Anarşizm: Teoriden Pratiğe 2. Bölüm: Yeni Bir Toplum Arayışında – Daniel Guérin

Fransız anarşist komünist yazar Daniel Guérin’in 1970 tarihli “Anarşizm: Teoriden Pratiğe” isimli kitabının “Yeni Bir Toplum Arayışında” başlıklı 2. bölümü Anarşist Bakış internet sitesi tarafından çevrilerek yayınlanmıştır.

Anarşizm Ütopist Değildir

Anarşist kuram, anarşizmin yapıcı olması yüzünden ütopyacı olduğu şeklindeki suçlamayı kesinlikle reddeder. Geleceğin toplumunun anarşist bir icat olmayacağını, geçmiş olayların saklı etkilerinin fiili bir ürünü olacağını ispatlamaya yönelik olarak tarihsel yöntemi kullanır. Proudhon insanlığın 6000 yıldan beridir amansız bir otorite sistemince ezilmekte olduğunu, ancak “gizli bir erdem” sayesinde var olmaya devam ettiğini söyler: “Hükümet aygıtının derinliklerinde, onun siyasi kurumlarının altında, toplum yavaşça ve sessizce kendi örgütlenmesini üretmekte, yaşama gücünü ve özerkliğini ifade eden yeni bir düzeni kendi başına kurmaktadır.

Hükümet ne kadar zararlı olursa olsun, kendi yadsımasını içinde barındırır. “Bu, tümü insanlığı daha ileri bir duruma hazırlamaya hizmet etmek üzere, bir kolektif yaşam olgusu, yasamızın güçlerinin kamusal ifası, toplumsal kendiliğindenliğin bir ifadesi” olmuştur. “İnsanlığın dinde aradığı ve ‘Tanrı’ dediği şey kendisidir. Yurttaşın hükümette aradığı şey de … benzer şekilde kendisidir –hürriyettir.” Fransız devrimi anarşiye doğru bu amansız ilerlemeyi hızlandırmıştır: “Atalarımızın … bir yurttaş olarak bir insanın sahip olduğu tüm melekelerini özgürce ifa etmesi ilkesini ilan ettikleri gün, işte o gün, otorite cennette ve yeryüzünde reddedilmiş oldu, ve hükümet –temsil yoluyla olsa bile– imkansız hale geldi.

Gerisini Endüstri Devrimi yaptı. O zamandan itibaren siyaset ekonominin hakimiyetine girdi ve ona tabi hale geldi. Hükümet artık üreticilerin doğrudan rekabetinden kaçınamazdı, ve gerçekte farklı çıkarlar arasındaki bir ilişki haline geldi. Bu devrim proletaryanın büyümesiyle tamamlandı. İtirazlarına karşın, otorite şimdi yalnızca sosyalizmi ifade ediyordu: “Napolyon Kanunu [1804’de yürürlüğe giren yeni Fransız Medeni Kanunu], yeni toplum açısından Platoncu cumhuriyet kadar yararsızdır: birkaç yıl içerisinde mülkiyetin mutlak yasasının yerini her yerde göreceli ve devingen endüstriyel işbirliği yasası alacaktır; ve o zaman bu kartondan şatoyu baştan aşağı yeniden inşa etmek gerekecektir.” Ardından Bakunin, “hepimizin atası olan Fransız Devriminin insanlığa verdiği engin ve inkar edilemez hizmeti“[n hakkını] teslim etti. Otorite ilkesi insanların bilincinden ilelebet silinmiş ve böylece yukarıdan dayatılan bir düzen imkansız hale gelmişti. Geriye kalan tek şey, “hükümet olmaksızın yaşayabilecek şekilde toplumun örgütlenmesidir.” Bakunin bunu başarmak için halk geleneğine yaslandı. “Devlet’in baskıcı ve zararlı vasiliğine rağmen,” kitleler yüzyıllardan beridir “gerçek insan birliğinin asli maddi ve manevi unsurlarınının tamamını olmasa bile çoğunu kendi aralarında kendiliğinden geliştirmiştir.

Örgütlenme Gereksinimi

Anarşist kuram kendisini örgütsüzlenmenin eş anlamlısı olarak görmez. Anarşizmin düzensizlik değil bir düzen, yukarıdan dayatılan sahte bir düzenin aksine doğal olan bir düzen, kısıtlama tarafından meydana getirilen yanlış birliğin aksine gerçek bir birlik olduğunu ilk ilan eden Proudhon idi. Böyle bir toplum, “artık bir insan tarafından temsil edilmemesi nedeniyle, bir insan gibi düşünür, konuşur ve hareket eder; çünkü örgütlü her canlı gibi, Pascal’ın sonsuzluğu gibi, onun merkezi her yerdedir ve çevresi hiçbir yerdedir.” Anarşi, “örgütlü bir toplumdur“, “insanlığın arzu edebileceği en ileri hürriyet derecesi ve düzendir.” Belki bazı anarşistler bunun aksini düşünüyorlardı, ancak İtalyan Errico Malatesta onları tartışmaya çağırıyordu:

Onlara verilen otoriter eğitimin etkisi altında, onlar otoritenin toplumsal örgütlenmenin ruhu olduğunu ve ilkiyle mücadele etmek için ikincisini reddetmeleri gerektiğini düşünürler. … Örgütlenmeye karşı çıkan anarşistler, otorite olmadan örgütlenme olmayacağına inanma temel hatasını yapmaktadırlar. Bu hipotezi kabul ederek, asgari bir otoriteyi kabul etmektense her türden örgütlenmeyi reddederler. … Otorite olmaksızın örgütlenmenin imkansız olduğuna inanmış olsaydık, bizler otoriter olurduk, çünkü o zaman hayatı örgütsüzlüğe mahkum eden ve keyifsiz kılan otoriyeyi tercih ediyor olurduk, ki bu onu imkansız kılar.

Yirminci yüzyıl anarşisti Voline bu fikri geliştirdi ve açığa kavuşturdu:

Yanlış –veya daha sıklıkla, kasten hatalı– bir yorum, liberter kavramının tüm örgütlenmelerin yokluğu anlamına geldiğini öne sürer. Bu tamamen yanlıştır: bu bir “örgütlenme” veya “örgütlenmeme” değil, örgütlenmenin iki farklı ilkesi meselesidir. … Tabii ki, anarşistler toplumun örgütlenmesi gerektiğini söylerler. Ancak, yeni örgütlenme … özgürce, toplumsal olarak, ve herşeyden önce aşağıdan kurulmalıdır. Örgütlenme ilkesi, bütünü ele geçirmek ve kendisini bunun üzerine dayatmak için önceden yaratılan bir merkezden kaynaklanmaz, aksine eşgüdümün düğüm noktalarını, tüm bu noktalara hizmet edecek doğal merkezleri yaratmak üzere tüm yönlerden gelmelidir. … Öte yandan, eski baskıcı ve sömürgen toplumunkini kopyalayan “örgütlenme” tipi … eski toplumun kusurlarını daha da büyütecektir. … O halde bu ancak yeni bir hüner aracılığıyla sağlanabilecektir.

Aslında, Henri Lefebvre’nin Komün üzerine olan kitabında kabul ettiği üzere, anarşistler sadece örgütlenmenin kahramanları değil, aynı zamanda “birinci sınıf örgütçülerdir“. Ancak bu felsefeci burada bir çelişki gördüğünü düşünmüştür –“bugüne gelinceye kadar işçi-sınıfı hareketi tarihi içerisinde, özellikle de İspanya’da tekrar tekrar tanık olduğumuz oldukça şaşırtıcı bir çelişki.” Bu ancak liberterlerin a priori [önsel olarak] karıştırıcı [disorganiser] olduğunu düşünenleri “hayrete düşürür“.

Kendinden Yönetim

1848’de, Şubat Devrimi’nin arifesinde, Marks ile Engels Komünist Manifesto taslağını hazırladıklarında, her halükarda uzunca bir geçiş dönemi boyunca tüm üretim araçlarının herşeyi kapsayan bir Devlet’in ellerinde merkezileştireceğini tahmin etmişlerdi. Onlar, Louis Blanc’ın hem tarımsal hem de endüstriyel işçileri “emek orduları”na katma şeklindeki otoriter düşüncesini devralmışlardı. Devletçi karşıtı ekonomik bir yönetim biçimini ilk ortaya atan ise Proudhon olmuştu.

Şubat Devrimi sırasında üretime yönelik işçi birlikleri Paris ve Lyon’da kendiliklerinden ortaya çıktılar. 1848’de başlayan bu kendinden yönetim Proudhon’a göre siyasi devrimden çok daha devrimci bir olaydı. Bu, bir kuramcı tarafından icat edilmemişti veya doktrinciler tarafından telkin edilmemişti; asli itkiyi sağlayan Devlet değil halktı. Proudhon işçileri, küçük mülkiyeti, ticareti ve endüstriyi; ardından büyük mülkiyeti ve tesisleri; ve en nihayetinde de en büyük işletmeleri (madenler, kanallar, demiryolları vb.) çepeçevre kuşatmak, ve böylece de “herşeyin efendileri haline gelmek” için bu şekilde Cumhuriyet’in her kesiminde acilen örgütlenmeye çağırır.

Bugünkü eğilim, yalnızca Proudhon’un küçük ölçekli ticareti ve zanaatkar atölyelerini korumak şeklindeki naif ve geçici fikrini hatırlamaktır. Bu tabii ki naiftir ve hiç şüphesiz ki ekonomik değildir, ancak onun bu noktaya ilişkin düşüncesi karmaşıktır. Proudhon bir çelişki yaşamaktadır: mülkiyeti adaletsizlik ve sömürü kaynağı olarak kınamaktadır, –bunu bireyin bağımsızlığının güvencesi olarak görecek ölçüde sınırlı olmasına rağmen– ancak ona karşı zayıflığı da vardı . Dahası, Proudhon, son yıllarında etrafında toplanan, Bakunin’in “küçük, sözde Proudhoncu zümre” dediği [grupla] karıştırılır. Bu aslında ölü doğmuş, gerici bir gruptu. Birinci Enternasyonal’de kolektivizmin karşısına üretim araçlarında özel mülkiyeti koymak için boşuna uğraşmışlardı. Bu grubun kısa ömürlü olmasının başlıca sebebi taraftarlarının çoğunun çok kolay bir şekilde Bakunin’in argümanlarını kabullenmesi ve kolektivizmi desteklemek üzere sözde Proudhoncu fikirlerini terk etmeleri olmuştu.

Son tahlilde, kendilerini mutiellistes olarak adlandıran bu grup kolektivizme yalnızca kısmen karşıydı: bunu Fransız köylüsünün bireyciliğinden ötürü tarımda reddediyor, ancak ulaşım için destekliyorlardı; endüstriyel kendinden yönetim konusunda ismen reddetmekle beraber fiilen talep ediyorlardı. Onların bu kelime karşısındaki korkuları büyük ölçüde Bakunin’in kolektivistleri ile ekonominin devlet denetiminde olmasının neredeyse açık destekçileri olan Marksistler arasında kendilerine karşı oluşturulan geçici çepheden kaynaklanmaktaydı.

Proudhon gerçekten de zamanına göre hareket ediyordu ve zamanı geriye çevirmenin mümkün olmadığının farkındaydı. O, “küçük endüstrinin, küçük kültür kadar aptal olduğu“nu anlayacak kadar gerçekçiydi, ve bu görüşünü Carnets [eserinde] kayda da geçirdi. Büyük emek gücü gerektiren büyük ölçekli modern endüstri söz konusu olduğunda kararlı bir şekilde kolektivistti: “Gelecekte, büyük ölçek endüstri ve geniş kültür, birliğin [association] meyvesi olmalıdır.” “Bu konuda başka bir seçeneğimiz yoktur,” diye sonuçlandırıyordu, ve kendisinin teknik ilerlemeye karşı çıktığını söylemeye cüret edenlere karşı kızgınlığı giderek artmıştı.

Ancak, kollektivizminde, devletçiliğe kati surette karşı idi. Mülkiyet yıkılmalıydı. Topluluk [community, cemaat] (otoriter komünizm tarafından anlaşıldığı şekliyle) baskı ve hizmetkarlıktır. Bu nedenle Proudhon mülkiyet ile topluluğun bir bileşimini amaçladı: bu birlikti. Üretim araçları ve değişim ne kapitalist şirketler tarafından ne de Devlet tarafından kontrol edilmelidir. “Arılar için kovanın anlamı neyse“, onlarda çalışan işçiler için bunların anlamı da odur; işçi birlikleri tarafından yönetilmelidirler, ve ancak bu sayede kolektif güçlerin az sayıdaki sömürücünün faydasına “yabancılaşmışlığı” sona erecekti. “Bizlerin, birleşmiş veya birleşmek üzere olan işçilerin,” diye yazıyordu Proudhon bir manifesto tarzında,

Devlet’e ihtiyacı yoktur. … Devlet tarafından yapılan sömürü daima yöneticiler ve ücretli köleler anlamına gelir. Bizler, insanın insana hükümet etmesini insanın insanı sömürmesinden daha fazla arzulamıyoruz. Sosyalizm, hükümetçiliğin karşıtıdır. … Bizler, bu birliklerin, … demokratik ve toplumsal cumhuriyetin ortak bağında birleşecek engin bir birlikler ve gruplar federasyonun ilk bileşenleri olmasını arzuluyoruz.

Proudhon ayrıntılara girerek, işçilerin kendinden yönetiminin asli özelliklerini birer birer sıralar:

bizzat birleşmiş bireyin kendisinin şirketin mülkiyetinde bölünmez bir payı olacaktır.

Her işçi, ağır ve pis görevlerden kendine düşeni üstlenmelidir.

Herkes en geniş eğitimi edinmek için her türden çalışma ve öğretimden, kademeler ve faaliyetlerden geçmelidir.” Proudhon, “işçi, bağlı olduğu endüstrinin çalışmalarından tecrübe edinmelidir” noktası üzerinde ısrarcıydı.

Konum sahipleri [office-holders] seçilmiş olmalıdır, ve birliğin onayına sunulmak zorundadır.

Ödeme bulunulan pozisyonun doğasıyla, beceri derecesiyle, ve üstlenilen sorumlulukla orantılı olmalıdır. Herkes verdiği hizmetle orantılı olarak karlardan payını almaldır.

Herkes kendi [çalışma] saatlerini belirlemekte, görevlerini yerine getirmekte, ve kendi isteğiyle birlikten ayrılmakta özgür olmalıdır.

Birleşmiş işçiler, liderlerini, mühendislerini, mimarlarını ve muhasebecilerini seçerler. Proudhon proletarların hala teknisyenlerden yoksun olduğunu vurgulamıştı: işçilere çalışma yöntemlerini öğretecek, karşılığında sabit maaşlar alacak olan “saygın endüstriyel ve ticari şahsiyetlerin” işçilerin kendinden yönetim programlarına kazandırılması gereklidir: “devrimin aydınlığında herkes için yer” vardır.

Kendinden yönetimin bu liberter anlayışı, Louis Blanc’ın 15 Eylül 1849’daki yasa taslağında belirttiği ataerkil, devletçi kendinden yönetimin tam zıt kutbudur. The Organization of Labor‘ın [Emeğin Örgütlenmesi] yazarı Devlet tarafından korunan ve finanse edilen işçi birlikleri yaratmak istiyordu. Şöyle bir rastgele kar bölüşümü öneriyordu: yüzde 25’i sermaye amortisman fonuna; yüzde 25’i sosyal güvenlik fonuna; yüzde 25’i rezerv fonuna; yüzde 25’i ise işçiler arasında paylaştırılmaya. [13]

Proudhon bu tür bir kendinden yönetimin taraftarı değildi. Ona göre birleşmiş işçiler “Devlet’e tabi olmamalı“, “Devlet’in kendisi olmalıdır.” “Birlik, … otoritenin müdehalesi olmaksızın herşeyi yapabilir ve herşeyi reforme edebilir, otoriteye el uzatabilir ve ona boyun eğdirebilir.” Proudhon, “hükümet aracılığıyla birliğe değil, birlik aracılığıyla hükümete doğru gitmek” istiyordu. Otoriter sosyalistlerin rüyalarında yaşayan Devlet’in özgür bir kendinden yönetimi hoş göreceği yanılsamasına karşı uyarıda bulunuyordu. Bu, “merkezileşmiş bir otoritenin yanıbaşında düşmana ait bir iç bölgenin oluşmasına” nasıl katlanabilirdi? Proudhon isabetli bir şekilde şu uyarıyı yapıyordu: “Merkezileşme, Devlet’i muazzam bir kuvvetle donatırken, grupların ve bireylerin kendiliğinden inisiyatiflerinden veya bağımsız hareketlerinden hiçbir şey elde edilemez.

Birinci Enternasyonal’in kongrelerinde, liberter kendinden yönetim fikrinin devletçi anlayışa hakim olduğu vurgulanmalıdır. 1867 Lozan Kongresi’nde, Cesar de Paepe adlı Belçikalı komite raportörü Devlet’in millileştirilecek olan işletmelerin sahibi olması gerektiği önerisini getirdi. O zamanlar Charles Longuet bir liberterdi, ve bunu şöyle yanıtladı: “Devlet’in ‘yurttaşlar kolektifi’ olarak tanımlanması; ve … keza bu hizmetlerin devlet görevlileri tarafından değil de … işçi gruplaşmaları tarafından yerine getirilmesi koşuluyla, peki.” Tartışma ertesi yıl (1868) Brüksel Kongresi’nde de sürdü, ve bu sefer aynı komite raportörü bu noktada daha kesin olmaya özen gösterdi: “Kolektif mülkiyet tamamen topluma ait olacaktır, ancak işçilerin birliklerine bırakılacaktır. Devlet, çeşitli işçi gruplarının bir federayonundan ibaret olacaktır.” Böylece, açıklığa kavuşmuş olarak, önerge kabul edildi.

Ancak, Proudhon’un kendinden yönetime ilişkin 1848’de ifade ettiği iyimserliğin yersiz olduğu kanıtlanacaktı. Çok geçmeden, 1857’de, mevcut işçi birliklerini ağır bir şekilde eleştirdi; naif, ütopyacı hayallerle esinlenerek, deneyim eksikliklerinin faturasını ödemişlerdi. Dar ve dışlayıcı bir hale gelmiş, kolektif işverenler olarak çalışmış, hiyerarşik ve yönetsel kavramlara kapılıp gitmişlerdi. Kapitalist şirketlerin tüm suistimalleri, “bu sözde kardeşliklerde daha da ağırlaşmıştı.” Uyumsuzluk, rekabet, kusurlar ve ihanetlerle hırpalanmışlardı. Yöneticileri söz konusu işi öğrenir öğrenmez, “burjuva işverenler olarak kendi hesaplarına çalışmak üzere” emekliye ayrılmışlardı. Diğer durumlarda, üyeler kaynakların bölüşülmesi konusunda ısrarcı olmuşlardı. 1848’de, yüzlerce işçi birliği kurulmuştu; dokuz yıl sonra ise geriye sadece yirmi tane kalmıştı.

Bu dar ve grupçu [particularist] davranışa karşı, Proudhon “evrensel” ve “sentetik” bir kendinden yönetim kavramını savunuyordu. Gelecekteki [yapılması gereken] iş, sadece “birkaç yüz işçiyi birliklerde toplamak“tan daha fazlasıydı, “otuzaltı milyon ruhtan oluşan bir ulusun ekonomik dönüştürülmesi” idi. Geleceğin işçi birlikleri herkes için çalışmalı, “bir azınlığın faydası için işlememeli“dir. Bu nedenle, kendinden yönetim, bir miktar eğitim almış üyelere gereksinim duyar: “İnsan bir birliğin üyesi olarak dünyaya gelmez, sonradan olur.” Birliğin önündeki en güç iş, “üyelerini eğitmek“tir. Bir “insan stoğu” yaratmak, “sermaye kümesi” yaratmaktan çok daha önemlidir.

Yasal yöne gelince, Proudhon’un ilk düşüncesi işletmelerinin sahipliğini işçi birliklerine vermekti, ancak şimdi bu dar çözümü reddediyordu. Bunu amaçla zilyetlik [possession] ile sahiplik [ownership] arasında ayrım yaptı. Sahiplik mutlak, aristokratik, feodaldir; zilyetlik demokratik, cumhuriyetçi, eşitlikçidir: Bu, ne yabancılaştırılabilecek, ne vazgeçilebilecek ne de satılabilecek bir yararlanma hakkından [usufruct] edinilen hazdan oluşur. İşçiler, eski Germenler gibi [14] üretim araçlarının tümünü ellerinde tutmalı, ancak tamamen sahibi olmamalıdırlar. Mülkiyetin yerini, Devlet’e değil bir bütün olarak devasa tarımsal ve endüstriyel bir federasyon içerisinde birleşmiş üreticilere dayanan federal, kooperatif bir sahiplik alacaktır.

Proudhon, böylesi bir gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş kendinden yönetim biçiminin geleceği hakkında heveslidir. “Bunun ekonomik ve toplumsal bir gereklilik ifade etttiğini söylemek bir retorik değildir: bu yeni koşullardan daha başka bir şekilde ilerlemeyi gerçekleştiremez olduğumuzda, zamanı gelmiştir … Toplumsal sınıflar … tek bir üreticiler birliği içinde bütünleşmelidirler.” Kendinden yönetim başarılı olacak mıydı? “Bunun cevabında … işçilerin bütün bir geleceği yatmaktadır. Eğer olumluysa, insanlık için tamamen yeni bir dünya açılacaktır; eğer olumsuzsa proletarya bunu bitmiş olarak kabul edebilir. … Onun için bu günahkar dünyada umut kalmamıştır.

Değişimin Esasları

Farklı işçi birlikleri arasındaki iş ilişkileri nasıl örgütlenecektir? İlk önceleri, Proudhon bütün malların değişim değerlerinin onları üretmek için gereken emek miktarınca ölçülebileceğini savundu. İşçilere “emek kuponları” [work vouchers] ile ödeme yapılacaktı; malların çalışma saati cinsinden hesaplanan perakende fiyatlardan satın alınacağı ticaret acentaları ve toplumsal dükkanlar açılacaktı. Büyük ölçekli ticaret, emek kuponlarıyla yapılan ödemeleri kabul edecek denkleştirici takas odaları ve Halk Bankası aracılığıyla yapılacaktı. Bu banka, etkin bir işleyiş için gerekli olan miktarları işçi birliklerine ödünç vererek aynı zamanda bir kredi kuruluşu olarak hizmet edecektir.

Bu mutuelliste diye anılan tasarım oldukça ütopistti ve kapitalist sistemde işlemesi elbette zordu. Proudhon, 1849’un başlarında Halk Bankası’nı kurdu ve altı hafta içerisinde yaklaşık 20.000 kişi katıldı, ancak bu kısa ömürlü oldu. Mutuellisme‘nin yağ lekesi gibi yayılacağına inanmak, ve Proudhon’un sonradan ifade ettiği gibi: “Bu, eskisinin üzerine aşılanan ve yavaş yavaş onu dönüştüren yeni bir dünyadır, vaat edilen bir toplumdur!” [demek] kesinlikle gerçekliğin fazla zorlanmasıydı.

Ücretlerin çalışılan saate dayanması fikri pek çok açıdan tartışmaya açıktır. Kropotkin okulunun liberter komünistleri –Malatesta, Elise Reclus, Carlo Cafiero– bunu eleştirmeyi ihmal etmediler. İlk olarak, bunun adil olmadığını düşündüler. Cafiero, “Peter’in üç saatlik çalışması Paul’ün dört saatlik [çalışmasına} denk olabilir” diyordu. Emeğin değerinin belirlenmesinde sürenin dışında kalan etmenler de dikkate alınmalıydı: yoğunluk, mesleki ve entelektüel eğitim, vb. Keza işçilerin ailevi yükümlülükleri de hesaba katılmalıydı. [15] Dahası, kolektivist rejimde, işçiler emeği satın alan ve denetleyen topluluğun ücretli kölesi olmaya devam ederler. Çalışılan saate göre ödeme ideal bir çözüm olmayabilir; bu, en iyisinden geçici bir çare olacaktır. Bizler muhasebe defterlerinin ahlakına, “alacak ve verecek” felsefesine son vermeliyiz. Biraz değiştirilmiş bir bireycilikten türetilen bu ödeme [renumeration] yöntemi, üretim araçlarının kolektif sahipliliğiyle çelişir, ve insanda derin bir devrimci değişime yol açmaz. Bu anarşizmle uyuşmaz; yeni bir sahiplik biçimi yeni bir ödeme biçimini gerektirir. Topluluk için yapılan hizmet para birimleriyle ölçülemez. İhtiyaçların hizmetlere önceliği olmalıdır, ve emeğin tüm ürünleri herkese ait olmalıdır, herkes kendi payını bedelsiz olarak almalıdır. Herkese ihtiyacına göre liberter komünizmin düsturu olmalıdır.

Kropotkin, Malatesta ve takipçileri, Proudhon’un onların itirazını önceden sezinlediği ve eski fikirlerini gözden geçirdiği gerçeğini dikkate almamış gözüküyorlar. Ölümünden sonra basılan Theorie de la Propriete adlı eserinde, eşit işe eşit ödeme fikrini yalnızca 1840’daki “Mülkiyet Üzerine Birinci Not”ta desteklediğini açıklar: “İki şeyi söylemeyi unutmuştum: birincisi, emeğin süresiyle yoğunluğu birleştirilerek ölçüldüğü; ikincisi, işçinin ücreti içerisinde eğitiminin maliyetinin amortismanı, ücretsiz bir çırak olarak kendi hesabına yaptığı çalışma, ve üstlendiği risklere karşı onu sigortalamak için [ödenen] primler dahil edilmemelidir; bunların tümü farklı mesleklerde değişik olacaktır.” Proudhon, bu “eksikliği”, karşılıklı sigorta kooperatif birliklerinin eşitsiz maliyetleri ve riskleri telafi etmesi gerektiği önerisiyle “onardığını” iddia etmişti. Üstelik, Proudhon, işçi birlikleri üyelerinin ödemelerini “ücretler” olarak değil, ortaklaşmış ve eş derecede sorumlu olan işçiler tarafından özgürce belirlenen bir kar payı olarak görür. Proudhon’un en yeni savunucularından birisi olan Pierre Haubtman, hala yayımlanmamış tezinde, bu şekilde yorumlanmadıkça işçilerin kendinden yönetimlerinin hiçbir anlamı olmayacağı yorumunu yapmaktadır.

Liberter komünistler, Proudhon’un mutuellisme‘sinin ve daha mantıklı olan Bakunin’in kolektivizminin, sosyalist bir sistemde emeğin bedelinin nasıl ödeneceğini belirlememeleri nedeniyle eleştiriye açık olarak görürler. Bu eleştiriler, anarşizmin iki kurucusunun katı bir toplum modelini zamanından önce belirleme heveslisi olmadıkları gerçeğini dikkate almamış gözüküyor. Onlar, kendinden yönetim birliklerine bu konuda en geniş seçeneği bırakmak istemişlerdi. Bu esnekliğin ve kendi sabırsız tahminlerinden çok farklı olan sonuçların üzerine atlamayı reddetmenin haklılığını bizzat liberter komünistler gösterecekti: kendi seçimleri olan ideal sistemde, “emeğin herkes için yeterli olandan fazlasını üreteceğini” ve “burjuva” ödeme normlarının yerini, bolluk döneminde –bunun öncesinde değil– özellikle “komünist” olan normların alacağını vurguladılar. 1884’de, planlanan anarşist enternasyonal programın taslağını hazırlayan Malatesta, komünizmin derhal ancak oldukça sınırlı sayıdaki bölgede gerçekleştirilebileceğini, ve “geri kalan [yerlerde]“, “geçici bir dönem” için kolektivizmin kabul edilmesi gerekeceğini kabul etmişti.

Komünizmin mümkün olabilmesi için, toplum üyelerinin yüksek seviyede ahlaki gelişimi, gelişkin ve derin bir dayanışma hissi gereklidir; ki devrim dalgasını bunu canlandırmakta yeterli olamayabilir. Bu şüphe, bu gelişime yönelik elverişli maddi koşulların başlangıçta mevcut olmamasıyla daha da geçerli bir hale gelir.

Anarşizm, Diego Abad de Santillan’ın liberter komünizmin derhal uygulanamazlığını oldukça benzeri terimlerle gösterdiği 1936 İspanyol Devrimi’nin arifesinde, bu deneyim sınavından geçmek üzereydi. O, kapitalist sistemin insanoğullarını komünizme hazırlamadığını savunuyordu: [kapitalist sistem] onların toplumsal güdülerini ve dayanışma hislerini geliştirmek bir yana, bu hisleri her yönden bastırmak ve cezalandırmak eğilimindeydi.

Santillan, anarşistleri daha gerçekçi olmaya ikna etmek üzere Rus ve diğer devrim deneyimlerini hatırlatıyordu. Onların, en yeni deneyimlerden çıkarılan derslere şüpheyle veya üstünlükle taslayarak bakmalarını eleştiriyordu. Bir devrimin doğrudan doğruya komünist anarşizm idealimizin gerçekleşmesine yol açıp açmayacağı konusunda şüpheliydi. Ekonominin düzensizleştiği, üretimin düştüğü, ve gıda arzının bir öncelik haline geldiği devrimin ilk aşamasındaki durumun gereklerine komünizmden ziyade kolektivist slogan “herkese emeğine göre” uygun düşecektir. Denenecek olan ekonomik modeller en iyisinden yavaş yavaş komünizme doğru evrilecektir. İnsanoğullarını katı toplumsal yaşam biçimleri içerisine hapsederek, onları demir parmaklıkların arkasına koymak, devrimi engelleyecek otoriter bir yaklaşıma yol açacaktır. Mutuellisme, komünizm, kolektivizm, bunlar aynı amaca ulaşmanın farklı araçlarıdır. Santillan, gelmekte olan İspanyol Devrimi için özgürce deneyim hakkını savunarak, Proudhon ve Bakunin’in akıllıca deneyselciliğine yönelmişti: “Başarılabilecek olan mutuellisme’nin, kolektivizmin veya komünizmin derecesi, her yerelde ve her toplumsal alanda özgürce belirlenecektir.” Aslında, ileride görüleceği üzere, 1936’nın İspanyol “kolektifleri” deneyimi bütüncül [integral, bir bütünün ayrılmaz parçası, yekpare] komünizmin prematüre uygulamasından kaynaklanan zorlukları ortaya çıkaracaktı. [16]

Rekabet

Rekabet, kolektivist veya kendinden yönetim ekonomisinde korunduğu zaman çok zorlu sorunlar ortaya çıkaran, burjuva ekonomisinden miras alınmış normlardan birisidir. Proudhon, bunu “toplumsal kendiliğindenliğin ifadesi” ve birliğin “özgürlüğü“nün garantisi olarak görüyordu. Dahası, bu olmaksızın sanayinin yüksek gerilimini “aşırı gevşemenin” takip edeceği “yeri dordurulamaz uyarıcı“nın ortaya çıkması uzun süre alacaktır. [Proudhon, düşüncelerini] şöyle ayrıntılandırıyordu:

Çalışma kardeşliği, mümkün olduğunca üretim maliyetine yakın bir fiyattan mal ve hizmetleri topluma arz etmeye söz vermiştir. … Bu nedenle, işçilerin birliği, {tekelci tipteki} herhangi bir alaşıma kendi içerisinde müsade etmez, kendisini rekabetin koşullarına tabi kılar, ve muhasebe defterlerini ve kayıtlarını, toplumun denetim hakkının en uç yaptırımı olarak birliği dağıtma gücüne sahip olan topluma açık tutar.” “Rekabet ve birlik, karşılıklı olarak birbirine bağımlıdır … Sosyalizmin en acıklı hatası {rekabeti} toplumun düzensizliği olarak görmüş olmasıdır. Rekabeti … ortadan kaldırmak … söz konusu dahi olamaz. … Bu bir denge bulma meselesidir, bir denetleme ajanı [policing agent] olduğu söylenebilir.

Proudhon’un rekabet ilkesine bağlılığı Louis Blanc’ın iğneli sözlerini üzerine çeker: “Biz, iki karşıt ilkenin ilginç bağlantısını savunanları anlayamıyoruz. Kardeşliği rekabete yamamak sefil bir düşüncedir: Bu, hadımların yerine erselikleri [hermaphrodite, hem erkek hem kadın organları olanlar] geçirmek gibi bir şeydir.” Bir ön-Marksist olan Louis Blanc, Devletçe belirlenen “değişmez bir fiyata ulaşmayı“, ve endüstrideki kuruluşlar arasında bütün rekabetin engellenmesini istiyordu. Proudhon’un buna cevabı sert oldu: fiyatlar, “ancak rekabetle sabitlenebilir, yani … fazla fiyat talep edenlerin hizmetlerini terk eden tüketicinin gücüyle.” “Rekabeti çıkarırsanız, … toplumu devindirici kuvvetinden yoksun bırakırsınız, böylece de zembereği kırılmış bir saat gibi onu durdurursunuz.

Ancak, Proudhon, politik iktisat üzerine bilimsel incelemesinde tüm yönleriyle tasvir ettiği rekabetin kötülüklerini kendisine saklamadı. Bunun bir eşitsizlik kaynağı olduğunu biliyordu, ve “rekabette, zafer büyük taburlarındır” diyordu. O kadar “anarşik“tir (kelimenin kötüleyici anlamında) ki, daima özel çıkarların faydasına işler, ister istemez sivil bir çatışma ortaya çıkarır, ve uzun vadede oligarşiler yaratır. “Rekabet, rekabeti öldürür.

Ancak, Proudhon’a göre, rekabetin yokluğu da bundan daha az zararlı değildir. Tütün idaresini ele alarak, [17] uzun süreden beridir rekabetten muaf bir tekel olması nedeniyle, bu sektörün ürünlerin çok pahalı olduğunu ve arzının yetersiz olduğunu bulmuştu. Eğer tüm endüstriler aynı sisteme tabi olsalardı, ulus asla geliri ile harcamalarını dengeleyemezdi. Proudhon’un tasavvur ettiği rekabet, kapitalist ekonomi sisteminin bırakınız-yapsınlar rekabeti değildi; onu “toplumsallaştırma” ulvi ilkesine sahip bir rekabet, adil değişim temelinde, dayanışma ruhuyla işleyecek bir rekabet, hem bireysel inisiyatifi koruyacak hem de şu anda kapitalist müsadereyle uzaklaştırılmış olan refahı topluma geri döndürecek bir rekabetti.

Bu düşüncede ütopist bir şeyler olduğu açıktır. Rekabet ve piyasa ekonomisi denilen şey kaçınılmaz olarak eşitsizlik ve sömürü ortaya çıkarır –[işe] tam bir eşitlikten başlansa bile bu böyledir. Kaçınılmaz bir olumsuzluk olarak, geçici bir temelde olması haricinde, [aşağıdakiler sağlanmadığı müddetçe] işçilerin kendinden yönetimiyle birleştirilemez: (1) işçiler arasında “dürüstçe değişim” psikolojisi gelişene; (2) en önemlisi de, toplumun kıtlık koşullarından bolluk aşamasına geçeceği, böylece de rekabetin amacını kaybedeceği [zamana değin].

Böylesi bir geçiş döneminde dahi, –bugün Yugoslavya’da olduğu gibi– rekabetin, en azından tüketicinin çıkarlarını koruma avantajına sahip olduğu tüketim-malları sektörüyle kısıtlanması arzulanır gözükmektedir.

Liberter bir komünist, çatışma ilkesine dayanması temelinde Proudhon’un kolektif ekonomi versiyonunu mahkum edecektir; rekabetçiler başlangıçta eşitlik konumunda olacaklar, ancak kaçınılmaz olarak sonunda galipler ve mağluplar yaratmak üzere mücadeleye savrulmak üzere [olacaktır bu]; ve [bu], malların arz ve talebin ilkelerine göre değiştirilmesiyle sonlanacaktır; “bu ise rekabete ve burjuva dünyasına tam bir geri dönüş olacaktır.” Yugoslav deneyiminin diğer komünist ülkelerdeki bazı eleştirmenleri, ona saldırmak için hemen hemen aynı terimleri kullanmaktadırlar. Onlara göre, herhangi bir biçimiyle kendinden yönetim, rekabet ekonomisine doğru yönelimi barındırırarak aynı düşmanlığa layıktır –sanki bu iki fikir temelde ve kalıcı bir şşekilde birbirinden ayrılmazmışçasına.

Merkezileşme ve Planlama

Her halükarda, Proudhon, işçi birlikleri yönetiminin büyük birimleri de içinde barındırması gerekeceğinin farkındaydı. “Merkezileşme ve büyük birimlerin gerekliliği“ne vurgu yapmış ve şunu sormuştu: “Ağır endüstrinin işletilmesine yönelik olan işçi birlikleri büyük birimler anlamına gelmez mi?” “Biz, ekonomik merkezileşmeyi siyasi merkezileşme içerisindeki yerine koyuyoruz.” Ancak, otoriter planlamaya yönelik korkusu onu içgüdüsel olarak dayanışmayla esinlenmiş bir rekabeti tercih etmeye sevk ettirmiştir. Çünkü böylece, anarşist düşünürler, kendinden yönetimli işletmelerin federasyonuyla aşağıdan işleyen, liberter ve demokratik bir planlama biçiminin savunucuları haline geleceklerdi.

Bakunin, kendinden yönetimin dünya ölçeğindeki bir planlama perspektifinin önünü açacağını önceden görmüştü:

İşçilerin kooperatif birlikleri yeni bir tarihsel olgudur; bugün onların doğumlarını görürken geleceklerini önceden kestiremiyoruz, ancak onları bekleyen devasa gelişmeyi, onların yaratacağı yeni siyasi ve ekonomik koşulları ancak tahmin edebiliyoruz. Bunların, bugünün ilçelerinin, eyaletlerinin ve hatta devletlerinin insan topluluğunun yapısını tamamen dönüştürmekteki sınırlılıklarını genişletmesi yalnızca mümkün değil, aynı zamanda fazlasıyla olasıdır; [böylece insan topluluğu] artık uluslara değil, endüstriyel birimlere bölünecektir.

Böylece bu, başında bir üst meclisin olacağı “devasa bir ekonomik federasyon oluşturacak“tır. Bu, “ayrıntılı ve doğru olduğu kadar kapsayıcı da olan veriler sunan dünya çapındaki istatistikler“in yardımıyla, arz ve talebi dengeleyecek, ticaret ve istihdamdaki krizleri, zorunlu durgunlukları, ekonomik felaketleri, ve sermaye kaybını neredeyse tamamen ortadan kaldıracak [şekilde], dünya endüstriyel üretimini farklı ülkeler arasında yönlendirecek, dağıtacak ve paylaştıracaktır.

Bütüncül Bir Toplumsallaştırma mı?

Proudhon’un işçi birlikleri yönetimi fikrinde bir belirsizlik vardır. Kendinden yönetimli grupların kapitalist teşebbüslerle rekabet etmeyi sürdürüp sürdürmeyeceği –diğer bir deyişle, Cezayir ve öteki yeni bağımsız ülkelerde bugün olduğu gibi, sosyalist sektörle özel sektörün bir arada olup olmayacağı–, veya öte yandan üretimin bir bütün olarak toplumsallaştırılarak kendinden yönetime tabi kılınıp kılınmayacağı her zaman belli değildir.

Bakunin tutarlı bir kolektivisttdi, ve iki sektörün birarada var oluşunun tehlikelerini açıkça görüyordu. İşçiler, birlik içerisinde dahi büyük-ölçekli burjuva sermayesine karşı durmak için gereken sermayeyi biriktiremezler. Keza, [işçi birlikleri içerinden] “yeni bir proletarya emeği sömürücüsü sınıfın” ortaya çıkmasına neden olacak şekilde, kapitalist çevrenin işçi birliklerini kirletmesi tehlikesi daima var olacaktır. Kendinden yönetim çalışan kitlelerin tam ekonomik kurtuluşunun tohumlarını içinde barındırır, ancak “sermayenin kendisi, endüstriyel kuruluşlar, hammaddeler, ve sermaye teçhizatı, … hem tarımsal hem de endüstriyel üretimde işçi birliklerinin kolektif mülkü haline gelirse, ve bunlar kendi aralarında özgürce örgütlenir ve federe hale gelirlerse” bu tohumlar filizlenecek ve büyüyecektir. “Radikal, nihai bir toplumsal değişim ancak toplumun tamamını etkileyecek araçlarla sağlanabilir“; yani, özel mülkü kolektif mülke dönüştürecek toplumsal bir devrimle. Böylesi bir toplumsal örgütlenmede, işçiler kendilerinin kolektif kapitalistleri, kendilerinin işverenleri olacaklardır. Yalnızca “gerçekten de kişisel kullanım için olan şeyler” özel mülkiyette kalmaya devam edecektir.

Bakunin, üretici kooperatiflerinin işçilerin kendilerini örgütlemeye, kendi işlerini idare etmeye alıştırmaya hizmet ettiğini, ve kolektif işçi sınıfı hareketi için bir ilk adım olduğunu kabul ediyordu; ancak kapitalist sistemin ortasındaki adalarda başarılan bir toplumsal devrimin ancak sınırlı bir etkisi olacağını savunuyor, ve işçileri “kooperatiflerden çok grevleri düşünmeye” çağırıyordu.

Sendikalar

Bakunin keza “kitlelerin doğal örgütlenmeleri“, işçilerin burjuvazi karşısında kullanabilecekleri “yegane gerçekten de etkili silah” [olan] sendikaların oynadığı role değer veriyordu. O, sendika hareketinin [katkısının], proletaryanın kuvvetlerini burjuva radikalizminden bağımsız bir şekilde örgütleyen ideologların katkısından daha fazla olabileceğini düşünüyordu. Geleceği, işçilerin sektörel [olarak] ulusal ve uluslararası örgütlenmesi olarak görüyordu.

Enternasyonal’in birinci kongresinde sendikacılıktan özel olarak bahsedilmemekteydi. 1869’daki Basel Kongresi’nden sonra, anarşistlerin etkisi sayesinde birinci mesele haline geldi: ücret sisteminin lağvedilmesinden sonra, sendikalar geleceğin yönetiminin embriyosu haline gelecekti; hükümetlerin yerini işçi örgütlenmeleri konseyleri alacaktı.

1876’da, Bakunin’in talebesi olan James Guillaume, Ide’es sur l’Organisation Sociale [eserini] yazdı; bu kitapta kendinden yönetim bir birleşik sendikacılığı [planlıyordu]. Özellikle de “eskisi gibi ücretlerini işverenlerin açgözlülüklerine karşı korumak için değil de, … iş aletlerine –ki bunlar mütekabil [reciprocal, karşılıklı] sözleşmeler sonucunda bütün bir ortak federasyonun kolektif mülkü haline geleceklerdir– karşılıklı erişimi güvence altına almak için” birleşecek mesleklerde, birleşik [corporate, anonim, ortak] işçi federasyonları oluşturulmasını savunuyordu. Bakunin’in görüşü bu federasyonların planlama vasıtası  olarak işleyeceğiydi, ve böylece Proudhon’un kendinden yönetim planındaki boşluklardan birisini doldurmaktaydı. [Proudhon’un] önerilerinde bir şey eksikti: çeşitli üretici birliklerini birleştirecek ve onların işlerini egoistçe, dar bir anlayışla, genel faydaya veya diğer işçi birliklerinin faydasına aldırış etmeksizin yürütmelerini engelleyecek bir bağlantı. Sendikacılık bu boşluğu dolduracak ve kendinden yönetimi şekillendirecektir. Bu, planlamanın ve üreticiler arasında birlik sağlamanın vasıtası olarak sunulmuştu.

Komünler

Kariyerinin başlarında Proudhon tamamen ekonomik örgütlenmeyle ilgileniyordu. Siyasi olan herhangi bir şeye karşı olan şüphesi onun bölgesel [territorial] yönetim sorununu ihmal etmesine yol açtı. Nasıl gerçekleşeceğini açıkça söylemeksizin, işçilerin Devlet’in yerini alacağını söylemek onun için yeterliydi. Yaşamının ilerleyen yıllarında, siyasi soruna daha fazla dikkat sarf etti, baştan aşağı anarşist bir tarzla soruna yaklaştı. İnsanlar, yerel temelde, “kendisini bir kent veya siyasi birim olarak oluşturan, kendi birliğini, bağımsızlığını ve özerkliğini dayatan“, “doğal grup” olarak adlandırdığı [örgütlenmeler] içerisinde kendilerini bütünleşeceklerdi. “Biraz uzakta olan benzeri grupların ortak çıkarları olabilir; bunların biraraya gelmesi ve daha yüksek bir karşılıklı güvenlik grubu oluşturması akla yatkın bir şeydir.” Bu noktada, anarşist düşünür nefret edilen Devlet’in hortlağını görür: “kendi çıkarlarını güvenceye almak ve refahlarını arttırmak için birleşen” bu yerel gruplar asla, ama asla “yeni bir Moloch’un [Fenikelilerde uğruna insan kurban edilen tanrı] ayakları dibinde, bir nevi kendini kurban etmeye razı olacak kadar ileri gitmemelidirler.” Proudhon, özerk komünü oldukça kesin bir şekilde tanımlar: esasen “egemen bir varlık“tır; bu surette, “kendi kendisine hükümet etmek ve yönetmek, vergiler koymak, mülkünü ve kazancını kullanmak, gençleri için okulllar kurmak ve eğitmenler atamak vb. hakkına sahiptir.” “Yani kolektif siyasi yaşam neyse, komün de odur … Tüm kısıtlamaları reddeder, kendi kendini sınırlandırır; tüm dışsal dayatmalar ona yabancıdır ve yaşamasına karşı birer tehdittir.” Proudhon’un kendinden yönetim ile otoriter Devleti birbirlerine zıt değerlendirdiği gösterilmişti; benzer şekilde, komün de yukarıdan merkezileştirilmiş bir otoriteyle birarada olamaz:

Orta bir yol bulunmamaktadır. Komün ya egemen, ya tabi olacaktır, ya hep ya hiç. Ona verebileceğiniz en iyi rolü atfedin; kendi yasasına tabi olmaz bir hale gelir gelmez, daha yüksek bir otoriteyi {ve} bir üyesinin daha üstün olduğu ilan edilen daha büyük bir gruplaşmanın [otoritesini] kabul eder etmez, anlaşmazlığa düşecekleri ve çatışacakları açıktır. Çatışma ortaya çıkar çıkmaz, gücün mantığı merkezi otoritenin zaferini garanti edecektir; otorite ile tebası arasında herhangi bir tartışma, pazarlık, dava veya görüşme olmaksızın bu izin verilemeyecek, skandal niteliğinde ve saçma bir şeydir.

Bakunin, komünü geleceğin toplumsal örgütlenmesi içerisine Proudhon’dan daha mantıklı bir şekilde yerleştirdi. Üretken işçilerin birlikleri komünler içerisinde ve komünler arasında özgürce müttefik hale gelebileceklerdi; ve böylece kendileri arasında özgürce federe hale geleceklerdi. “Kendiliğinden yaşam ve eylem, Devlet’in her şeyi yutan, tekelci gücü tarafından yüzyıllar boyunca askıya alınmıştır; [Devlet’in] tahtını bırakması bunları komüne geri verecektir.

Sendikacılığın komünlerle ilişkisi nasıl olacaktır? 1880’de, Jura Federasyonu’nun Courtelary bölgesi [18] bunun cevabından emindi: “Yerel yaşamın bu organı, bir meslekler federasyonu olacaktır, ve bu yerel federasyon komün haline gelecektir.” Ancak, raporu hazırlayanlar bu konuda tam bir karara varmamışlardı, şu soruyu ortaya atmışlardı: “Komünün anayasasını, … tüm sakinlerin [katıldığı] genel meclis mi, yoksa mesleklerden gelen delegasyonlar mı hazırlayacak?” Sonuç, dikkate alınabilecek, olası iki sistemin olduğu şeklindeydi. Sendikalar mı, yoksa komünler mi önceliğe sahip olacaklardı? Daha sonra, özellikle Rusya ve İspanya’da, bu soru “anarko-komünistler”i “anarko-sendikalistler”den ayıracaktı.

Bakunin, komünü, kendinden yönetimin faydasına üretim aletlerine el koyulmasının ideal aracı olarak görüyordu. Toplumsal yeniden örgütlenmenin ik aşamasında, el konulan [confiscate, kamulaştırılan] mallar karşılığında “mülksüzleştirilen” her kişiyi tazmin etmenin zorunlu asgarisini sağlayacak olan komündü. [Bakunin], onu belli bir kesinlikle içsel bir örgütlenme olarak tanımlamaktaydı. [Komün], olumlu bir yetkiyi ifade eden, seçilmiş delegelerce yönetilecekti; bunlar seçmene karşı her zaman sorumlu olacak ve geri çağırılabileceklerdi. Komün konseyi, komünün devrimci yönetiminin her branşı için idari komiteleri arasından seçim yapabilecekti. Sorumluluğu çoğunluk arasında bölüştürmek sıradan [kişilerin] yönetime en fazla sayıda katılması avantajına sahipti. Bu, az sayıdaki delegenin tüm görevleri üzerine aldığı, oldukça nadiren toplantıya çağrılan genel meclislerde insanların ise neredeyse pasif olduğu temsiliyet sisteminin dezavantajlarını azaltacaktı. Bakunin, içgüdüsel bir şekilde, seçilmiş konseylerin hem düzenleyici hem de idari görevleri olan “çalışan gövdeler [body, heyet, kurul]” –ileride, liberter bir ruh halindeyken Lenin’in “parlamentarizm olmaksızın demokrasi” olarak adlandırdığı şey– olması gerektiğini kavramıştı. Yine Courtelary bölgesi bu fikri daha açık hale getirdi:

Merkezileşmiş ve bürokratik yönetimin hatalarına gerisin geriye düşmemek için, komünün genel çıkarlarının tek bir yönetsel gövde tarafından değil, her faaliyet dalı için farklı özel komisyonlar tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünüyoruz. … Bu düzenleme yönetimin hükümet karakteri edinmesini engelleyecektir.

Bakunin’in takipçileri, tarihsel gelişimin zorunlu aşamalarına ilişkin böylesine dengeli bir yargı sergilemediler. 1880’lerde, kolektivist anarşistleri azarladılar. Kropotkin, 1871 Paris Komünü’nünde ortaya konmuş örneğin eleştirisinde, “bir kere daha Komün içerisinde temsil sistemini kullandıkları” için, “az ya da çok şansla seçilen halk meclisinin lehine kendi inisiyatiflerinden vazgeçtikleri” için halkı paylıyor, ve “ne pahasına olursa olsun daima bir şekilde bu hükümeti korumaya çalışan” bazı reformcuların yasını tutuyordu. Temsil sisteminin zamanının geçtiğini düşünüyordu. Bu, burjuvazinin örgütlü hakimiyetiydi ve onunla beraber ortadan kalkmalıydı. “Gelmekte olan yeni ekonomik çağ için, temsiliyetten oldukça farklı olan yeni bir siyasi örgütlenme biçimi aramalıyız.” Toplum, insanlara temsili hükümetten daha yakın olan, “kendinden hükümete, bir kimseye kendisinin hükümet etmesine yakın” olan siyasi ilişki biçimleri geliştirmelidir.

Otoriter veya liberter sosyalistler açısından hdeflenecek ideal, hem ekonomik kendinden yönetimde hem de bölgesel yönetimde sınırlar zorlanırsa, her türden otoritenin son kalıntılarını tahrip edecek olan bu doğrudan demokrasi [ideali] olmalıdır. Ancak, bunun işleyişi için gerekli olan koşul hiç şüphesiz ki, tüm işçilerin bilincin yanısıra öğrenim ve beceriye sahip olacakları, aynı zamanda da bolluğun kıtlığın yerini alacağı bir toplumsal devrim aşamasıdır. 1880’de, Lenin’den çok daha önce, Courtelary bölgesi [şunu] ilan ediyordu: “Bilimsel olarak örgütlenmiş bir toplumda, genel oy kullanımı [şeklindeki] az ya da çok demokratik uygulama giderek daha az önemli hale gelecektir.” Ancak, onun gelişiminden önce değil.

Tartışmalı “Devlet” Terimi

Okuyucular artık anarşistlerin geçici bir durum için bile olsa da “Devlet” terimini kullanmayı reddettiklerini anlamış olmalıdır. Bu konuda otoriterlerle liberterler arasındaki uçurum her zaman çok geniş değildir. Birinci Enternasyonal’de sözcülerinin Bakunin olduğu kolektivistler, “sosyalist kolektif“in eş anlamlısı olarak “Devlet’in yeniden oluşturulması“, “yeni ve devrimci bir Devlet” ve hatta “sosyalist Devlet” terimlerinin kabul edilmesine izin vermişlerdi. Ancak, anarşistler kısa zaman içerisinde, farklı bir anlam vermekle birlikte otoriterlerle aynı kelimeyi kullanmanın kendileri için aslında tehlikeli olduğunu gördüler.

Yeni bir kavramın yeni bir dünyayı çağrıştırdığını, ve eski terimin kullanılmasının tehlikeli bir şekilde belirsiz olacağını düşündüler; ve böylece geleceğin toplumsal kolektifine “Devlet” ismini vermeyi bıraktılar.

Marksistler, kendi paylarına, Enternasyonal’de kolektif sahipliğin neo-Proudhoncu bireyciliğin son kalıntısı karşısında zafer kazanması için anarşistlerin işbirliğini kazanmak konusunda oldukça hevesliydiler. Bu nedenle sözlü feragatlarda bulunmaya istekliydiler; ve “Devlet” kelimesinin yerine ya komünlerin federasyonu ya da solidarasyonu [solidarisation, dayanışmasının teşkili, birliğinin teşkili] [kelimelerinin] geçirilmesi [şeklindeki] anarşistlerin önerisini gönülsüzce de olsa kabul ettiler. Aynı manada, Engels, Alman sosyal demokratlarının Gotha Programı hakkında arkadaşı ve yoldaşı olan August Bebel’e saldırmış, ve “‘Devlet’ teriminin kullanımına son verilmesinin, ve bunun yerine Fransızca ‘Komün’ kelimesiyle aynı anlama gelen eski bir Almanca kelime olan Gemeinwesen’in kullanılmasının” daha akıllıca olacağını belirtmiştir. 1869 Basel Kongresi’nde, mülkiyet bir kere toplumsallaştırıldıktan sonra, bunun communes solidarisees tarafından geliştileceği konusunda kolektivist anarşistler ile Marksistler birleşmişlerdi. Bakunin konuşmasında şunu belirtiyordu:

Ben toplumsal refahın, ve özellikle de toprağın, toplumsal tasfiye anlamında, kolektifleştirilmesi için oy kullacağım. Toplumsal tasfiyeden, bugün olduğu üzere mülkiyetin yaptırımcısı ve yegane garantörü olan kanuni ve siyasi Devlet’in lağvedilmesiyle, şu anda mülk sahipleri olanların tamamen mülksüzleştirilmesini anlıyorum … Tüm daha büyük hoşnutluklarıyla birlikte, komünlerin solidarasyonunu destekliyorum, … çünkü böylesi bir solidarasyon aşağıdan yukarıya bir toplum örgütlenmesini içermektedir.

Kamusal Hizmetler Nasıl İdare Edilmeli

Sonuca ulaştırılan karşılıklı uzlaşma belirsizliği gidermekten oldukça uzaktı; aynı Basel Kongresi’nde otoriter sosyalistler ekonominin Devlet tarafından idare edilmesini alkışlamaktan utanç duymamışlardı. Tartışmalar demiryolları, posta hizmetleri vb. büyük ölçekli kamusal hizmetlerin yönetimine geldiğinde, sorunun ne kadar zorlu olduğu da ortaya çıkmıştı. 1872 Hague Kongresi’nde, Marks ve Bakunin’in takipçilerinin birlikteliği bozuldu. Böylece, kamusal hizmetlere ilişkin tartışma, ayrışmadan geriye kalan ve yanlış isimlendirilmiş “anti-otoriter” Enternasyonal’de yeniden ortaya çıktı. Bu soru, kendilerini Marks’tan ayrıştırmayı ve Enternasyonal’de anarşistlerle birlikte kalmayı seçen az ya da çok “devletçi” olan sosyalistler ile anarşistler arasında yeni bir uyuşmazlık ortaya çıkardı.

Bu gibi kamusal hizmetler ulusal ölçekte olduğu için, bunların ne tek başlarına işçi birlikleri, ne de tek başlarına komünler tarafından yönetilemeyecekleri açıktır. Proudhon, bu sorunu işçi yönetimini, tam olarak açıklamadığı bir “kamusal inisiyatif” biçimiyle “dengeleyerek” çözmeye çalışmıştı. Kamusal hizmetleri kim idare edecekti? Komünler federasyonu cevabını verir liberterler; Devlet diye yanıtlamaya hazırdır otoriterler.

Enternasyonal’in 1874 Brüksel Kongresi’nde, Belçikalı sosyalist Cesar de Paepe bu iki çatışan görüş arasında bir uzlaşma oluşturmaya çalışmıştı. Yerel kamusal hizmetler, sendikalar tarafından görevlendirilen yerel idari birimin [organ] yönetimi altında işletilerek, komünlere ait olacaktır. Daha büyük ölçekteki kamusal hizmetler komünler federasyonunun görevlendirdiklerinden meydana gelecek ve bölgesel emek odası tarafından denetlenecek bir bölgesel idare tarafından yönetilecek; ulusal ölçekte olanlar ise “İşçi Devleti“nin, yani “özgür işçi komünlerinin bileşimine dayanan” bir Devlet’in [idaresi] altında olacaktır. Anarşistler bu muğlak örgütlenme konusunda şüpheliydiler, ancak Paepe bu şüpheyi bir yanlış anlama olarak görmeyi tercih etmişti: bu her şeyden öte lafzi bir tartışma değil miydi? Öyleyse, “Devlet” kelimesini bir kenara bırakmaktan, gerçek düşünceyi “bazı başka terimlerin hoş maskesi altında” gizlemekten ve hatta daha da geliştirmekten memnun olacaktı.

Liberterin çoğu Brüksel Kongresi raporunun Devlet’in yeniden teşkil edilmesi demek olduğunu düşünüyordu: “İşçi Devleti“nin kaçınılmaz olarak “otoriter Devlet“e dönüşeceğini görüyorlardı. Eğer bu yalnızca lafzi bir tartışmaysa, hükümetsiz yeni bir toplumu, yıkılacak olan örgütlenmenin ismiyle tanımlamayı neden vaftiz etmeliydiler ki? Malatesta, takip eden 1876’da toplanan Bern’deki Kongre’de, kamusal hizmetlerin tek ve merkezi bir örgütlenme biçimi gerektirdiğini kabul ediyordu; ancak, onların yukarıdan Devlet tarafından idare edilmeleri gerektiğini kabul etmiyordu. Ona göre, muhalifleri Devlet ile toplumu, yani “yaşayan organik gövde“yi birbirine karıştırmış gözüküyordu. Bir sonraki yıl, 1877’de, Ghent’deki Evrensel Sosyalist Kongresi’nde, Cesar de Paepe, kıymetli İşçi Devleti veya Halk Devleti’nin “bir süre için Ücretlilerin Devleti’nden daha fazlası olmayacabileceğini” kabul ediyordu, ancak “bu koşulların dayattığı geçici bir aşamadan başka bir şey değildi“; bunun ardından isimsiz, sabırsız kitleler üretim araçlarını ele geçirmekte ve bunları işçi birliklerinin eline vermekte gecikmeyeceklerdi. Anarşistler bu belirsiz ve uzak perspektiften tatmin olmamışlardı: Devlet ele geçirdiğinden asla vazgeçemeyecektir.

Federalizm

Özetlersek: geleceğin liberter toplumu ikili bir yapıya sahip olacaktı: kendinden yönetimli işçi birliklerinin federasyonu biçimindeki ekonomik; komünlerin federasyonu biçimindeki idari. Nihai gereklilik ise bu gösterişli yapıyı, uygulanmak üzere bütün dünyaya yayalabilecek olan daha geniş kapsamlı bir kavramla taçlandırmak ve birleştirmekti: federalizm.

Proudhon’un düşünceleri olgunlaştıkça, federalist düşünce açıklığa kavuştu ve hakim hale geldi. Son yazılarından birisi Du Principe Federatif et de la Necessite de Reconstituer de Parti de la Revolution (1863) başlığını taşıyordu; ve daha önce bahsedildiği üzere, yaşamının sonuna doğru kendisini anarşistten ziyade federalist olarak adlandırma eğilimi göstermişti. Bizler artık küçük, eski –dahası, kendi zamanlarında bile bazen federal bir temelde biraraya gelen– kentler döneminde yaşamıyoruz. Zamanımızın sorunu büyük ülkelerin idare edilmesidir. Proudhon şu yorumu yapıyordu: “Eğer Devlet asla bir şehrin veya komünün alanı dışına taşmasaydı, herkesi kendi yargısını yapmaya çağırırdım, ve daha fazla da bir şey söylemezdim. Ancak bunun, şehirlerin, kentlerin ve köylerin binlerle sayıldığı bir devasa bölgesel kümelenmeler meselesi olduğunu unutmamalıyız.” Toplumu mikro organizmalara bölmek söz konusu olamaz. Birlik aslidir.

Ancak, Proudhon’un sertçe karşılık verdiği [şey], otoriterlerin bu yerel grupları “fetih” yasası ile yönetme niyetleriydi: “Onlara bunun bizzat birlik yasası nedeniyle imkansız olduğunu söylemek istiyorum.

Tüm bu gruplar … yok edilemez organizmalardır; … bir şehir üyesinin özgür bir insan olarak yurttaşlığını veya ayrıcalıklarını kaybedememesi gibi, onlar da kendilerini mutlak bağımsızlıklarından soyutlayamazlar. … Başarılacak tüm her şey … genel egemenlik ile her birinin ayrı ayrı egemenlikleri arasındaki uzlaştırılamaz karşıtlığın, otorite karşısına otoriteyi koymanın ürünü olacaktır; diğer bir deyişle, güya birliği geliştirirken bölünme örgütlenecektir.

Böyle bir “bütüncül yutma” sisteminde, şehirler veya doğal gruplar “daha üstün bir kümelenme –ki bu yapay olarak adlandırılabilir– içerisinde kimliklerini kaybetmeye daima mahkum olacaklardır,” Merkezileşme, “doğaları itibariyle özerk olan grupların hükümetsel ilişkilere tabi tutulması” anlamına gelir; “… yani, modern toplum açısından gerçek bir tiranlık [anlamına gelir].” Ustası olduğu bu kümeleşmelerin birisine eklemede bulunan Proudhon, bu emperyalizmin, komünizmin, mutlakiyetçiliğin sistemidir diye gürler: “Tüm bu kelimeler eş anlamlıdır.

Öte yandan, eğer çeşitli bölgesel birimler arasında bir hukuk bağı, bir karşılıklılık sözleşmesi, bir federasyon anlaşması oluşturulubilirse; birlik –gerçek birlik, merkezileşme –gerçek merkezileşme– yıkılmaz olacaktır.

Özgür insanlar topluluğunu aslında merkezileştiren şey … sözleşmedir. Toplumsal birlik … yurttaşların özgür birliğinin ürünüdür. … Bir ulusun kendisini birlik içinde ifade edebilmesi için, bu birliğin … tüm işlevlerinde ve melekelerinde merkezileşmiş olması gerekir; merkezileşme aşağıdan yukarıya doğru, çevreden merkeze doğru yaratılmalıdır, ve tüm işlevler bağımsız ve kendinden hükümetli olmalıdır. Ne kadar çok merkez noktası olursa, merkezileşme o kadar güçlü olacaktır.

Federal sistem hükümetsel merkezileşmenin zıttıdır. Liberterliğin ve otoriterliğin devamlı çatışma içinde olan iki ilkesi şu şekilde ifade edilebilir: “Federasyon, hürriyet ile otoriteyi birleştirme gereğinden ortaya çıkan tüm sorunları çözer. Fransız Devrimi, gizeminin mirasçısıyla, [yani] işçi sınıfıyla taşındığı yeni bir düzenin temellerini sunmuştur: tüm insanları bir ‘federasyonlar federasyonu’ içerisinde birleştirmek.” Bu ifade dikkatsizce kullanılmamıştır: evrensel federasyon çok büyük olacaktır; büyük birimler kendi aralarında federe hale gelmelidirler. Çokça sevdiği kahin edasıyla Proudhon şunu söylüyordu: “Yirminci yüzyıl federasyonlar çağını açacaktır.

Bakunin, Proudhon’un federalist düşüncelerini sadece geliştirmiş ve kuvvetlendirmiştir. Proudhon gibi, federal birliğin otoriter birliğe üstünlüğünü savunmuştur: “Birarada yaşamaları için bireyleri, birlikleri, komünleri, ilçeleri, veya bölgeleri sınırlayan Devlet’in lanetli gücü artık ortadan kalktığında; onlar çok daha yakın bir şekilde bağlı olacaklardır; her biri için eş derecede baskıcı olan, bugün Devlet’in gücüyle mecbur edildikleri bütünden çok daha yaşayabilir, gerçek ve güçlü bir bütün oluşturacaklardır.” Otoriterler, “resmi, dogmatik ve hükümetsel birlik ile, yalnızca bireylerin ve grupların en azami özgürce gelişmelerinden, komünlerdeki, komünlerin ötesinde bölgelerdeki, ve bölgelerin ötesinde uluslardaki işçi birliklerinin … federal ve tamamen gönüllü ittifaklarından kaynaklanabilecek olan gerçek ve canlı birliği daima birbirine karıştırırlar.

Bakunin, komün ile ulusal federal organ arasındaki acil bir gövdenin gereğine vurgu yapmıştı: ilçe veya bölge, özerk komünlerin özgür federasyonu. Ancak, federalizmin egoizme veya tecrite yol açacağı düşünülmemelidir. Dayanışma özgürlükten ayrılamaz: “Komünler tamamen özerk kalırlarken, … kendi aralarındaki dayanışmayı düşünürler ve özgürlüklerinden hiçbirisini kaybetmeksizin sıkıca birleşirler.” Modern dünyada, ahlaki, maddi ve entelektüel çıkarlar bir ulusun farklı parçaları arasında, ve farklı uluslar arasında gerçek ve güçlü birlik yaratmıştır; yani birlik Devlet’ten daha uzun yaşayacaktır.

Ancak, federalizm iki ucu keskin bir bıçaktır. Fransız Devrimi sırasında, Girondistlerin “federalizm”i gericiydi, ve Charles Maurras’ın kralcı okulu “bölgeselcilik” adı altında bunun taraftarlığını yapmaktaydı. Birleşik Devletler gibi bazı ülkelerde, federal anayasa farklı renklerden olan insanları yurttaşlık haklarından mahrum bırakanlar tarafından kullanıldı. Bakunin, ancak sosyalizmle federalizme devrimci bir içerik kazandırılabileceğine inanıyordu. Bu nedenle, onun İspanyol takipçileri, kendisini Proudhoncu olarak adlandıran Pi y Margall’ın burjuva federalist partisine, ve hatta kısa ve prematüre 1873 cumhuriyeti dönemi sırasında bunun “kantoncu” sol kanadına pek az bir ilgi gösterdiler. [19]

Enternasyonalizm

Federalist düşünce mantıksal olarak enternasyonalizme, yani ulusların örgütlenmesinin, federal bir temelde, “insanlığın daha büyük, kardeşçe birliği“ne gider. Burjuva federal düşüncesi ütopyacılığının enternasyonal ve devrimci bir sosyalizme dayanmadığını yine Bakunin göstermiştir. Zamanının çok ilerisinde, insanların bugün dedikleri şekilde o bir “Avrupalı” idi; “Avrupa ailesi içerisindeki farklı halkların bir iç savaş yapmasını imkansız kılmanın” tek yolu olarak bir Birleşik Avrupa Devletleri çağrısında bulunmuş ve bunu arzulamıştı. Ancak, “bugünkü oluşturuldukları halleriyle” devletler temelindeki oluşturulacak herhangi bir Avrupa federasyonuna karşı uyarıda bulunacak kadar da dikkatliydi.

Cumhuriyet olarak adlandırılmasına karşın, hiçbir merkezi, bürokratik ve dolayısıyla askeri Devlet, ciddi ve samimi bir şekilde uluslararası bir federasyona katılamaz. Bizzat kuruluşu itibariyle, böyle bir Devlet içsel hürriyetin açık veyahut gizli bir reddi, ve dolayısıyla sürekli bir savaş ilanı, mevcut komşu ülkeler için bir tehdit olacaktır.” Gerici Devlet ile yapılacak herhangi bir ittifak “devrime ihanet” olacaktır. Dünyanın Birleşik Avrupa Devletleri, baştan aşağı şiddete ve otorite ilkesine dayanan eski düzenin yıkılmasıyla ancak kurulabilir öncelikle. Öte yandan, eğer başka bir ülkede toplumsal devrim gerçekleşirse, başka bir yabancı ülke aynı ilkeler temelinde bir devrim yaparsa, mevcut devlet sınırları dikkate alınmaksızın devrimci federasyona kabul edilecektir.

Gerçek enternasyonalizm, ayrılma hakkı demek olan kendi kaderini tayine [self-determination, özbelirlenim] dayanır. Bakunin, Proudhon’u izleyerek “her birey, her birlik, komün veya ilçe, her bölge ve ulus, tarihsel haklar olarak adlandırılan şeyleri veya komşularının rahatını göz önünde bulundurmaksızın, mutlak olarak kendi kaderini tayin etme, başkaları ile birlik oluşturma veya oluşturmama, istediği herkesle ittifak oluşturma veya ittifakı bozma hakkına sahiptir.” diyordu. “Özgürce birleşme ve aynı özgürlükle ayrılma hakkı; bu olmaksızın konfederasyonunun daima gizli bir merkezileşme olacağı siyasi haklardan en önemlisidir.

Ancak, anarşistler bu ilkenin ayrılmaya veya tecrite yol açacağını düşünmediler. Onlar, aksine, “ayrılma hakkı tanındığında, ayrılmanın aslında imkansız hale geleceğini, çünkü ulusal birimlerin artık şiddet veya tarihsel yalanın ürünü olmayacağı, özgürce oluşacağı inancına” sahiptiler. Bunlar, ancak ve ancak o zaman “gerçekten de güçlü, yararlı ve kalıcı” hale geleceklerdir.

Daha sonra, Lenin ve Üçüncü Enternasyonal’in ilk kongreleri Bakunin’in bu anlayışını benimsemişti, ve Bolşevikler bunu milletlere ilişkin politikalarının ve sömürgecilik karşıtı stratejilerinin temeli haline getirdiler –bunu otoriter merkeziyetçiliğe ve gizli emperyalizme yönelişlerini gizlemek için kullanana değin.

Sömürgelikten Kurtulma

Mantıksal çıkarımın, federalizmin yaratıcılarını, sömürgelikten kurtulmanın [decolonization] kahince beklentilerine yöneltmesi dikkat çekicidir. Proudhon, “fethe dayanan” birimleri “rasyonel” birimlerden ayrı tutuyor, ve “kendi gerçek sınırlarını aşan ve diğer örgütleri işgal etmeye veya kendine bağlamaya meyleden herhangi bir örgütlenmenin, büyüklükte kazandığını kuvvette kaybedeceğini ve dağılmaya yöneleceğini” görüyordu. Bir şehir (veya bir ulus) nüfusunu veya alanını ne kadar genişletirse, tiranlığa ve en nihayetinde de bozulmaya o kadar yakındır.

Eğer uzak bir yerde tabi yerleşimler [subsidaries] veya koloniler oluşturursa, bu tabi yerleşimler veya koloniler er ya da geç ana şehre yalnızca federasyonla bağlanan yeni şehirlere dönüşecektir, aksi takdirde hiçbir [bağları] kalmayacaktır …

Eğer yeni şehir kendi ayakları üzerinde durmaya hazırsa, kendi bağımsızlığını ilan edecektir: ana şehir hangi hakla onu tebaası, sömürülecek mülkü olarak görebilir ki?

Bu nedenle zamanımızda Birleşik Devletler’in kendisini İngiltere’den kurtardığını gördük; ve yine Kanada da ismen olmasa bile benzer bir şekilde; ve Avustralya da ana ülkenin rızası ve onayıyla ayrılma yolundadır. Aynı şekilde, onu zorla ve yoksulluk sayesinde tek bir birim olarak tutmaya yönelik rezil, bencil güdülerimiz olmazsa, Cezayir de er ya da geç kendisini Afrika Fransa’sı olarak şekillendirecektir.

Bakunin’in gözü gelişmemiş ülkeler üzerindeydi, ve “emperyalist Avrupa“nın 800 milyon Asyalıyı kulu olarak tutup tutamayacağı konusunda şüpheliydi. “Kullukları içerisinde uyumakta olan 800 milyon Asyalı, insanlığın üçte ikisi kaçınılmaz olarak uyanacak ve harekete geçecektir. Ancak hangi yönde ve hangi amaca doğru?” “Herhangi bir baskı biçimine karşı olan herhangi bir ulusal ayaklanmaya duyduğu sempati“yi açıkça ifade etmekteydi, ve tebaa konumundaki halklara Napolyon karşısındaki İspanyol ayaklanmasının etkileyici örneğini vermişti. Yerli gerillalarla emperyalist birlikler arasındaki inanılmaz oransızlığa rağmen, işgalci güçler [ayaklanmayı] bastırmakta başarısız olmuştu, ve beş yıllık mücadelenin ardından Fransızlar İspanya’dan sürülmüşlerdi.

Her insanın “kendi başına olma hakkı vardır; ve hiç kimsenin kendi giysilerini, kendi ananalerini, kendi dilini, kendi görüşünü veya kendi yasalarını dayatma hakkı yoktur.” Ancak, Bakunin aynı zamanda federalizm olmaksızın gerçek bir sosyalizmin olamayacağına inanıyor, ulusal kurtuluşun “kitlelerin ekonomik çıkarları kadar siyasi çıkarlarına” [uygun bir şekilde] başarılmasını ve “muğlak bir güçlü Devlet kurma niyetiyle” [olmamasını] arzuluyordu. Ulusal kurtuluşu [hedefleyen] herhangi bir devrim, “eğer insanlar olmaksızın yürütülürse ve bu nedenle başarı için imtiyazlı sınıfa dayanırsa … kaçınılmaz olarak insanlara karşı olacak“, ve böylece de “geriletici, feci, karşı devrimci bir hareket” haline gelecektir.

Sömürgelikten kurtulan ülkeler yabancı boyunduruğunu yalnızca yerli siyasi veya dini liderlerin kulluğuna düşmek için çıkarıp atarlarsa, bu üzücü olacaktır. Onların kurtuluşu, “kitleler içerisinde herhangi bir kutsal veya insani otoriteye karşı olan inancın kökten yok edilmesini” gerektirir. Ulusal mesele tarihsel olarak toplumsal meseleye göre ikincildir, ve kurtuluş toplumsal devrime bağlıdır. Tecrit olmuş ulusal bir devrim başarılı olamaz. Toplumsal devrim kaçınılmaz bir şekilde bir dünya devrimi haline gelir.

Bakunin, sömürgelikten kurtulmayı, devrimci halkların giderek genişleyen federasyonunun takip edeceğini önceden görmüştü. “Gelecek ilkin Avrupalı-Amerikalı enternasyonal birliğinin yaratılmasında yatmaktadır. Sonraları, çok daha sonraları, bu büyük Avrupalı-Amerikalı ulusu, Afrikalı ve Asyalı birimlerle bütünleşecektir.

Bu analiz bizi doğrudan doğruya yirminci yüzyılın ortasına getirir.

Dipnotlar:
[13] Bkz. Cezayir Cumhuriyeti’nin 1963 tarihli yasası; köylüler tarafından kendiliğinden yaratılmış olan kendinden yönetim kurumsallaştırıldı. Bölüşüm –gerçek yüzdeler olmasa bile– oldukça benzerdi; ve “kiremit işçileri [tile worker] arasında bölüştürülecek olan” son çeyrek, Cezayir’de “denge”ye ilişkin tartışmayla aynı olmuştur.
[14] Alleu, miras yolu ile intikali mümkün, elinden alınamaz mülk için kullanılan feodal bir terimdi. Germenler, bireysel özgürlüğün oldukça gelişmiş olduğu bir Alman kabilesiydi. (Çevirenin notu.)
[15] Benzer bir tartışma için bkz., Karl Marks tarafından 1875’de yazılmasına rağmen 1891’e kadar yayınlanmayan The Critique of Gotha Programme.
[16] Küba bugün el yordamıyla ve zamansız bir şekilde bütüncül komünizme ulaşmanın yollarını arıyor.
[17] Fransa’daki devlet tekeli (Çevirenin notu.)
[18] Bakunin’in düşüncelerini benimseyen Enternasyonal’in İsviçre şubesi.
[19] Pi y Margall, İspanya’da kısa bir süre için cumhuriyetin kurulduğu 1873 ile 1874 arasında bakandı. (Çevirenin notu.) Ocak 1937’de, kadın bir anarşist olan Fedenca Montseny bakan olduğunda, Pi y Margall’ın bölgeciliğini övdüğünde, Gaton Leval onun Bakunin’in bir izleyicisi olmaktan çok uzak olduğu cevabını vermişti.

Çeviri: Anarşist Bakış

________________

Önsöz

1. Bölüm: Anarşizmin Temel Fikirleri

2. Bölüm: Yeni Bir Toplum Arayışında

3. Bölüm (a): Devrimci Uygulamada Anarşizm – 1880-1914

3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm

3. Bölüm (c): Devrimci Uygulamada Anarşizm – İtalyan Fabrika Konseylerinde Anarşizm

3. Bölüm (d): Devrimci Uygulamada Anarşizm – İspanyol Devriminde Anarşizm

Sonuç Kabilinden

________________

Anarşizm: Teoriden Pratiğe – Daniel Guérin (Broşür)

________________


Yorumlar

“Anarşizm: Teoriden Pratiğe 2. Bölüm: Yeni Bir Toplum Arayışında – Daniel Guérin” için 9 yanıt

  1. […] Anarşizm: Teoriden Pratiğe 2. Bölüm: Yeni Bir Toplum Arayışında – Daniel Guérin (Anarşist… […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir