Servet Düşmanı internet sitesinde 11 Ekim 2014 tarihinde yayınlanmıştır.
Tıpkı toplumsal örgütlenmenin belirli tarihsel formları olduğu gibi, insan duygularının toplumsal örgütlenişinin de belirli tarihsel formları var. İnsanlık zamanla doğal ve tanrı vergisi varsaydığı hiyerarşi, aile ya da iş gibi ilişkilerin tarihsel ve geçici olduğunu; bunların aslında uzun mücadeleler sonucu ve ancak kısmen, geçici olarak toplumlara kabul ettirildiğini öğrendi. Ama henüz duyguların da toplumsal olarak üretilebileceği konusu netleşmiş değil. Bu kavrayışın gelişmesi kolay da değil. Çünkü kapitalist toplumda duygularımızın bizi eşsiz ve özgür kıldığı var sayılıyor. Bireysel alanın, ‘özgürlükler alanı’nın, modern burjuva devrimlerinden beri neredeyse mistik ve kutsal olduğu düşünüldü. Toplumsal olanın ve doğanın kutsallığı burjuvazinin yükselişiyle materyalist bir eleştiriye tabi tutularak çöktükçe, bireyin kutsallığı esas kabul edildi.
Dünya proletaryasının mücadelesinin yükseldiği ve radikalleştiği 1900’lerin başında, bütün burjuva dünyası gibi duyguların büyülü özerkliği algısı da yıkılmaya başladı. Elbette burada Freud’dan bahsediyoruz. Psikanalize Giriş’te Freud bunu şöyle ifade ediyor;
“İnsanlık şimdiye kadar kendisine karşı hissettiği naif aşka karşı bilimin elinden iki büyük darbe yedi. İlki dünyamızın evrenin merkezinde olmadığını, tersine kavrayış sınırlarını zorlayan dev bir sistem içerisinde küçük bir nokta olduğunu anlamasıydı; bu adım aklımızda Kopernik’in adıyla özdeşleşmiştir… İkinci tokat ise insanın özel olarak yaratılmış olduğu var sayımından çıkan ayrıcalıklı konumunu elinden alıp, insanın içinde söküp atılamaz bir hayvansal doğa olduğuna işaret ederek onun hayvanlar dünyasına geri indiren biyolojik araştırmalar ile geldi; bu değer kayması zamanımızda Charles Darwin, Wallace ve onların takipçilerinin incelemeleri üzerine, çağdaşlarının en sert direnişine karşı başarılmıştır. Fakat hepimizin egosuna, kendi evinin bile efendisi olmadığını ve ancak kendi aklında bilinçaltı düzeyde neler döndüğüne dair dağınık bilgi kalıntılarına razı olması gerektiğini ispatlamaya girişmiş psikolojik inceleme, insanın büyüklük özlemine şimdi üçüncü ve en sert darbeyi indiriyor.”[1]
Bugün duygu ve hislerin politik anlamını kavramak için Freud’un insanın egosunun sınırlarını gösteren çalışması önemli dersler içeriyor. İnsan bedenindeki hücre sayısının %90’ı bakteriler, mantarlar ve virüsler gibi yabancı hücrelerden oluşmaktaysa eğer, benliğimizi oluşturan düşünce ve duyguların da büyük ölçüde toplumsal durumdan sızdığını görmeliyiz.[2] Kapitalizm, sermayenin doğumundan itibaren bir tür uyarıcı madde dağıtımı sistemi olarak gelişti. 17. Yüzyılda Avrupa pazarına giren Hollandalı, İngiliz ve İspanyol tüccarların esas ticaret kalemleri arasında en önemlileri tütün, alkol, şeker, kakao, kahve türü metalardı. Bu metalar özellikle proleterlere satılan tüketim mallarının önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Bu maddeler yoluyla sadece ilk sermaye birikimi rejimi doğmadı, aynı zamanda köyden gelen yeni işçi kuşaklarını iş temposuna adapte eden, işçi açısından bir nevi bilinci ‘açma-kapama’ mekanizmaları oluşturuldu. Ucuz ama zararlı enerji verici şeker, iş aralarında stresi alan sigara, monoton iş temposunda ayık tutan kahve ve çay… Bunların hepsi gündelik hayata basit zaman düzenleyici uyaranlar olarak girdi ve işçi sınıfının gündelik hayatını bugüne kadar belirlediler.
Kapitalizmin bugünkü aşamasında ise benlik, esas iki duygusal hal, iki ana hissi durum arasında bir sarkaç gibi salınıyor; donuk bir hissizlik ve apati bir kutupta dururken, korku ve anksiyete diğer kutupta duruyor. Proleter gündelik hayat, iş yerinde sürekli bir performans denetimi, aşırı rekabet, sıklığı ve uzunluğu gittikçe daralan üretim hedefleri ya da vadeler tarafından belirleniyor. E-mailler ve online teknolojiler iş ve iş dışı vakit arasındaki geleneksel bariyerleri tamamen yok etti. Artık birçok işçi için mesai telefonun çalmasıyla başlıyor. Fabrikalarda da durum farklı değil. Tekstilde ya da inşaatta üretim artık anlık pazar taleplerine göre değişiyor. Moda artık yıllık değil haftalık ve mortgage ya da kredi borçları bir ömre yayılıyor. Sokakta, iş yerinde ya da okulda gözetim olağan ve sıradan. Sürekli bir izlenme ve güvenlik hali gündelik hayatı teslim almış durumda. Bitmek bilmeyen seçimler, anketler, haber akışları, yakalanması gereken teknik beceriler baş döndürücü bir hız dayatıyor. Eskiden tekil bireyin kararını fetişleştiren demokratik süreçler, anlık reflekslere göre belirleniyor. Arkaya yaslanıp uzun vadeli planlar yapmak için hiç vakit yok. Hemen hızla hareket etmek, karar vermek, bir şeyi yarıda bırakıp diğer bir işe girişmek! İşte izole proleterin gündelik hayatını belirleyen yasalar bunlar.[3]
Güvensizlik, geleceksizlik, hız ve anlık refleks rejiminin doğal sonucu olarak apati ve anksiyete işte bu zeminde yükseliyor. Kapitalist toplum bugün güvensizlik ve geleceği düşünmeyi imkânsızlaştıran sonu belirsiz döngüler üzerinde oturduğundan sürekli korku ve endişe hali üretiyor. Twitter gibi anlık ‘paylaşımlar’ üreten asosyal ağlar da bu toplumun ürettiği teknolojiler. Esas olarak tekil bireyde anlık duygulanmalar, politik ‘algı yönetiminin’ ihtiyaçlarına göre korku ve kaygı üreten tepkiler yaratıyorlar. Kısa panik hali geçince de yorgun bir tepkisizliğe sürüklüyorlar.
Somut olarak, burjuva medyasında sirküle olan politik konulara bakınca kaygı ve apati hislerinin nasıl yaratıldığını daha net görebiliriz. En başta ‘elden gitme’ kaygısı işleniyor; ‘Kobani, vatan, türban ya da Atatürk’… ‘elden gidiyor’. Ya da tehdit algısı; ‘güvenlik, huzur, namus, özgürlük’ bunların sürekli tehdit altında olduğu işleniyor. Yukarıda da işaret edildiği gibi, proleterin, endişe yaratan bu tip hislere gündelik hayatında alışık olduğu açık. Önemli olan nokta, kapitalist emperyalizmin mevcut aşamasında ‘kamuoyu’ denen, çoğunlukla pasif-duyarsız ya da eğer burjuvazi ihtiyaç duyarsa -o da ancak bir güruh gibi hareket edebilen- bir toplumsallık politik alanı domine ettiği gerçeği. Proleter siyaset böyle bir zemin üzerine oturamaz.
Her emekçi, hayatındaki stres ve kaygıyı azaltan şeyin diğer emekçilere güvenmek olduğunu bilir. Bu olmadan ne iş yavaşlatılabilir ne de kaytarmak mümkündür. Hayatı çekilir kılan şey emekçiler arasında karşılıklı güvenden doğan huzurdur. Güven olmadan sabırlı bir politik tartışma ortamı ve dolayısıyla da gelecek üzerine özgürce düşünme cesareti doğamaz. Gezi’de buna tanıklık ettik; ağır polis tehdidine rağmen, mücadeleden doğan karşılıklı güven, soğukkanlı ve sabırlı bir tartışma ortamının gelişmesini sağlamıştı. Parkta ve meydanda, yüz yüze vakit geçirmek, zamansal ve mekânsal sınırlamalar ötesinde en temel insani ihtiyaçları tanımaktan başlayan bir dayanışma ortamı Gezi’ye gücünü veren esas unsurdu. Aynı şeyi en küçük grevde bile gözlemlemek mümkün. Güven, soğukkanlılık ve geleceğe yönelik dünya çapında mantıklı düşünme cesareti proleter mücadelenin üzerinde durduğu bireysel duygu ve hallerdir.
Bitirirken belki de Spinoza’nın duygu teorisine bir referans verebiliriz. 17. yüzyılda Hollanda’da yaşamış musevi bir zanaatçı olan Spinoza, Avrupa tarihinin en kanlı dönemi olan din savaşlarına şahitlik etmişti. Hollanda’nın yanıbaşındaki Fransa ve Almanya bu dönemde Katolik, Protestan ve anabaptistlerin bitmek bilmeyen kanlı bir savaşta, onyıllarca birbirini doğramasına şahit olmuştu. Feodalizmin çöküş sancılarıyla insanlığın kıvrandığı bu kanlı dönemde Spinoza, dinsel ve etnik ideolojilerin yarattığı duygusal hallere ilk elden şahitlik etti. Özellikle panik ve korku ile verilen kararlardan doğan katliamlara ve nihayet bütün bu duygular yorgunlukla tükendiğinde oluşan umursamaz hissizliğe. Geliştirdiği materyalist duygu teorisinde Spinoza insan aklına şu çağrıyı yapıyordu;
‘Korku tarafından harekete geçirilen, ve kötülükten kaçınmak için iyilik yapan kişi akıl tarafından yönlendirilmiyordur’ … ‘Akıl bizi şimdiki daha ufak bir iyi yerine gelecekteki daha büyük ve önemli bir iyiyi ve gelecekteki daha büyük bir kötü yerine şimdiki daha küçük bir kötüyü tercih etmeye götürür’ (Ethics, önerme 65, 66)
Bugün gelecekteki daha büyük iyinin komünizm, daha büyük kötünün de kapitalist barbarlık olduğu gün gibi ortada. O halde bütün cesaretimiz ve sınıfımıza güvenimiz ile komünizme yürümeliyiz. İşçi sınıfını birbirine düşüren etnik, ulusal, dinsel burjuva çatışmalarda, korku ve panik içerisinde taraf tutmaya çalışmak işçi sınıfını sadece yok ediyor.
Proleterin proleterden başka dostu yok. Aksini iddia eden bütün örgütler ve ideolojiler ise insanlığın geleceğini yok ediyorlar.
[1]Freud bu satırları yazarken narsist veya abartılı bir tavır içinde değildi. 20li yılların psikanalistleri Freud’dan bile ileri giderek, Almanya, Avusturya ve Rusya’daki radikal Marksist ve anarşist akımlara katıldılar. Özellikle ailenin radikal bir eleştirisini geliştiren Otto Gross, psikanalitik teori ile sınıflı toplumun komünist eleştirisini birleştirmek yönünde ileri adımlar attı. Bugün Freud’un zekâsını ve çalışmalarını takdir ettiği Gross’un ‘resmi psikanaliz’ tarafından ‘unutulmuş’ olması anlamlıdır. 1930lar ve 40larda anarşist ve Marksist akımların faşizm tehdidi, baskı ve zor ile ehlileştirilmesi gibi psikanaliz hareket de radikalizmden zamanla koparak akademide sterilleştirildi.
[2] Bakınız; http://www.scientificamerican.com/article/strange-but-true-humans-carry-more-bacterial-cells-than-human-ones/
[3] Bu konuda daha detaylı bir tartışma için bkz; http://www.weareplanc.org/we-are-all-very-anxious#.VDc0cOcfJKo
Bir yanıt yazın