evlilik yoluyla ya da evlilik dışı bir şekilde) bir adama ya da birden fazla adama satması ancak bir derece sorunudur.”[57]
Evlilik kurumunu, kadınların hor görülmesine yol açan bir kurum olarak, hatta yasal fahişelik olarak görüyordu:[58] “Evlilik kurumu kadını bir asalak ve mutlak bağımlı birisi hâline getirir. Onu yaşam savaşımı karşısında güçsüzleştirir, toplumsal bilincini yok eder, hayal gücünü felç eder ve ardından da ona aslında bir kapandan başka bir şey olmayan lütufkâr korumasını dayatır… Evlilik kadını … bir bağımlının, çaresiz bir hizmetkârın yaşamına hazırlarken, erkeğeyse başka bir insanın yaşamını rehin alma hakkı bahşeder.”[59]

Goldman’a göre evlilik, kamuoyu uğruna boyun eğilmesi gereken bir kuvvettir; ikiyüzlü bir şeydir ve aşkla hiçbir ilgisi yoktur. İlişkilerin bağlayıcı kuvveti aşk olmalıdır. “Evlilik esasen iktisadi bir düzenlemedir”; her kadının bedelini kendine olan saygısıyla, “ölüm ayırana kadar bizzat yaşamıyla ödediği bir sigorta anlaşmasıdır”. Erkek ise yalnızca iktisadi anlamda bir bedel öder.[60] Kadınların aşk için değil de pratik nedenlerden ötürü, mali güvence için evlenmeleri onu tiksindiriyordu. “Özgür Aşk? Sanki özgür olmadıkça aşk olabilirmiş gibi!” Özgür aşk kendisini “kayıtsız şartsız, sınır olmaksızın ve tam anlamıyla” verebilir diyordu. “Bir kere kök saldığında” tüm mahkemeler bir araya gelse bile “onu topraktan sökemez; ama eğer toprak verimsizse o zaman evlilik nasıl meyve verebilir?”[61] Kurumsallaşma, diğer her şey gibi aşkı da kirletmiştir. Aşk evlilikleri olabileceği gerçeğini reddetmiyordu, ancak gerçek bir aşkın olduğu durumlarda evliliğin gereksiz olduğunu söylüyordu. Yalnızca “sevgi evliliği”ne inanıyordu. “Eğer iki insan birbirinden hoşlanıyorsa”, o zaman “aşkları sürdükçe birlikte yaşama hakları vardır. Aşk sona erdiğinde, onları hâlâ bir arada tutmak ne kadar aşağılıkça bir ahlaksızlık olur”.[62]Ardından, “[insan] ırkın saadetinin ya da ıstırabının temeli” olarak “cinsellik sorunu”nu[63] tanımlamaya geçer ve “sessizlik komplosu”nun üstesinde gelmek için kamuya açık tartışmalar yapılması çağrısında bulunur.[64] “Evlilik”, “Yeni Kadın”, “Özgür Aşk” ve “Cinsellik Sorunları” üzerine konuşmalar yapar; cinsel ilişkinin midenin, beynin, kasların işlevleri kadar doğal, sağlıklı ve aşırıya kaçmadan yapıldığı müddetçe de gerekli olduğunu; insan bedeninin belli bazı doğal işlevlerinin yerine getirilmesinden ibaret olduğunu” açıklar.[65] Her birey, kendi cinsel davranışının yegâne belirleyicisi olmalıdır. Eğer bir kadın tek eşli ya da “çok eşli” [varietist] ise, bu kendisinden başka hiç kimseyi ilgilendirmez; çok eşli olmak erkekler için kabul edilebilir bir şeyse, kadın da şüphesiz aynı hakka sahiptir. “Cinsellik: Yaratıcı Sanatın Büyük Öğesi” başlıklı konferanslarında, cinsel itkinin yaşamın tüm yönleri üzerindeki gücünü vurguluyor, cinselliği bastırmanın sağlığa zarar verdiğini, düşünsel ve sanatsal yaratıcılığı engellediğini savunuyordu.[66] Goldman, temel anarşist “tecavüz etmeme” [non-invasion, başkasının nasıl yaşadığına karışmama anlamında -çev.] fikrini eşcinselliğin savunusunda da kullanıyordu;[67] iki insanın gönüllü olarak yaptığı herhangi bir eylemin ahlaksız olamayacağını öne sürüyordu. “Eşcinsellik ve mastürbasyon gibi düşüncesiz bireylerin genellikle aceleyle mahkûm ettikleri şeyler, ahlaki açıdan değil bilimsel bakış açısından değerlendirilmelidir.”[68]

Baskıcı cinsel değerlerden en çok acı çekenler kadınlar olduğu için “cinsellik sorunu” kesinlikle bir kadın sorunudur. Goldman’a göre kadınların kurtuluşu devrim sonrasını bekleyemez ya da daha geniş siyasi mücadelelerin bir parçası olarak görülemez; özgür kadınlar radikal hareketin başarısı için aslidir; dahası, kadınların cinsel kurtuluşu, tam olarak gelişmiş insanlar olarak kurtuluşlarının ayrılmaz bir parçasıdır. “Ben kadının bağımsızlığını, onun kendi geçimini sağlama, istediği gibi yaşama hakkını talep ediyorum. Her iki cins için de özgürlük, hareket serbestîsi, aşkta özgürlük ve annelikte özgürlük talep ediyorum”.[69] Goldman’ın cinsel kurtuluşa yönelik düşüncelerinin romantik olduğu söylemek (örneğin, erkeklerin “özgür aşk”ı kadının cinsel sömürüsünü mantığa büründürmek için kullandıklarını göz ardı eder) mümkün olsa da, cinsellik siyaseti anlayışı açısından çoğu radikalden çok daha ileri bir noktadaydı.

Goldman, aşkı ve keza (feminist eleştirmenlerinin eline koz vererek) anneliği idealleştirir: “… Annelik, kadın doğasının en yüce gerçekleşmesidir” ve “en muhteşem ayrıcalıktır”.[70] Aşkla annelik kadınların varoluşunun olumlu özellikleri olarak değerli görülürler ve bir “feminist”in bunları yüceltmesi çelişkili gözükür. Kadınların özgürleşmesinin, onların sevme ve annelik güçlerini aşındırdığını düşünüyordu; kadınları yanlış bir özgürlük patikasına yönlendiriyordu:

“Taraftarlarının çoğu özgürleşmeyi, hakiki bir kadının, bir sevgilinin, özgür bir annenin derin duygularının içerdiği sınırsız sevgiye ve coşkuya izin vermeyecek kadar dar bir şekilde anlıyorlar”.[71]

Modern feministleri, oy kullanmanın engellenmesi ya da iş yokluğu gibi sadece “dışsal tiranlıklar”la ilgilenip, (yaşama ve büyümeye daha zararlı olan) etik ya da toplumsal teamüllerin “içsel tiranlıklar”ını göz ardı etmekle suçluyordu. Özgürleşmiş, meslek sahibi, orta sınıf mensubu kadınlara acıyordu; onlar bağımsızdılar, ancak bunun bedelini “kendi doğalarının esas kuvvetlerini bastırarak” ödüyorlardı, çünkü “kamuoyu korkusu onlardan aşkı ve candan yoldaşlığı çalmıştı. Ne kadar yalnız olduklarını ve çocuk sahibi olma özlemiyle nasıl yanıp tutuştuklarını görmek hazindi”.[72] Dale Spender bu noktada Goldman’ı şiddetle eleştirir.[73] Spender, Goldman’ın “özgürleşmiş” kadına acımasını ve onun “özgürleşmeden özgürleştirilmesi” gerektiği argümanını kabul edemez –çünkü Goldman’a göre “kadınlara erkeklerle iktisadi eşitlik sağlar”ken (Spender bunun, en az şimdi olduğu kadar yüzyılın eşiğinde de şiddetle karşı çıkılabilecek bir iddia olduğuna işaret eder) “bu fazlasıyla övülen bağımsızlık her şeyden önce kadının doğasını, onun annelik içgüdüsünü körleten ve saptıran yavaş bir süreçtir”.[74]Spender, Goldman’ın özgürleşmeyi geleneksel evlilikten daha büyük bir trajedi olarak gördüğü sonucuna varır, ancak ben Goldman’ın anarşizmini anlayamadığını düşünüyorum. Bir anarşistin “hakiki kadınlık kültü”nü olumladığını ve “anarşist devrimin arzulanır ve kaçınılmaz bir sonucu olarak”[75] sunduğunu işitmek garip gözükse de, Goldman yeni anarşist toplumun, tüm kadınların (ve erkeklerin) doğal içgüdülerini bastırmaktan vazgeçtikleri bir toplum olmasını istiyordu.[76] Mevcut toplumda özgürleşmenin gerek bireyselliğe, gerekse her bireyin “içindeki” kişiyi inkâr etmeksizin seçtiği şeyi yapma ve olma özgürlüğüne izin vermediğini söylemeye çalışıyordu. Sevilmenin ya da anne olmanın, köle ya da alta sıralanmış olmakla eş anlamlı tutulmasının gülünç olduğunu söylüyordu.[77]

Spender’ın Emma Goldman’a yönelttiği en sert eleştiri, Goldman’ın içinde bulundukları konumdan ötürü biraz da kadınları suçlu bulmasıdır. Spender, hiç kimsenin erkek egemen bir toplumda bağımsız bir kadın olarak yaşamanın kolay olduğunu ya da bedelleri olmadığını savunmadığını (ancak güçlükler, genellikle kadınların bu şekilde bağımsız olmasından hoşlanmayan, onları “erkekler için aşk yuvasına ve annelik içgüdülerinin ifadesine” geri dönmeye zorlayan erkekler tarafından dayatılmaktadır) ve çoğu bağımsız kadının karşılarına çıkan sorunları aşılmaz bulduğunu söyler. Goldman’ın sorunu, onun bir tür “süper kadın” olmasıdır ve Alix Kates Shulman’ın işaret ettiği üzere,[78] süper kadının daha az başarılı kadınlar üzerinde her zaman hem olumlu hem de olumsuz etkileri olur. Diğerlerine neler yapabileceklerini gösteren önemli bir örnek teşkil ederken, günlük yaşamın batağına saplanmış sıradan kadınlar açısındansa bu örnek bir sitem işlevi görerek, onların kendi yeteneklerini sorgulamalarına neden olabilir.

Goldman, bir anarşist ve bireyci olarak yalnızca toplumsal yapıları değiştirmekle ilgilenmiyor, kendi ilkelerini sonuna kadar yaşama geçirmek de istiyordu (uğruna hapse girmeye hazırdı) ve kendisi gibi hareket edemeyen kadınlara kimi zaman tahammülsüz yaklaşıyordu. İnsanları, otoriteye karşı direnmek için örgütlenmenin yanı sıra birer birey olarak alışkanlıklarını değiştirmeye teşvik ediyordu. Anarşizmle bağlantılı bireyciliğin iradeye vurgu yapması, değişikliği başaramamanın bireysel iradenin başarısızlığı olarak görülebilmesi nedeniyle sorun yaratır.

İnsafsız toplumsal düzenlemelerin yükü altında, zorlama ve ahlaki körlük altında hepimizin canının yandığı fazlasıyla doğrudur. Ancak bizler, insan ilişkilerine doğruluğu ve adaleti getirmeyi amaçlayan bilinçli bireyler değil miyiz? İnsanın koşulların ürünü olduğu teorisi yalnızca kayıtsızlığa ve bu koşullara sessizce boyun eğilmesine yol açmıştır; sağlıksız ve adaletsiz bir yaşam tarzına uyum göstermenin bunların her ikisini de kuvvetlendireceğini herkes bilirken, düşünme, görme ve her şeyden önemlisi de inisiyatif üstlenme gücünü kullanma kapasitesiyle donanmış, tüm kâinatın sözüm ona hükümdarı olan insan giderek daha zayıf, daha edilgen, daha kaderci hâle gelmektedir.[79] Dolayısıyla, Goldman’ın zaman zaman yalnız kadınları değil,[80] baskıyı kabullenmelerinden ötürü erkekleri ve hatta işçileri de suçladığı görülebilir.

Goldman’ın mücadele içindeki (bilhassa orta sınıf mensubu) kadınlar ile (evliliğe düşmanlığı biliniyorken) evli kadınları her zaman bir tutmadığını söylemek doğru olur. Yazıları anlayışlı yaklaşma ile suçlamanın bir karışımını sergiler:

“Kocanın yabani ya da hoş birisi olması önemli değildir … evlilik kadına yalnızca kocasının izniyle bir ev garanti eder. Yaşama ve insani meselelere bakışı, çevresi kadar düz, dar ve kasvetli bir hâl alıncaya kadar yıllarca kocasının evinde dolaşıp durur. Dırdırcı, pireyi deve yapan, huysuz, dedikoducu, çekilmez birisi hâline gelerek erkeği evden uzaklaştırırsa buna pek şaşmamak gerekir … evlilik yaşamı, yani tüm yetilerinden tamamen feragat etmesi, ortalama kadını dışarıdaki dünya karşısında bütünüyle aciz bırakır. Dış görünüşünü umursamayan, hareketlerinde sakar, kararlarında bağımlı, yargılarında korkak hâle gelir; çoğu erkeğin giderek nefret ettiği ve hor gördüğü bir yük, bir baş belası hâline gelir.”[81]
Ancak Goldman kimi zaman da gerek evli kadınların gerekse özgürleşmiş kadınların kötü durumlarına sempatiyle yaklaşır: “Eski evlilik ilişkilerinin kadınları erkeğin hizmetçisi ve onun çocuklarının taşıyıcısı olma işleviyle sınırlandırdığı kesin olarak kanıtlanmıştır. Yine de tüm kusurlarına rağmen evliliği, evlenmeden yaşamanın boğuculuğuna tercih eden birçok özgürleşmiş kadın görürüz: Kadının doğasını sınırlayan ve fazlasıyla sıkan ahlaki ve toplumsal önyargı zincirlerinden ötürü boğucu ve dayanılmaz olan.”[82]

Kimi zamanda evlilikte eza çekiyorsanız kocanızı terk edin ve özgür olun dediğini görürüz; kıskançlık acısı çekiyorsanız, diğer insanları kendi mülkünüz gibi görmeyi bırakın; özgürleşmiş bir kadın olarak yalnızsanız, dışarı çıkıp özgür aşkı yaşayın. Bu tutum, oy hakkına dair konumuyla birlikte ele alındığında pek çok feministi şok etti ve kızdırdı (anarşist doktrinde, evli kadınların kötü durumuna ilişkin ne sempati ne de düşmanlık ifade edilir).Eğer Goldman orta sınıfa mensup kadınlara ve evli kadınlara karşı hoşgörüsüzse, bunun nedeni örgütlenmelerine yardımcı olduğu işçi sınıfından kadınların ihtiyaçlarıyla ve arzularıyla özdeşim kurmasıydı. Bir sendika örgütçüsü olarak, kadınların köle gibi çalışmaktan kurtulup yaşamdan keyif almaları için yeterince para kazanmaları gerektiğinde ısrar ediyordu. “Yaşamını zar zor sürdürmeye yetecek kadar para kazanmasına yol açan sözüm ona bağımsızlık, kadınların karşılığında her şeyi feda etmelerinin beklenebileceği kadar çekici değildir, o kadar ideal bir şey değildir”.[83] Kadınların çiçeklere, kitaplara, tiyatroya gitmeye ve romantik aşka ihtiyaçları vardır.

Fahişede, kadının toplumdaki aşağı konumunun bir örneğini görür:

“Toplum erkeği kınamak için ağzını bile açmazken, çaresiz kurbana karşı uygulanabilecek bu kadar canavarca başka bir yasa yoktur. Kendisinden faydalananların kurbanı olduğu gibi devriye gezen polislerin ve sefil detektiflerin, … hapishane yetkililerinin insafına kalmıştır.”[84]

Goldman fahişeliği en az evlilik kadar tasvip etmese de, ait oldukları sınıftan ötürü ve kendisi gibi püritenliğin ikiyüzlülüğüne meydan okumalarından ötürü fahişelerle özdeşim kurar. Onları suçlamaz, aksine onların kötü durumunu anlar. Dolayısıyla, orta sınıf mensubu evli kadınlarla kolayca özdeşim kuramaması, onun feminizminin başarısızlığından ya da hatta anarşizmin işlevinden ziyade hayal gücünün başarısızlığıdır.[85]Goldman’ın çağdaşı kadınlarla temel çatışması, kadınların düşünsel bakımdan doğuştan erkeklerden farkı, dolayısıyla onlardan iyi ya da kötü olduklarını kabul etmemesiyle ilgilidir. Eğer erkek benlikçiliği [egotizm], kibri ve kuvveti kadınları köleleştirecek şekilde işliyorsa, bunun bir nedeninin de kadınların bu nitelikleri idealleştirerek kendi kendini sürdüren bir sistem yaratmaları olduğunu savunuyordu; kadınlar bilinçlerini değiştirdiklerinde, bu çemberi kırdıklarında ve kendilerini böylesi yersiz ideallerden kurtardıklarında, “kimi zaman erkeklerin de özgürleşmesine yardımcı olabilirler”.[86]

Gerçek kurtuluş seçim sandıklarında ya da mahkemelerde değil, kadınların ruhunda başlar. Tarih bize her ezilen sınıfın, efendilerinden hakiki kurtuluşlarını kendi çabasıyla kazandığını söyler. Kadının bu dersi öğrenmesi, yani özgürlüğünü elde etme gücünü ne kadar artırırsa özgürlüğünü o kadar çabuk elde edeceğini fark etmesi gerekir.[87]

Sonuç

Emma Goldman’ın yaşamı, her iki cinsin de özgürlüğü için olduğu kadar “endüstriyel köleliği” sona erdirmek için verilmiş bir mücadeledir. Toplumsal adaletsizliğin dar bir şekilde iktisadi açıdan yorumlanmasına karşı çıkışında; kültürel, psikolojik ve cinsel meselelerde ısrarcı olmasında göçmen radikaller arasında neredeyse yalnızdı. Geri kalan herkesin, anarşistlerin ve sosyalistlerin, kadınların kurtuluşunun kapitalizmin yenilgiye uğratılmasını otomatikman izleyeceğini savunduğu bir dönemde Goldman, (feministlerin daima yaptıkları gibi) kadınların sorunlarının ivedilikle ele alınması ve farazi bir geleceğe bırakılmaması gerektiğinde ısrar etti. Çoğu radikalin devrimden sonra geleneksel rollerin güçlendirilmesini beklediği bir zamanda, aşk ile anneliğin kurumsallaştırılmasının kadınları mahkûm eden yapının bir parçası olduğunda ve radikal bir şekilde gözden geçirilmelerinin gerektiğinde ısrarcı oldu.[88] Goldman anarşist görüşünü gerçekleştirmekte başarısız olmuş olabilir, ancak anarşizme feminist bir boyut ve kadınların kurtuluşu kavramına liberter bir boyut kazandırmayı başarmıştır.Emma Goldman’ın kadınlar için günümüzde de geçerliliğini koruyan bir mesajı vardı. O, toplumun çevremize koyduğu yapay kısıtlamalarla sınırların ötesine bakmamızı söyledi bize. Anarşistlerin bireysel irade vurgusunu kadınlara doğru genişleterek, gerek bireysel gerekse kolektif olarak geleceğimizi kendi elimize alma hakkına ve gücüne sahip olduğumuzu söyledi. Feminizmin aşırılıklarını (erkekten nefret eden bir ayrılıkçılığı ya da anneliğin değerinin inkâr edilmesini) vaaz etmedi; Goldman’ın anlayışı bize kocalarımızdan boşanmamızı ya da özgür aşkı uygulamamızı söylemez, ancak kendi seçimlerini yapma hakkına sahip bireyler olarak kendimizin farkına varmamızı sağlayabilir. Kadınların kendi iradeleriyle erkeklerden farklı seçimler yapmaları söz konusu olabilir, ancak gelenek ve ananeler tarafından çepeçevre kuşatılmışken bunu asla bilemeyiz. Emma Goldman’ın feminizminin özü, kendimizi o geleneklerle ananelerin prangalarından kurtarmamız ve erkeklerle eşit değere sahip insanlar olarak görmemiz gerektiğidir:

“Kadının en büyük talihsizliği ya bir melek veyahut da bir şeytan olarak görülmesi olduğu içindir ki onun hakiki kurtuluşu yeryüzü üzerine yerleştirilmesinden, yani insan olarak görülmesinden geçer.”[89]
Dipnotlar:
1 Emma Goldman, “Anarchism: What it really stands for”, Anarchism and Other Essays içinde, s. 50.
2 Oxford İngilizce Sözlüğü’nün 1933 yılı ekine göre, (Fransızca feminisme kelimesinden türetilen) “feminist”in İngiltere’deki ilk yazılı kullanım tarihi 1894’tür. Bkz. Jane Rendall, The Origins of Modern Feminism, s. 1.
3 Living My Life.
4 Emma Goldman, Living My Life, s. 59.
5 “Was My Life Worth Living?”, Red Emma Speaks: Selected Writings and Speeches by Emma Goldman içinde, ed. Alix Kates Schulman, s. 394.
6 Frank Harris, Emma Goldman, The Famous Anarchist, s. 228; Alice Wexler’in alıntısı, Emma Goldman: An Inmate Life, s. 19.
7 Bu bilgi Alice Wexler’den, Emma Goldman: An Inmate Life, s. 24.
8 Living My Life, s. 27-28; Goldman şöyle diyor: “Gizemli bir şey içimde onlara karşı şefkat duygusu uyandırdı. Başlarına gelenlere çok ağladım”. Wexler (adı geçen eser (age), s. 23), teknik açıdan bakıldığında nihilizmin daha geniş popülist hareketin bir öğesine atıfta bulunmasına karşın Goldman’ın, esasen siyasal ve toplumsal radikallerden farklı olarak en önemli şeyin kişisel isyan olduğu düşünenlerden (1850’lerin ve 1860’ların isyancılarından) popülist “nihilistler” diye bahsettiğine işaret eder.
9 Emma Goldman, Living My Life, s. 12.
10 Bakınız Wexler, age, s. 27.
11 Emma Goldman, Living My Life, s. 12.
12 ABD hakkında ön bilgi için bkz. P.N. Carrol ve David W. Noble, The Free and the Unfree: A New History of the United States; Foster Rhea Dulles, The United States since 1865.
13 Zengin, iyi ve akıllı kişilerden oluşan seçkin bir grubun bazı üyeleri bir “Zenginlik Müjdesi” geliştirme çabası içindeydiler. Zenginler yoksulların vasisi olacak, kamusal hayırseverlik yoluyla paralarının bir kısmını dağıtacaklardı. Ancak, daha adil bir gelir bölüşümü yerine hayırseverliği ikame ederek zenginle yoksul arasındaki derin uçurumu aslında daha da büyüten bir sistemi meşrulaştırmayı amaçlayan bu teori eleştirilere ve öfkeye sebep oldu.
14 ABD’de halkçılığın amacı ülke genelindeki üretici sınıfların haklarını öne çıkarmak, onların sıkıntılarına çözüm bulmak ve tekelci kapitalizmin ülkenin iktisadi yaşantısı üzerindeki kontrolünü kırmaktı. “Halk Partisi” adli siyasi bir kolu vardı.
15 Toplumsal Darwinciliği tamamen reddeden George, refahın bir azınlığın elinde yoğunlaşmasının sebep olduğu sorunların, mülk sahiplerinin toprağı iyileştirmek için hiçbir çaba harcamalarına gerek kalmaksızın toprağın artan toplumsal değerinden yararlanmalarını sağlayan toprak mülkiyeti sisteminden kaynaklandığına inanıyordu. Bu kazanılmamış değer artışına el koyma haklarının olmadığını ve bu değerin, topluluk içindeki varlıklarıyla toprağın değerinin artmasını sağlayan insanlara geri verilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu, toprağa konacak “tek vergi”yle sağlanacaktı. George bunun, yoksulla zengin arasındaki farkı en asgari düzeye indireceğine, diğer bütün vergileri gereksiz kılacağına ve yeni bir altın çağın başlangıcı olacağına inanıyordu.
16 Anarşizm hakkındaki bilgiler için bkz. David Miller, Anarchism; George Woodcock, Anarchism; Margaret Marsh, Anarchist Women 1870-1921 ve birincil kaynaklar.
17 Sıklıkla “anarşizmin babası” olarak adlandırılan Pierre-Joseph Proudhon bireycilikle komünizmi uzlaştıran bir ekonomik sistem (“karşılıkçılık”) önerdi.
18 Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma” kuramı, bireylerin kavgasının “en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” olduğunu inkâr eden ve yaşamını sürdürmek için toplumsallaşmanın gerekliliğini vurgulayan evrimci kuramıyla, Toplumsal Darwincilik kuramlarına karşı çıkmaya yönelik girişimiydi.
19 Emma Goldman, “Anarchism”, Anarchism and Other Essays içinde, s. 62.
20 Bkz. Alice Wexler, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 50.
21 Güçlü, kahraman ve yenilikçi bireye hayrandı. Zaman zaman emek savunusunu baltalıyormuş gibi gözükerek, “ayak takımı”na ve “halk sürüsü”ne karşı Nietzscheci tiratlar yapabiliyordu.
22 Emma Goldman, Free Society, 5 Temmuz 1898; Alice Wexler’in alıntısı, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 91.
23 Emma Goldman, Free Society, 15 Mayıs 1898, age.
24 Emma Goldman, “Anarchism”, Anarchism and Other Essays içinde, s. 72.
25 Emma Goldman, “The failure of the Church”, Red Emma Speaks içinde, s. 187.
26 Emma Goldman, Mother Earth, Aralık 1907, s. 44; Alice Wexler alıntısı, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 92.
27 Emma Goldman Lecture, Şubat 1908, dosya 52416-43, US Dept of Labour, Immigration and Naturalisation Service; Wexler’in alıntısı, age.
28 Emma Goldman, “Anarchism”, Anarchism and other Essays içinde, s. 58.
29 Age, s. 56.
30 Age, s. 55-56.
31 Bu analiz hakkındaki bilgi için bkz. Carol Hymowitz ve Michaele Weissman, A History of Women in America; Peter N. Carol ve David W. Noble, The Free and Unfree: A New History of the United States ve United States since 1865.
32 Jean-Jacques Rousseau tarafından Emile’in (1762) Beşinci Kitabı’nda oldukça belagatle ifade edilmişti.
33 Bu dönemde kadınlara yönelik tutumların değişmesiyle ilgili bir tartışma için bkz. Jane Rendall, The Origins of Modern Feminism.
34 Sayılar Hymowitz ve Weissman’dan, A History of Women in America, s. 234.
35 Age, s. 239. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında çalışan kadınlar üzerine yapılan çalışmalar, kadınların çalışan erkeklerin yarısı ila üçte biri oranında ücretler aldıklarını gösteriyor.
36 Living My Life, s. 16.
37 “Marriage and Love”, Anarchism and Other Essays içinde, s. 233
38 “Emma Goldman: Anarchist Queen”, Feminist Theories, ed. Dale Spender.
39 ABD’de feminizm için bkz. Margaret Marsh, Anarchist Women 1870-1920; Jane Rendall, The Origins of Modern Feminism; Hymowitz ve Weissman, A History of Women in America.
40 “Doğal haklar” argümanını kullanan kölelik karşıtları, eğer hürriyet insana Tanrı’nın bağışladığı bir haksa, bunu inkâr eden Tanrı’nın yasasını inkâr eder diyorlardı. Siyaset ile dinin iç içe geçişi, tartışmanın siyasi arenaya erişimleri engellenen kadınların dikkatini çekmesini sağladı. Kadınların kölelik karşıtı harekete katılmaları, onları kendi hakları için kavga vermeye hazırladı. Mary Wollstonecraft’ın Vindication of the Rights of Women’da (1791) anlamış olduğu üzere doğal haklar argümanı kullanılmaya uygun feminist bir ideolojiydi.
41 Richard Sennett, Families Against the City (New York, 1974), s. 116; Margaret Marsh’ın alıntısı, Anarchist Women 1870-1920, s. 47.
42 Hymowitz ve Weissman, A History of Women in America, s. 219.
43 Margaret Marsh, Anarchist Women 1870-1920, s. 48.
44 Age.
45 Alix Kates Schulman’ın bahsettiği bir nokta; “Emma Goldman’s Feminism: A Reappraisal”, Red Emma Speaks’in Girişi, s. 17.
46 Dale Spender, Women of Ideas, s. 17.
47 Emma Goldman, ‘Woman Suffrage’, Anarchism and other Essays içinde, s. 198.
48 Emma Goldman, ‘Woman Suffrage’, Anarchism and other Essays içinde, s. 198.
49 Age.
50 Age.
51 Oy kullanmanın kadınlar için ne kadar az yararı olacağı tahmininde haklı çıkacaktı.
52 ABD’deki anarşist feminist kadınlara ilişkin bir tartışma için bkz. Margaret Marsh, Anarchist Women 1870-1920.
53 Bu noktalar Susan Moller Okin tarafından geliştirilmiştir; Women in Western Political Thought.
54 “Özgür Aşk”la kastedilen seks yapma serbestisi değil, özgürce âşık olmaktır. Özgür aşk taraftarları, bunun rastgele cinsel ilişkiye değil, tersine kurumsallaşma ile geleneğin kirletmesine maruz kalmadan bir araya gelen insanlar arasında birliğin derinleşmesine yol açacağı inandıklarını ifade ediyorlardı.
55 Emma Goldman, “Victims of Morality”, Anarchism and other Essays içinde, s. 171.
56 Emma Goldman, Living My Life, s. 215.
57 Emma Goldman, “The Traffic in Women”, Anarchism and other Essays içinde, s. 171.
58 Kendisinden önceki birçok feminist (özellikle de Mary Wollstonecraft) gibi; Vindication of the Rights of Woman (1791).
59 Emma Goldman, “Marriage and Love”, Anarchism and other Essays içinde, s. 235.
60 Emma Goldman, “Marriage and Love”, Anarchism and other Essays içinde, s. 228.
61 Age, s. 236.
62 New York World, 17 Eylül 1893; Alice Wexler’in alıntısı, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 93.
63 İlgili makalelere ulaşamadığım için aşağıdaki tartışma Wexler’e dayanmaktadır.
64 Free Society, 13 Ağustos 1899; Alice Wexler, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 94.
65 Age.
66 Emma Goldman, “The Element of Sex in Life”, the Michigan Daily, 17 Mart 1912; Alice Wexler, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 94.
67 Burada, Dale Splender’in (Women of Ideas, s. 504), Goldman’ın eşcinselliği sorgulamadığına işaret ettiğini belirtmek isterim. Kendi adına bunu sorgulamazken, (alıntılardan ve Living My Life’dan (s. 665-6) görülebileceği üzere) cinselliği bireysel bir seçim olarak gördüğünü ve eşcinselliğe dair herhangi bir önyargısının olmadığını da açıkça belli eder.
68 Lucifer, 23 Mart 1901; Alice Wexler, Emma Goldman: An Intimate Life, s. 94.
69 The Firebrand, 19 Temmuz 1897; Emma Goldman: An Intimate Life, s. 94.
70 Emma Goldman, “Marriage and Love”, Anarchism and other Essays içinde, s. 235.
71 Emma Goldman, “The Tragedy of Women’s Emancipation”, Anarchism and other Essays içinde, s. 217.
72 Emma Goldman, Living My Life, s. 371.
73 Dale Spender, Women of Ideas, s. 504.
74 Emma Goldman, “The Tragedy of Women’s Emancipation”, Anarchism and other Essays içinde, s. 224.
75 Dale Spender, Women of Ideas, s. 504.
76 Kropotkin gibi Goldman’ın da insanın özünde iyi olduğunu varsaydığı ve yapay kısıtların ortadan kaldırılmasının bu “iyiliğin” ortaya çıkmasını sağlayacağını düşündüğü unutulmamalı. Dolayısıyla, toplumdaki diğer bireylere faydalı olmayan türden içgüdüler, ortaya çıkması muhtemel bir sorun olarak görülmeyecektir.
77 Emma Goldman, “The Tragedy of Women’s Emancipation”, Anarchism and other Essays içinde, s. 224.
78 Dale Spender, Women of Ideas, s. 505.
79 “Emma Goldman’s Feminism: A Reappraisal”, Red Emma Speaks’e Giriş.
80 Emma Goldman, “Jealousy: Causes and a Possible Cure”, Red Emma Speaks içinde, s. 220.
81 Mary Wollstonecraft, the Vindication of the Rights of Woman’da aynı şekilde davranıyordu. Orta sınıfa mensup evli kadınlar açısından içinde bulundukları durumun gerçeklerini görmezden gelmenin daha rahat olduğunu düşünüyordu.
82 Emma Goldman, “Marriage and Love”, Anarchism and other Essays içinde, s. 234.
83 Emma Goldman, “The Tragedy of Women’s Emancipation”, Anarchism and other Essays içinde, s. 221.
84 Age, s. 216-7.
85 Emma Goldman, “The Traffic in Women”, Anarchism and other Essays içinde, s. 188.
86 Alix Kates Shulman’ın belirttiği bir nokta, “Emma Goldman’s Feminism: A Reappraisal”, Red Emma Speaks, s. 16.
87 Bkz. Living My Life, ss. 556-7.
88 Emma Goldman, “The Tragedy of Women’s Emancipation”, Anarchism and other Essays içinde, s. 224.
89 Anarşist saflarda, örneğin Kropotkin kadınların özgül sorunları olduğundan bahsetmeyi ihmal etmişti; (çağdaşı olmasa da) Proudhon’da ise güçlü bir kadın düşmanı damar vardı.
90 Emma Goldman, “Woman Suffrage”, Anarchism and other Essays içinde, s. 198-9.

Çeviri : Anarşist Bakış


Yorumlar

“Emma Goldman: Kadınların Sesi mi? – Donna Farmer” için bir yanıt

  1. […] Emma Goldman: Kadınların Sesi mi? – Donna Farmer (Anarşist Bakış) […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir