Anarşizm: Teoriden Pratiğe 3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm – Daniel Guérin

Fransız anarşist komünist yazar Daniel Guérin’in 1970 tarihli “Anarşizm: Teoriden Pratiğe” isimli kitabının “Rus Devriminde Anarşizm” başlıklı 3-a bölümü Anarşist Bakış internet sitesi tarafından çevrilerek yayınlanmıştır.

Anarşizm ikinci dönemecini devrimci sendikalizmle yaşamıştı; Rus Devrimi ise ona bir üçüncüsünü sundu. Bu ifade, Ekim 1917 büyük devrimci hareketini sadece Bolşevizmin eseri ve etkinlik alanı olarak düşünmeye alışkın okurlar için ilk anda şaşırtıcı olabilir. Rus Devrimi gerçekte bir kitle hareketiydi; ideolojik biçimlenmelerin üzerinden atlayan ve onları gölgede bırakan, halktan yükselen bir dalgaydı. Halktan başka hiç kimseye ait değildi. İtkisini aşağıdan yukarıya doğru alan ve doğrudan demokrasi organlarını kendiliğinden üreten hakiki bir devrim olduğu ölçüde, liberter eğilimli bir toplumsal devrimin tüm niteliklerini sergilemişti. Ancak, görece zayıf olmaları Rus anarşistlerini, fikirlerinin zafer kazanması için son derece uygun durumları kullanmaktan alıkoydu.

Devrim nihayetinde Lenin’in çevresinde toplaşan profesyonel bir devrimci ekip tarafından bazılarına göre ustalıkla (bazılarına göre ise şeytani bir kurnazlıkla) ele geçirildi ve çarpıtıldı. Ancak, hem anarşizmin hem de hakiki halk devriminin bu yenilgisi, liberter düşünce için bütünüyle semeresiz olmadı. Öncelikle, üretim araçlarına kolektif olarak el konulması tekrar tartışma konusu yapılmamıştır; bu durum, belki günün birinde aşağıdan sosyalizmin, devletin sistemli düzenlemesine galip gelmesini sağlayacak zemini koruma altına almaktadır. Dahası, Rusya deneyimi gerek bazı Rus anarşistlerin, gerekse bazı Rus olmayan anarşistlerin geçici bir yenilgiden çıkarılacak karmaşık dersleri (Lenin’in de ölümün eşiğindeyken farkına varmış gibi gözüktüğü dersleri) öğrenmeleri için fırsat yaratmıştır. Bu bağlamda, devrim ve anarşizm sorununu yeni baştan düşünebilirlerdi. Voline’ın da tekrarladığı üzere Kropotkin’e göre bu, anarşistlere bir devrimin nasıl yapılmaması gerektiğini öğretmiştir. Sovyet deneyimi, liberter bir sosyalizmin uygulanamaz olduğunu göstermek şöyle dursun, tam tersine anarşizmin kurucularının görüşlerinin, özellikle de otoriter sosyalizm eleştirilerinin kâhince doğruluğunu da genel hatlarıyla onaylamıştır.

Liberter Bir Devrim

1917 Devriminin kalkış noktası, yeni tür bir devrimci organ olan Sovyetlerin ortaya çıktığı 1905 idi. Sovyetler, kendiliğinden patlak veren bir genel grev sırasında St. Petersburg fabrikalarında doğmuştu. Sendika hareketi ile geleneğinin neredeyse hiç olmadığı koşullarda sovyetler, greve giden fabrikalar arasında eşgüdümü sağlayarak mücadelede boşluğu doldurdular. Anarşist Voline, işçilerle işbirliği yaparak ve onların önerisiyle, ilk sovyeti kurma fikrini savunan küçük bir grubun içinde yer alıyordu. Tanıklığı, birkaç ay sonra sovyet başkanı olan Trotsky’nin tanıklığıyla örtüşür. Trotsky, 1905 ile ilgili anlatımlarında, aşağılayıcı hiçbir niyet beslemeksizin şunları yazıyordu: “Sovyet faaliyeti, anarşinin örgütlenmesini temsil ediyordu. Varlığı ve daha sonraki gelişimi anarşinin pekiştirilmesine işaret ediyordu”.

Bu deneyim işçi sınıfı bilincinde kalıcı bir iz bıraktı ve Şubat 1917’de ikinci Rus Devrimi patlak verdiğinde, liderlerin yeni bir şey keşfetmesine gerek yoktu. İşçiler kendi kendilerine fabrikaların kontrolünü ele geçirdiler. Sovyetler kendi inisiyatifleriyle yeniden canlandırıldı. Profesyonel devrimciler bir kez daha hazırlıksız yakalanmışlardı. Lenin’in de kabul ettiği üzere köylü ve işçi yığınları Bolşeviklerden “yüz kat daha solda” idiler. Sovyetlerin itibarı öylesine fazlaydı ki Ekim isyanı ancak onların adına ve onların ısrarıyla başlatılabildi.

Gayretlerine karşın homojenlikten, devrimci deneyimden ve ideolojik hazırlıktan yoksundular. Bu onları, belirsiz devrimci fikirlere sahip siyasi partiler için kolay bir av hâline getirdi. Bir azınlık örgütü olmasına karşın Bolşevik Parti nereye gittiğini bilen, gerçek anlamda örgütlü olan yegâne devrimci kuvvetti. Ne siyasi ne de sendikal alanda aşırı soldan herhangi bir rakibi vardı. Elinde birinci sınıf kadrolar vardı ve Voline’ın da kabul ettiği gibi “hummalı, baskın, sert bir faaliyet”i harekete geçirdi.

Ancak, (o dönemde Stalin’in henüz dikkat çekmeyen bir süsü olduğu) parti aygıtı, sovyetleri rahatsız edici bir rakip olarak daima şüpheyle karşılamıştı. İktidarın ele geçirilmesinin hemen ardından üretim toplumsallaştırılmasına yönelik kendiliğinden gelişen ve karşı konulamaz nitelikteki eğilim, ilk önce işçi denetimine yönelmiştir. 14 Kasım 1917 tarihli kararname, işçilerin işletmelerin yönetimine katılmasını ve fiyatların dondurulmasını yasallaştırdı; ticari sırlar kaldırıldı ve işverenler, yazışmalarını ve hesaplarını açıklamaya mecbur tutuldular. Victor Serge’ye göre “Devrimin liderleri bunun ötesine gitmek istemiyorlardı”. Nisan 1918’de “hâlâ … Sovyet Devletinin yanı sıra Rus sermayesi ile yabancı sermayenin de iştirak edeceği karma şirketler kurmaya niyetliydiler”. “Kamulaştırma önlemlerine yönelik inisiyatif kitlelerden geldi, otoriteden değil”.

20 Ekim 1917 gibi erken bir tarihte, birinci Fabrika Konseyleri Kongresi’nde anarşizmden esinlenen bir önerge sunuldu. “Üretimin kontrol altına alınması; teftiş organları olmakla sınırlı kalmayıp, … şu andan itibaren üretimi işçilerin ellerine devretme hazırlığını üstlenerek geleceğin hücreleri olacak denetim komisyonları” önerisi yapılıyordu. Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde Anna Pankratova’nın[22] aktardığına göre “anarşist eğilimler kendilerini en kolay ve başarılı şekilde ortaya koyan eğilimlerdi, çünkü kapitalistler işçi denetimi kararnamesinin uygulanmaması için canla başla direniyor, işçilerin üretime katılmasını fiilen kabul etmiyorlardı”.

Çok geçmeden işçi denetiminin aksayan ve etkin olmayan, yarım yamalak bir tedbir olduğunu ortaya çıktı. İşverenler bunu sabote ettiler, stoklarını sakladılar, aletleri kaçırdılar, işçilere meydan okudular ya da onları işten çıkardılar; kimi zaman fabrika komitelerini kendi ajanları ya da yönetimin işbirlikçileri olarak kullandılar; hatta kârlı olacağını düşünerek firmalarının millileştirilmesi için uğraştılar. İşçiler, fabrikaları ele geçirip kendileri adına işleterek bu manevralara cevap verdiler. “Biz sahiplerini kovacak değiliz” diyordu işçiler önergelerinde, “ancak fabrikaların işlemesini sağlayamazlarsa üretim işini üstleneceğiz”. Anna Pankratova, “kaotik” ve “ilkel” toplumsallaştırmanın tecrübe edildiği bu ilk dönemde fabrika konseylerinin, “sahipleri kovulan ya da kaçan fabrikaların yönetimini sık sık üstlendikleri”ni ekliyor.

İşçi denetimi çok geçmeden yerini toplumsallaştırmaya bırakacaktı. Lenin, “canlı halk yaratıcılığının çetin sınavı”na soktuğu, hakiki liberter dili kullanmaya mecbur bıraktığı daha ürkek yardımcılarını kelimenin tam anlamıyla zorlamıştı. Devrimci yeniden inşanın temeli işçilerin özyönetimi olacaktı. İmkânsızı mümkün kılacak devrimci coşku kitlelerde ancak böyle ortaya çıkarılabilirdi. En son kol işçisi, her işsiz, her aşçı, fabrikaların, toprağın ve idarenin işçilerin, çalışanların, memurların, köylülerin eline geçtiğini; tayınlamanın (tümü de kendiliğinden halk tarafından yaratılmış) demokratik komitelerin elinde olduğunu vb. gördüğünde, “yoksullar bunu görüp hissettiklerinde, toplumsal devrimi yenebilecek hiçbir güç olamaz”. Gelecek, 1871 Komünündekine benzer bir cumhuriyete, bir sovyetler cumhuriyetine gebe gibi gözüküyordu.

Voline’ın anlatımına göre “Bolşevik Parti, kitlelerin hayal gücünü yakalamak, onların güvenini ve sempatisini kazanmak için … o zamana değin anarşizmin belirgin özelliğini oluşturan sloganları kullandı”. Tüm iktidar sovyetlere, kitlelerin sezgisel olarak liberter anlamda kavradıkları bir slogandı. Peter Archinoff, “işçiler, sovyet iktidarı fikrini, toplumsal ve ekonomik olarak işlerini kendi başlarına halletme hakkı olarak yorumluyorlardı” diyor. 1918’in başlarında yapılan Üçüncü Sovyetler Kongresi’nde Lenin şunları söylüyordu: “Anarşist fikirler bugün canlı bir biçim almıştır.” Kısa bir süre sonra, 8 Mart’ta yapılan Yedinci Parti Kongresi’nde Lenin, başka şeylerin yanı sıra işçi örgütlerince (sendikalar, fabrika komiteleri vb.) idare edilen üretimin toplumsallaştırılmasını; kol emeğine dayalı mesleklerden sorumlu olan görevlilerin, polisin ve ordunun lağvedilmesini; maaşlarla ücretlerin eşitlenmesi; sovyetlerin tüm üyelerinin Devletin yönetimine ve idaresine katılımını; bahsi geçen Devletin ve para kullanımının aşamalı olarak bütünüyle ortadan kaldırılmasını ilgilendiren tezlerin kabul edilmesini önerdi. Sendikalar Kongresi’nde (1918 ilkbaharı) Lenin, fabrikaları “üreticilerle tüketicilerin kendi yönettikleri komünler” olarak tasvir ediyordu. Anarko-sendikalist Maximoff, “Bolşevikler Devlet’in yavaş yavaş sönümlendirilmesi teorisini terk etmekle kalmadılar, genel anlamında Marksist ideolojiyi de terk ettiler. Bir tür anarşist olmuşlardı” diyecek kadar ileri gidiyor.

Otoriter Bir Devrim

Kitlelerin içgüdüleri ile devrimci ruh hâllerinin bu cüretkâr yakınlaşması, Bolşeviklerin devrime hâkim olmalarını sağlamış olabilir, ancak onların geleneksel ideolojileriyle ya da gerçek niyetleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Uzun zamandır otoriter olan Bolşevikler, Devlet, diktatörlük, “…”, iktidar partisi, ekonominin yukarıdan yönetilmesi gibi sovyet demokrasisinin gerçek liberter anlayışıyla apaçık çelişen şeyleri derinden benimsemişlerdi.

Ekim isyanının arifesinde yazılan Devrim ve Devlet, Lenin’in düşüncelerindeki karmaşıklığa ayna tutar. Bazı sayfaları bir liberterin kaleminden çıkmış gibi gözükür ve yukarıda gördüğümüz üzere[23], kısmen de olsa anarşistlerin hakkını da teslim eder. Ancak, bu aşağıdan devrim çağrısı, yukarıdan devrim beyanına paraleldir. Hiyerarşik, merkezi devlet sistemi kısmen gizlenmiş, sonradan akla gelen düşünceler değildir, tam tersine samimiyetle ifade edilmiştir: Devlet, proletaryanın iktidarı almasını sağlayacak ve ancak bir geçiş döneminin ardından sönümlenecektir. Bu geçici ıstırap dönemi ne kadar sürecektir? Bu gizlenmemiştir; üzüntüden ziyade rahatlatıcı bir tonla bize sürecin “yavaş” olacağı ve “uzun süre” alacağı söylenir. Devrim, sovyet iktidarı kisvesi altında, “proleter Devleti” ya da “proletarya diktatörlüğünü” doğuracaktır; hatta yazar, en derinlerde yatan düşüncelerini açığa vurduğu bir anda, “burjuvazisiz bir burjuva Devleti” ifadesini ağzından kaçırır.

Lenin, çağdaş Alman devlet kapitalizminden, Kriegswirtschaft’tan (savaş ekonomisi) ders çıkarmıştı. Lenin’in modellerinden bir diğeri, “çelikten disiplini” ile kapitalizmin modern büyük ölçekli sanayi örgütlenmesiydi. Posta ve telgraf gibi devlet tekellerinden özellikle etkilenmiş, yüksek sesle şunları söylüyordu: “Ne kadar da takdire şayan, mükemmel bir mekanizma! Aynen posta hizmetleri gibi örgütlenen bir ekonomik yaşam, … işte ihtiyacımız olan Devlet ve ekonomik temel”. Bunu “otorite” ve “boyunduruk altına alma” olmaksızın yapmaya çalışmak “anarşist bir hayal”dir sonuca varıyordu. Bir zamanlar üretimle mübadelenin işçi birliklerine ve özyönetime bırakılması fikrinden heyecanla bahsetmişti. Ancak, bu kâğıtların yanlış dağıtılmasıydı. Artık sihirli reçetesini saklamıyordu: Tüm yurttaşların “tek bir genel devlet tröstünün çalışanları ve işçileri” hâline gelmesi, tüm toplumun “tek bir büyük büro ve tek bir büyük fabrikaya” dönüştürülmesi. Şüphesiz sovyetler olacaktır, ancak işçi partisinin, yani tarihsel görevi proletaryayı “yönlendirmek” olan partinin denetimi altında. Salim kafayla düşünen Rus anarşistlerin çoğu bu görüşlere kapılmamıştı. Lenin’in liberter döneminin doruğunda, işçileri hazırlıklı olmaları konusunda uyarıyorlardı: Dergileri Golos Truda’da (Emeğin Sesi), 1917’nin son ve 1918’in ilk aylarında, Voline kâhince şu uyarıyı yapıyordu:

“İktidarlarını sağlamlaştırdıktan ve meşrulaştırdıktan sonra, (sosyalist, siyasetçi ve Devletin varlığına inanan kişiler, yani merkeziyetçi ve otoriter eylem adamları olan) Bolşevikler ülkenin ve halkın yaşamını, merkezlerden dayatılan idari ve diktatörce araçlarla düzenlemeye başlayacaklar. … Sovyetleriniz … yavaş yavaş merkezi hükümetin iradesinin yürütme organları hâline gelecekler. … Otoriter bir siyasi devlet aygıtı kurulacak ve yukarıdan hareket ederek demir yumruğuyla her şeyi ezmeyi amaçlayacak. … Merkezi otoriteyle aynı fikirde olmayanların başına taş yağacak. … Tüm iktidar sovyetlere ifadesi, gerçekte parti liderlerinin otoritesi hâline gelecek”.

Voline’a göre Lenin’i bir süreliğine kendi asıl yolundan uzaklaşmak zorunda bırakan şey, kitlelerin giderek artan anarşist eğilimleriydi. Devletin, otoritenin, diktatörlüğün sadece bir saat, kısa bir anlığına ayakta kalmasına müsaade edecekti. Ardından “anarşizm” gelecekti. “Ancak, yüce Tanrım, … gerçek iktidarını sağlamlaştırıp artık kitlelerin sesine kulak asmaması mümkün olduğunda, yurttaş Lenin’in ne diyeceğini göremiyor musunuz?” Ardından o bilindik yola geri dönecek. En eksiksiz biçimiyle “bir Marksist Devlet” yaratacak.

Lenin ile ekibinin kitlelere bile bile tuzak kurduğunu iddia etmek elbette riskli olacaktır. Burada açık bir düzenbazlıktan ziyade doktrinsel bir ikilik vardır. Düşüncelerinin iki kutbunun çeliştiği o kadar açıktı ki, o kadar göze batıyordu ki, bunun çok geçmeden olayları etkileyeceği önceden görülebiliyordu. Ya anarşist eğilim ve kitlelerin baskısı Bolşevikleri kendi otoriter yönlerini unutmaya zorlayacaktı ya da tam tersine, halkın devrimci yükselişinin durulmasıyla çakışan iktidarlarını sağlamlaştırmaları, onları geçici anarşist düşüncelerini bir kenara bırakmaya yöneltecekti.

Mevzubahis konularda dengeyi bozan yeni bir etken ortaya çıktı: İç savaşın ve dış müdahalenin feci sonuçları, ulaşımın dağınıklığı, teknisyenlerin azlığı. Bu gelişmeler, Bolşevik liderleri acil önlemlere, diktatörlüğe, merkezileşmeye ve “demir yumruk”a başvurmaya sevk etti. Ancak anarşistler, bunların Devrime dışsal nesnel nedenlerin bir sonucu olduğunu kabul etmiyorlardı. Onlara göre bunlar kısmen Bolşevizmin otoriter fikirlerinin iç mantığından, aşırı merkezileşmiş ve fazlasıyla bürokratik otoritenin zayıflığından kaynaklanıyordu. Voline’a göre başka şeylerin yanı sıra Devlet’in yetersizliği, her şeyi yönetme ve denetleme arzusu, onu ülkenin ekonomik yaşantısını düzenleyemez hâle getirmiş ve gerçek bir “çöküş”e, yani sanayinin felce uğramasına, tarımın iflas etmesine ve ekonominin çeşitli kolları arasındaki tüm bağlantıların tahrip olmasına yol açmıştı.

Voline örnek olarak, Petrograd’daki eski Nobel petrol rafinerisi hikâyesini anlatıyordu. Mevcut 4.000 işçi, eski sahiplerinin terk ettiği rafineriyi kolektif olarak çalıştırmaya karar vermişti. Bolşevik hükümetle boşu boşuna yazışıp durmuşlardı. Ardından, kendi girişimleriyle fabrikayı çalışır duruma getirmeye çalıştılar. Seyyar gruplara ayrılarak yakıt, hammadde, satış kanalları ve nakliye araçları bulmaya çalıştılar. Nakliye konusunda, demiryolu işçileri arasındaki yoldaşlarıyla görüşmelere başlamışlardı. Her fabrikanın bağımsız hareket etmesini engellemenin ülkeye karşı sorumluluğu olduğunu düşünen hükümet buna kızdı. İşçi konseyi ısrar etti ve işçiler genel meclisini toplantıya çağırdı. Halk Emek Komiseri, işçileri “ciddi asilik fiili”ne karşı kişisel olarak uyarma zahmetine girdi. “Anarşistçe ve bencilce” olarak nitelendirdiği tavırlarını ağır bir dille kınadı. İşçileri, tazminat ödenmeden işten atmakla tehdit etti. İşçiler, herhangi bir ayrıcalık istemediklerini söyleyerek karşılık verdiler: Hükümet ülkenin dört bir yanındaki işçi ve köylülerin aynı şekilde hareket etmesine izin vermeliydi. Her şey boşunaydı, görüşünde ısrar eden hükümet sonunda fabrikayı kapattı.

Komünist Alexandra Kollantay, Voline’ın analizini teyit eder. 1921’de, çok sayıda işçi inisiyatifinin sonu gelmeyen kırtasiyecilik ve yararsız idari tartışmalar arasında heba edildiğinden şikâyet ediyordu: “Kendilerine hareket etme hakkı ve özgürlüğü tanınmış olsaydı neler yapabileceklerini gördüklerinde … işçilerin hissettikleri acı o kadar keskin ki. … İnisiyatif zayıflıyor ve harekete geçme arzusu sönmeye yüz tutuyor”.

Aslında, Sovyetlerin iktidarı sadece birkaç ay sürdü: Ekim 1917’den 1918 ilkbaharına kadar. Özyönetimin ekonominin “akılcı” ihtiyaçlarını hesaba katmadığı; kıt kaynakları eline geçiren, diğer fabrikalar “Devlet için” daha önemli ve daha iyi donanıma sahip olsalar bile, ne pahasına olursa olsun ayakta kalmak isteyen, birbirleriyle rekabet eden işletmelerin bencilliği söz konusu olduğu bahanesiyle fabrika konseyleri çok geçmeden güçlerinden yoksun bırakıldılar. Kısacası, Anna Pankratova’ya göre durum, anarşistlerin hayalini kurdukları türden bir “özerk üreticiler federasyonları” oluşturacak şekilde ekonominin parçalanmasına doğru gidiyordu. Hiç şüphesiz ki henüz gelişme aşamasında olan işçilerin özyönetimi kusursuz olmaktan uzaktı. Meşakkatle ve deneme yanılma yoluyla, dünya tarihinde örneği olmayan yeni üretim biçimleri yaratılmaya çalışılıyordu. Şüphesiz birçok hata yapılmış, yanlış yönlere sapılmıştı. Bu çıraklık döneminin bedeliydi. Alexandra Kollantay’ın savunduğu üzere komünizm, “işçi sınıfının yaratıcı güçlerinden hareket eden, uygulamalı bir araştırma süreci (belki de hatalarıyla) olmadan ortaya çıkamaz”.

Parti liderleri bu görüşü benimsemediler. Kalplerinin derinliklerinde devretmekten hiç de memnun olmadıkları iktidarı fabrika komitelerinden geri almaya dünden razıydılar. Lenin, 1918 gibi erken bir tarihte işletmelerin yönetiminde “tek irade”yi tercih ettiğini belirtmişti. İşçiler, çalışma sürecini yöneten müdürlerinin tek iradesine “kayıtsız şartsız” itaat etmeliydiler. Tüm Bolşevik liderler, diyor Kollantay, “işçi kolektiflerinin yaratıcı becerilerinden şüphe duyuyorlardı”. Dahası, eski Rus kapitalizminden artakalan, sovyet tipi kurumlara hızla uyum gösteren ve kendilerinin çeşitli komiserliklerde sorumlu mevkilere getirilmelerini sağlayan, ekonominin yönetiminin işçi örgütlerine değil de kendilerine bırakılmasında ısrar eden çok sayıda küçük burjuva yönetimi işgal etmişti.

Devlet bürokrasinin ekonomideki rolü giderek önem kazandı. Sanayi, 5 Aralık 1917’den itibaren tüm üretim organlarının faaliyetlerinin otoriter eşgüdümünden sorumlu olan Yüksek Ekonomi Konseyi’nin emrine verildi. 26 Mayıs ile 4 Haziran 1918 arasında düzenlenen Ekonomi Konseyleri Kongresi’nde, her işletmenin yönetim kurulu üyelerinin üçte ikisinin bölge konseyleri ya da Yüksek Ekonomi Konseyi tarafından aday gösterileceği ve yalnızca üçte birinin oradaki işçiler tarafından seçilebileceği karara bağlandı. 28 Mayıs 1918 kararnamesi kolektifleştirmeyi sanayinin bütününe yayarken, aynı şekilde devrimin ilk aylarında kendiliğinden yapılan toplumsallaştırmaları millileştirmelere dönüştürdü. Yüksek Ekonomi Konseyi, millileştirilen sanayilerin yönetiminden sorumlu kılındı. Müdürler ve teknik personel, Devlet tarafından atanan kimseler olarak görevlerine devam ettiler. 1918’in sonlarında yapılan İkinci Yüksek Ekonomi Konseyi Kongresi’nde komite raportörü sert bir dille fabrika konseylerini, yönetim kurulunun yerini alarak fabrikaları yönetmeye çalışmakla suçladı.

Fabrika komiteleri seçimleri dostlar alışverişte görsün diye yapılmaya devam etti, ancak Komünist hücrenin bir üyesi önceden hazırlanan adaylar listesini yüksek sesle okuyor ve oylama, işletmenin silahlı “Komünist muhafızlar”ının huzurunda el kaldırmak suretiyle yapılıyordu. Önerilen adaylara karşı çıkan herkes (ücret kesintisi gibi) ekonomik yaptırımlara maruz kalıyordu. Peter Archinoff’un belirttiği gibi, artık her yerde hazır ve nazır olan tek bir efendi vardı: Devlet. İşçilerle bu yeni efendi arasındaki ilişkiler, emekle sermaye arasındaki eski ilişkilere benzer bir hâl almıştı.

İşlevleri tamamen lafta kalan sovyetler, hükümet iktidarının kurumlarına dönüştürülmüştü. “Devlet’in temel hücreleri olmalısınız” diyordu Lenin, 27 Haziran 1918’de yapılan Fabrika Konseyleri Kongresi’nde. Voline’ın ifade ettiği üzere fabrika konseyleri, “küçük, önemsiz yerel konulardan sorumlu olan, merkezi otoritelerin (hükümetin ve Parti’nin önde gelen organlarının) ‘talimatlar’ına tamamen tabi olan, idari organlar ile yürütme organları”na indirgenmişlerdi. Artık “ufacık bir güçleri” kalmamıştı. Üçüncü Sendikalar Kongresi’nde (Nisan 1920), komite raportörü Lozovosky şunu kabul ediyordu: “Eski işçi denetimi yöntemlerini terk ettik ve yalnızca devlet denetimi ilkesini muhafaza ettik”. Artık bu “denetim” belli bir Devlet organı tarafından icra edilecekti: İşçi ve Köylü Müfettişliği Dairesi.

Yapı olarak merkeziyetçi olan sanayi federasyonları, federalist ve liberter mizaca sahip fabrika konseylerinin özümsenmesi ve tabi kılınmasında Bolşeviklere yardımcı oldular. 1 Nisan 1918’de, bu iki örgütlenme biçimi arasındaki birleşme artık tamamlanmıştı. Bu tarihten sonra sendikalar, Parti gözetimi altında disiplini sağlama rolü üstlendiler. Petrograd ağır metal sanayilerindeki işçi sendikaları, fabrika konseylerinden kaynaklı “işleri aksatan inisiyatifler”i yasaklamış, onların şu ya da bu işletmeyi işçilerin ellerine vermeye yönelik “son derece tehlikeli” eğilimlerine karşı çıkmıştı. Bunun, “uzun zaman önce iflas etmiş bir düşünce” olan üretim kooperatiflerini taklit etmenin en kötü yolu olduğu ve “işletmeleri kapitalist girişimlere dönüştüreceği” söylenmişti. Sanayiciler tarafından terk edilen ya da sabote edilen, ürünü ulusal ekonomi için gerekli olan her işletme Devlet’in denetimi altına bırakılacaktı. Sendika örgütünün onayı olmaksızın işçilerin bu işletmelerin yönetimini üstlenmesine “izin verilemez”di.

Bu ilk kontrolü ele geçirme operasyonunun ardından sendikalar da uysallaştırılıp, özerklikten yoksun bırakıldılar ve tasfiye edildiler; kongreleri ertelendi, üyeleri tutuklandı, örgütleri yasaklandı ya da daha geniş birimlerle birleştirildi. Bu sürecin sonucunda, anarko-sendikalist eğilimlerin hepsi temizlendi; sendika hareketi bütünüyle Devlete ve tek partiye tabi kılındı.

Aynı şey tüketici kooperatiflerinin başına da geldi. Devrim’in ilk aşamalarında her yerde ortaya çıkan ve sayıları giderek artan bu kooperatifler, birbirleriyle federe hâle gelmişlerdi. Ancak, onların kabahati de Parti kontrolü dışında olmaları ve belli sayıda sosyal demokratın (Menşeviklerin) içlerine sızmış olmasıydı. İlk önce yerel dükkanlar, “özel ticaret” ve “spekülasyon” bahanesiyle, hatta hiçbir bahane olmaksızın malzeme ve nakliye araçlarından mahrum bırakıldılar. Ardından, özgür kooperatiflerin hepsi tek bir hamleyle kapatıldı ve yerlerine bürokratik bir şekilde devlet kooperatifleri kuruldu. 20 Mart 1919 kararnamesi ile tüketici kooperatifleri Gıda Tedariki Komiserliği’ne, sınaî üretici kooperatifleri de Yüksek Ekonomi Konseyi’ne bağlandı. Kooperatiflerin çoğu üyesi hapse atıldı.

Yeterince çabuk ve kuvvetli bir şekilde tepki göstermeyen işçi sınıfı, yokluğun ve devrimci mücadelenin mecalsiz bıraktığı geniş bir alana yayılmış, geri kalmış ve esasen kırsal olan bir ülkede dağınık, tecrit edilmiş bir hâldeydi; daha da kötüsü cesareti kırılmıştı. Son olarak, en iyi üyeleri, iç savaşta çarpışmak üzere cephelere dağılmış ya da parti ve hükümet aygıtına dahil olmuşlardı. Yine de, azımsanamayacak sayıdaki işçi, devrimci zaferlerin meyvelerinden az ya da çok dışlandıklarını, yeni kazandıkları haklardan yoksun bırakıldıklarını, vesayet altına alındıklarını, yeni efendilerin kibirleri ve keyfi iktidarlarınca aşağılandıklarını düşünüyordu;  bu işçiler, sözde “proleter Devlet”in gerçek mizacının farkına varmışlardı. Böylece 1918 yazında, Moskova ve Petrograd fabrikalarında çalışan hoşnutsuz işçiler kendi aralarından delegeler seçerek, kendi otantik “delege konseyleri” ile otoritenin ele geçirmiş olduğu işletme sovyetlerine karşı çıkmaya çalıştılar. Kollantay, işçinin küskün olduğuna ve kendisini bir kenara itilmiş hissettiğine şahitlik eder. İşçi, (en azından teoride “proleterya diktatörlüğü”nün dayandığı) kendi yaşam tarzı ile sovyet görevlilerininkini karşılaştırabiliyordu.

İşçiler gerçeği fark ettikleri zaman iş işten geçmişti. İktidar kendisini sağlam bir şekilde örgütleyecek yeterli zamana sahip olmuştu ve elinin altında, kitlelerin herhangi bir otonom eylemini tamamen parçalayabilecek baskıcı kuvvetler bulunuyordu. Voline’a göre şiddetli ama eşitsiz bir mücadele yaklaşık üç yıl kadar sürdü ve Rusya dışında hiç bilinmiyordu. Bu mücadelede işçi sınıfı öncüleri, kendisi ile kitleler arasında ortaya çıkan bölünmeyi inkâr etmeye kararlı bir devlet aygıtına karşı çıktılar. 1919 ila 1921 arasında, büyük şehirlerde, özellikle de Petrograd’da ve hatta Moskova’da grevler arttı. Göreceğimiz üzere bunlar sert bir şekilde bastırıldılar.

Yönetimdeki Parti içerisinde, sovyetler demokrasisine ve özyönetime geri dönülmesini talep eden “İşçi Muhalefeti” ortaya çıktı. Mart 1921’deki Onuncu Parti Kongresi’nde, grubun sözcülerinden olan Alexandra Kollantay, sendikalar için inisiyatif ve örgütlenme özgürlüğü talep eden, ulusal ekonomi için merkezi bir idari organ seçilmesi amacıyla bir “üreticiler kongresi” yapılması çağrısında bulunan bir broşür dağıttı. Broşüre el koyuldu ve yasaklandı. Lenin, İşçi Muhalefeti’nin bu tezlerini “küçük-burjuva ve anarşist sapmalar” olarak tanımlayan bir önergenin kabul edilmesi için hemen hemen tüm kongreyi ikna etti: Ona göre muhaliflerinin “sendikalizmi”, “yarı-anarşizmi”, Parti’nin proletarya adına uyguladığı iktidar tekeline “doğrudan tehdit” oluşturuyordu. Bundan sonra Parti içinde her türlü muhalefet yasaklandı ve Trosky’nin yıllar sonra kabul edeceği üzere “totaliterlik” yolu açılmış oldu.

Mücadele, sendikaların merkezi liderliği içerisinde devam etti. Tomsky ve Riazanov Presidyum’dan ihraç edilip sürgüne gönderildiler, çünkü sendikaların Parti’den bağımsız olmasını savunuyorlardı. İşçi muhalefetinin lideri Shlypaikov da aynı kaderi paylaştı; çok geçmeden başka bir muhalefet grubunun temel hareket ettiricisi, 1917’de Büyük Dük Michael’i öldüren samimi bir işçi olan G.I. Miasnikov da onu izledi. On beş yıldan beridir parti üyesiydi ve devrimden önce yedi yıldan fazla hapis yatmış, yetmiş beş günlük açlık grevine katılmıştı. Kasım 1921’de, bir broşürde işçilerin Komünistlere olan güvenlerini kaybettiklerini, çünkü Parti’nin artık sıradan üyelerle aynı dili konuşmadığını ve 1918 ila 1920 arasında burjuvaziye karşı uygulanan baskıcı tedbirlerin şimdi işçilere karşı kullanıldığını dile getirmeye cesaret etmişti.

Anarşistlerin Rolü

Liberter tarzdaki bir devrimin tam zıddına dönüştürüldüğü bu dramda anarşistlerin rolü neydi? Rusya liberter bir geleneğe sahip değildi ve Bakunin ile Kropotkin yabancı topraklarda anarşist olmuşlardı. Her ikisi de hiçbir zaman Rusya içerisinde militan anarşist bir rol oynamadılar. 1917 Ekim Devrimine kadar, yazılarından bazı kısa parçaların sadece birkaç kopyası, gizlice ve büyük güçlüklerle Rusya’da ortalıkta görülebilmişti. Rusların toplumsal, sosyalist ve devrimci eğitiminde anarşist olan hiçbir şey yoktu. Tam tersine, Voline’ın bize söylediği gibi “ileri Rus gençliği, sosyalizmi daima devletçi biçimiyle sunan yazılar okuyordu.” İnsanların zihinleri, Alman sosyal demokrasinin bulaştırdığı hükümet fikirleriyle doluydu.

Anarşistler “etkili olmayan bir avuç insandan ibaretti”, [sayıları] en fazla bin kadardı. Voline, hareketin “olaylar üzerinde herhangi bir ivedi, somut etki yaratamayacak kadar küçük” olduğunu belirtiyordu. Üstelik çoğu, işçi sınıfı hareketiyle fazla ilgisi olmayan bireyci aydınlardan oluşuyordu. Memleketi Ukrayna’da kitlelerin kalbini harekete geçiren Nestor Makhno gibi Voline da bir istisnaydı. Makhno, hatıralarında şu katı yargıda bulunuyordu: “Rus anarşizmi olayların gerisinde kaldı, hatta tamamen onların dışında faaliyet gösterdi.”

Ancak, bu yargı biraz hakkaniyetten uzak gibi gözükür. Anarşistler, Şubat ile Ekim devrimleri arasında cereyan eden olaylarda hiç de göz ardı edilemeyecek bir rol oynadılar. Trosky, Rus Devrimi Tarihi’nde bunu birden fazla yerde teyit eder. Sayıca az olmalarına karşın “cesur” ve “faal” olan [anarşistler], Bolşeviklerin henüz parlamento karşıtı olmadıkları dönemde Kurucu Meclise karşı asli muhalefeti oluşturuyorlardı. Lenin’in partisinden çok daha önce “tüm iktidar sovyetlere” talebini ortaya atmışlardı. Çoğu kez Bolşeviklerin arzularına rağmen, barınmanın kendiliğinden toplumsallaştırılmasına yönelik hareketin esin kaynağı olmuşlardı. Anarko-sendikalist aktivistler, Ekim öncesinde bile işçilerin, fabrikaların kontrolünü ele geçirmeye teşvik edilmesinde rol oynamışlardı.

Kerensky’nin burjuva cumhuriyetini sona erdiren devrimci günler sırasında anarşistler, özellikle Grachoff ve Fedatoff gibi yaşlı liberterlerin komuta ettiği Dvinsky alayında askeri mücadelenin ön cephesinde yer alıyorlardı. Bu kuvvet, karşı-devrimci “kadetleri” [harp okulu öğrencileri –çev.] geri püskürtmüştü. Anarşist Gelezniakov, müfrezesinin yardımıyla Kurucu Meclisi dağıtmıştı: Bolşeviklere yalnızca olmuş bitmiş bir şeyi tasdik etmek kalmıştı. Anarşistlerin (Mokrooussoff, Cherniak ve diğerleri) oluşturdukları ya da başını çektikleri birçok partizan müfrezesi vardı ve bunlar, 1918 ila 1920 yılları arasında Beyaz ordularla aralıksız savaştılar.

Büyük şehirlerin hemen hepsinde, görece çok sayıda basılı malzeme (gazeteler, dergiler, kitapçıklar, broşürler ve kitaplar) yayınlayan Anarşist ya da anarko-sendikalist gruplar vardı. Her biri 25.000 nüsha satan, Petrograd’da iki haftalık gazete, Moskova’da ise bir günlük gazete vardı. Anarşist sempatizanların sayısı, Devrimin derinleşip daha sonra da kitlelerden uzaklaşmasıyla birlikte çoğaldı. Rusya’da görevli olan Fransız kaptan Jacques Sadoul, 6 Nisan 1918’de şunları yazıyordu: “Anarşist parti muhalefet grupları içinde en faal, en militan ve muhtemelen de en popüler olanı … Bolşevikler endişeliler.” 1918 sonunda, Voline’a göre “bu etki o kadar güçlü bir hâle gelmişti ki, bırakın muhalefeti eleştiriyi bile kabullenemeyen Bolşevikler bir hayli rahatsız oluyorlardı.” Voline, Bolşevik yetkililer açısından “anarşist propagandayı hoş görmek intihara … denkti” diye anlatıyor. “Liberter fikirlerin ifade edilmesini önce engellemek, daha sonra da yasaklamak için ellerinden geleni yaptılar ve en nihayetinde de kaba kuvvetle bastırdılar.”

Bolşevik hükümet, “liberter örgütlerin bürolarını zorla kapatmaya başladı ve anarşistlerin herhangi bir propaganda çalışmasına ya da faaliyete katılmasını yasakladı.” 12 Nisan 1918 tarihinde Moskova’da, tepeden tırnağa silahlı Kızıl Muhafız birlikleri anarşistlerin kaldığı yirmi beş eve ani bir baskın düzenlediler. Beyaz Muhafızların saldırısına uğradıklarını düşünen anarşistler, saldırıya ateş açarak karşılık verdiler. Voline’a göre çok geçmeden yetkililer, “hapis, yasadışı ilan etme ve idam gibi daha sert önlemlere” başvurmaya başladılar. “Bu anlaşmazlık, dört yıl boyunca Bolşevikleri diken üzerinde tutacaktı … ta ki liberter eğilim en sonunda (1921’in sonunda) askeri tedbirlerle ezilinceye kadar.”

Anarşistlerin tasfiye edilmesi çok kolay oldu, çünkü anarşistler, birisi uysallaştırılmayı reddeden, diğeriyse evcilleştirilmesine izin veren iki gruptan oluşuyordu. Bu ikinci grup, rejime bağlılık jestinde bulunmalarını ve rejimin diktatörce hareketlerini (en azından geçici olarak) onaylamalarını meşru göstermek için “tarihsel zorunluluk”u öne sürüyorlardı. İç savaşın zaferle sonlanmasını ve karşı-devrimin ezilmesini öncelikli gereksinimler olarak görüyorlardı.

Daha uzlaşmaz bir tavır sergileyen anarşistler ise bunu ileriyi göremeyen bir taktik olarak nitelendiriyorlardı. Çünkü karşı-devrimci hareketler, hükümet aygıtının bürokratik yetersizliği ile halkın hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluğundan besleniyordu. Üstelik otoriteler, denetim yöntemlerini eleştiren liberter devrimin aktif kanadı ile onun sağ kanattan karşıtlarının suç teşkil eden faaliyetleri arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Diktatörlüğün ve terörün kabulü, bunun bizzat kurbanları hâline gelecek anarşistler için intihar etmek demekti. Son olarak, sovyet anarşistleri denilenlerin saf değiştirmeleri, daha uzlaşmaz görülenlerin ezilmesini daha kolaylaştırdı, çünkü bunlar “sahte” anarşistler, sorumsuz ve gerçekçi olmayan hayalperestler, aptal sersemler, deliler, ayrılık tohumları eken kişiler ve en nihayetinde de karşı-devrimci haydutlar olarak görüldüler.

Victor Serge, saf değiştiren anarşistlerin en zekilerinden, dolayısıyla da en çok itibar görenlerinden birisiydi. Rejim için çalıştı ve rejimi anarşist eleştirilere karşı savunmaya kalkıştığı Fransızca bir kitapçık yayınladı. Daha sonra yazdığı L’An I de la Revolution Russe, Bolşeviklerin sovyetleri tasfiye etmesini büyük ölçüde meşru gösterme çabasıydı. Parti (daha doğrusu onun seçkin lider kadrosu), işçi sınıfının beyni olarak sunuluyordu. Proletaryanın ne yapabileceğini ve ne yapması gerektiğini keşfetmek, layıkıyla seçilmiş öncü lidere düşmekteydi. Onlar olmaksızın sovyetlerde örgütlü olan kitleler, “zekâ pırıltılarıyla bezenmiş karmaşık arzulara sahip insan yığınlarından” başka bir şey olamazdı.

Victor Serge, merkezi Sovyet iktidarının gerçek mizacı hakkında herhangi bir yanılsamaya kapılmayacak kadar zeki birisiydi. Ancak bu iktidar hâlâ ilk proleter devrimin itibarından kaynaklanan kutsallık halesini taşıyordu ve dünya karşı-devriminin nefretini kazanmıştı; Serge ile başka birçok devrimcinin dillerine kilit vurmayı tercih etmelerinin sebeplerinden biri (ve en onurlu olanı) buydu. 1921 yazında anarşist Gaston Leval, Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi için İspanyol delegasyonu üyesi olarak Moskova’ya geldi. Şahsi görüşmelerinde Serge ona “Komünist Parti artık bir proletarya diktatörlüğü değil, proletarya üzerinde bir diktatörlük uygulamaktadır” demişti. Leval, Fransa’ya döndüğünde belgelenmiş gerçekleri ve (“bilinçli yalanlar” olarak tarif ettiği) Victor Serge’nin şahsi görüşmelerinde ve kamuoyuna yaptığı açıklamalarda söylediği şeyleri kullanarak Le Libertaire’de makaleler yazdı. Amerikalı anarşist Emma Goldman, Living in My Life’da, Moskova’da iş başındayken gördüğü Victor Serge’ye karşı pek nazik değildir.

Makhnovçina

Şehirlerdeki küçük, zayıf anarşist grupçukları tasfiye etmek görece kolay olmuştu, ancak köylü Nestor Makhno’nun ekonomik ve askeri açıdan güçlü bir kırsal anarşist örgütlenme inşa ettiği Ukrayna’da durum farklıydı. Yoksul bir Ukraynalı köylü olarak dünyaya gelen Makhno, 1919’da yirmi yaşındaydı. 1905 Devrimini bir çocuk olarak yaşamış ve daha sonra anarşist olmuştu. Çarlık rejimi kendisini idama mahkûm etmiş, daha sonra cezası hafifletilerek sekiz yıl hapse çarptırılmıştı. Boutirki hapishanesinde zamanının çoğunu zincire vurulmuş olarak geçirmiş, ilk defa orada okula gitme şansı olmuştu. Eğitimindeki boşlukların en azından bir kısmını hapishane arkadaşı Peter Archinoff’un yardımıyla gidermişti.

Makhno, Ekim Devrimi’nin hemen ardından yedi milyon nüfusu olan, 772’ye 644 kilometrelik bir daire içinde otonom bir bölge kurmak için köylü yığınlarını örgütlemeye girişmişti. Güney ucu Berdiansk limanında Azak denizine ulaşan ve merkezinde 20.000-30.000 nüfusuyla büyük bir şehir olan Gulyai-Polye’nin bulunduğu bu alan, 1905’de şiddetli olayların yaşandığı geleneksel olarak isyankâr bir bölgeydi.

Hikâye, Alman ve Avusturya işgal ordularının, devrimci köylülerin el koydukları toprakları eski sahiplerine geri veren sağ kanat bir rejim kurmalarıyla başlamıştı. Toprak işçileri, yeni ele geçirdikleri toprakları savunmak için silaha sarıldılar. Gericiliğe olduğu gibi Bolşevik komiserlerin yerli yersiz her işe karışmalarına ve aşırı vergilere karşı da direndiler. Bu büyük jacquerie’nin[24] [köylü ayaklanması –çev.] kıvılcımını bir “adalet aşığı”, köylülerin “Baba” Makhno diye çağırdıkları bir tür anarşist Robin Hood çakmıştı. İlk askeri başarısı, 1918 Eylül’ünün ortasında Gulyai-Polye’nin ele geçirilmesi oldu. 11 Kasım ateşkesi Avusturya-Almanya işgal ordusunun geri çekilmesine yol açtı, Makhno’nun silah ve malzeme stokları oluşturması için eşsiz bir imkân sağladı.

Liberter komünizmin ilkeleri tarihte ilk kez kurtarılmış Ukrayna’da uygulandı ve özyönetim sivil savaş koşullarında mümkün olduğu ölçüde hayata geçirildi. Köylüler “komünler”de ve “özgür çalışma sovyetleri”nde bir araya gelerek, eski sahiplerine karşı savaşarak korudukları toprakları komünal tarzda işlemeye başladılar. Bu gruplar, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine saygılıydılar. Her erkek, kadın ve çocuk gücünün yettiği ölçüde çalışmak zorundaydı; geçici idari görevlere seçilen yoldaşlar daha sonra düzenli işlerine geri dönerek, komünlerin diğer üyeleriyle birlikte çalışmaya devam ediyorlardı.

Her sovyet, seçilmiş olduğu yerellikteki köylülerin iradesini icra etmekle yükümlüydü. Üretim birimleri il ölçeğinde, iller de bölge ölçeğinde federasyonlar oluşturuyorlardı. Sovyetler, toplumsal eşitliğe dayanan genel ekonomik sistemle bütünleşmişlerdi; siyasi partilerden bağımsızdılar. Hiçbir siyasetçi, sovyet iktidarı örtüsü altında kendi iradesini dayatamıyordu. Üyeler, emekçi kitlelerin hizmetindeki gerçek işçilerdi.

Makhnocu partizanlar bir yeri ele geçirdiklerinde, üzerinde şunların yazılı olduğu posterleri yapıştırıyorlardı: “İşçi ve köylülerin özgürlüğü kendi ellerindedir ve hiçbir kısıtlamaya tabi değildir. Uygun gördükleri ve arzuladıkları şekilde eyleme geçmek, örgütlenmek, yaşamlarını ilgilendiren konularda kendi aralarında bir karara varmak, işçi ve köylülere kalmış bir şeydir. … Makhnocular yardım etmek ve tavsiyede bulunmaktan daha fazlasını yapamaz. … Hiçbir koşulda idareyi üstlenemezler, ne de böyle bir arzuları vardır.”

1920’de Makhno’nun adamları eşit taraf olarak Bolşeviklerle müzakerelere başladılar ve ömrü çok kısa bir anlaşma yaptılar; anlaşmaya şöyle bir ek kısım konulmasında ısrar etmişlerdi: “Makhno ordusunun faaliyet gösterdiği alanda işçi ve köylüle,r ekonomik ve siyasi özyönetim için kendi özgür kurumlarını kurarlar; bu kurumlar özerktirler ve anlaşmalar çerçevesinde Sovyet Cumhuriyetlerinin yönetim organlarıyla federal olarak bağlantılıdırlar.” Bolşevik delegeler şok olmuşlardı ve Moskova’ya danışmak üzere ek kısmı anlaşmadan ayrı tuttular; Moskova tabii ki bunu “kesinlikle kabul edilemez” buldu.

Makhnocu hareketin görece zayıflıklarından birisi liberter aydınlardan yoksun olmasıydı, ancak zaman zaman dışarıdan yardım alıyordu. Bu yardım, ilk olarak Voline’dan etkilenen anarşistlerin 1918’de Nabat {Alarm} adlı birliği kurdukları Kharkov ve Kursk’dan geldi. 1919’da, “otoriter, merkeziyetçi, devletçi bir temelde örgütlenmiş tamamen siyasi yapılar hâline gelen sovyetlere herhangi bir biçimde katılmaya kategorik ve kesin olarak karşı oldukları”nı açıkladıkları bir kongre düzenlediler. Bolşevik hükümet bu açıklamayı bir savaş ilanı olarak kabul etti ve Nabat tüm faaliyetlerini sonlandırmaya zorlandı. Daha sonra Temmuz’da, Voline Makhno’nun karargâhına ulaşarak, Peter Archinoff ile birlikte hareketin kültür ve eğitim işlerinin sorumluluğunu üstlendi. Ekim’de Alexandrovski’de, “özgür sovyetler” öğretisini düzenleyen “Genel Tezler”in kabul edildiği kongreye başkanlık yaptı.

Köylü ve partizan delegeler bu kongrelerde yerlerini aldılar. Aslında sivil örgütlenme, gerilla taktikleri uygulayan isyancı köylü ordusunun bir uzantısıydı. Hem süvarileri hem de yaylı hafif at arabalarıyla seyahat eden piyadeleri sayesinde günde 250 km kadar ilerleyebilen, son derece hareketli olan bu ordu bilhassa liberter, gönüllü bir temelde örgütlenmişti. Seçim ilkesi her kademede uygulanıyordu ve disiplin üzerinde özgürce görüş birliği sağlanmıştı: Disiplin kuralları partizanlardan oluşan bir komisyon tarafından belirleniyor, ardından genel meclislerin onayına sunuluyor ve herkesçe katı bir biçimde yerine getiriliyordu.

Makhno’nun franc-tireurs [akıncıları –çev.], müdahale eden Beyaz ordulara bayağı rahatsızlık verdi. Bolşevik Kızıl Muhafız birlikleri ise pek etkili değildi. Bu birlikler yalnızca demiryolları boyunca savaştılar ve zaman zaman kendi savaşçılarını bile arkada bırakarak ilk olumsuz gelişmede geri çekilecekleri zırhlı vagonlardan asla fazla uzaklaşmadılar. Bu durum askeri teçhizatları yetersiz olan ve köylerinde yalıtılmış bir hâlde bulunan, bu nedenle de karşı-devrimcilerin insafına kalacak köylülere pek güven vermiyordu. Makhnoşina tarihçisi Peter Archinoff, “1919 sonbaharında Denikin’in karşı-devrimci hareketinin yok edilmesinin onuru esasen anarşist isyancılara aittir” diye yazıyordu.

Ancak, Kızıl Muhafız birliklerinin Kızıl Ordu’ya dahil edilmesinin ardından Makhno, kendi ordusunun Kızıl Ordu şefi Trotsky’nin komutası altına alınmasına karşı çıktı. Bu nedenle Tostsky, bu büyük devrimci-isyancı  hareketi hedef almanın zorunlu olduğuna karar verdi. 4 Haziran 1919’da, Makhnocuları Ukrayna’daki Sovyet iktidarına karşı çıkmakla suçlayarak düzenlenecek Makhnocu kongrenin yasaklanması emrini verdi. Kongreye katılmanın “vatan hainliği” olacağını söyleyerek, delegelerin tutuklanmasını talep etti. Makhno’nun partizanlarına yardımcı olma görevini yerine getirmeyerek, onlara silah vermeyi reddetti ve ardından da onları “ihanet etmek”le suçladı ve Beyaz ordu birliklerine yenilmelerine izin verdi. On sekiz yıl sonra İspanyol Stalinistleri aynı yöntemi anarşist tugaylara uygulayacaklardı.

Ancak dış müdahalenin neden olduğu son derece tehlikeli durumun birlikte hareket etmeyi gerektirdiği iki olayda, iki ordu arasında tekrar anlaşmaya varıldı. Birincisi Mart 1919’da Denikin’e karşı, ikincisi ise 1920 yazı ve sonbaharında, en sonunda Makhno tarafından yok edilecek olan Wrangel kuvvetlerinin ilerlemesi öncesinde gerçekleşti. Ancak bu öncelikli tehlikeler atlatıldıktan sonra Kızıl Ordu, Makhno partizanlarına karşı yürüttüğü askeri operasyonlara yeniden hız verdi.

Kasım 1920’nin sonunda, iktidar sahipleri bir tuzak kuracak kadar ileri gittiler. Bolşevikler, Kırım Makhno ordusu görevlilerini askeri konseye katılmak üzere davet ettiler. Gelir gelmez siyasi polis Çeka tarafından tutuklandılar ve partizanlar silahsızlandırılırken, görevliler ise kurşuna dizildi. Aynı zamanda, Gulyai-Polye’ye karşı düzenli bir saldırı başlatıldı. Giderek eşitsiz bir hâl alan liberterlerle otoriterler arasındaki mücadele dokuz ay daha sürdü. Ancak sonunda Makhno, sayıca ve teçhizat açısından üstün kuvvetlere yenilerek mücadeleyi bırakmak zorunda kaldı. Ağustos 1921’de Romanya’ya sığınmayı başardı, ardından da hastalık ve yoksulluk içinde ömrünün kalanını geçireceği Paris’e ulaştı. Bu, Makhnovçina’nın destansı hikâyesinin sonuydu. Peter Archinoff’a göre bu oluşum, çalışan kitlelerin bağımsız hareketinin ilk örneği ve bu nedenle de gelecekte tüm dünya işçileri için bir esin kaynağı idi.

Kronştadt

Şubat-Mart 1921’de, Petrograd işçileri ve Kronştadt kalesi denizcileri ayaklanma başlattılar; onlara esin kaynağı olan amaçlar, Makhnocu devrimci köylülerinkine oldukça benzerdi.

Gıda malzemeleri, yakıt ve nakliye yokluğu nedeniyle kent işçilerinin maddi koşulları katlanılmaz bir hâle getirmişti; en ufak bir memnuniyetsizlik ifadesi bile giderek diktatör ve totaliter bir mizaca bürünen rejim tarafından zorla bastırılıyordu. Şubat sonunda Petrograd, Moskova ve diğer birçok büyük şehirde grevler patlak verdi. İşçiler, ekmek ve özgürlük talep ettiler; bir fabrikadan diğerine ilerleyerek ve şalterleri indirerek, gösterilerine yeni işçileri çekiyorlardı. Yetkililer buna makineli tüfek ateşiyle karşılık verdiler ve Petrograd işçileri bunu takiben 10.000 işçinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenlediler. Kronştadt donanma üssü, kışın donan Finlandiya Körfezinde, Petrograd’dan yetmiş yedi kilometre uzaklıkta bulunan bir ada idi. Nüfusu, denizcilerle donanma cephaneliğinde çalışan birkaç bin işçiden oluşmaktaydı. Kronştadt denizcileri, 1905 ve 1917 devrimci olaylarına ön saflarda katılmışlardı. Trotsky’nin ifadesiyle onlar, “Rus Devrimi’nin “iftihar ve şeref kaynağı” olmuşlardı. Kronştadt’ın sivil sakinleri, yetkililerden görece bağımsız bir özgür komün kurmuşlardı. Kalenin tam merkezindeki meydan, 30.000 kadar insanın toplandığı bir halk forumu olarak hizmet ediyordu.

1921’deki denizciler, hiç şüphesiz ki 1917’deki ile aynı devrimci yapıya sahip değildi ve aynı personel görev almıyordu; öncekilere göre köylü kökenli olanlar çok daha fazlaydı; ancak militan ruhlarını muhafaza etmiş ve önceki performanslarının bir sonucu olarak Petrograd’da yapılan işçi toplantılarına aktif olarak katılma haklarını korumuşlardı. Eski başkent greve gidince şehre bir temsilciler heyeti gönderdiler, ancak heyet şehre giremeden düzen kuvvetlerince geri dönmeye zorlandı. Meydanda yapılan iki kitlesel toplantıda, grevcilerin taleplerini adeta kendi talepleriymişçesine sahiplendiler. 1 Mart’ta düzenlenen ikinci toplantıya, merkezi yürütmenin başkanı Kalinin ile birlikte on altı bin denizci, işçi ve asker katıldı. Kalinin’in varlığına rağmen Petrograd, Kronştadt ve Petrograd ili işçileri, Kızıl askerleri ve denizcilerinin on gün içerisinde bir araya gelerek, siyasi partilerden bağımsız bir konferans düzenlemeleri çağrısını içeren bir önergeyi kabul ettiler. Bunun yanı sıra “siyasi görevlilerin” lağvedilmesini, hiçbir siyasi partiye ayrıcalık tanınmamasını, ordudaki Komünist hücum kıtalarının ve fabrikalardaki “Komünist muhafızlar”ın dağıtılmasını talep ettiler.

Aslında onların saldırdıkları şey yönetimdeki partinin iktidar tekeliydi. Kronştadt ayaklanmacıları bu tekeli bir “gasp etme” durumu olarak adlandırmaya cesaret ettiler. Gelin bu yeni komünün resmi dergisi Kronştadt Izvestia’sı sayfalarında gezinerek, kızgın denizcilerin ne söylediklerini kendi ağızlarından dinleyelim. Onlara göre iktidarı ele geçirdikten sonra Komünist Parti’nin ilgilendiği tek bir şey olmuştu: Ne yapıp edip iktidarı elinde tutmak. Kitlelerle bağını yitirmiş ve ülkeyi içinde bulunduğu genel çöküş hâlinden çekip çıkaramayacağını kanıtlamıştı. Bürokratikleşmiş ve işçilerin güvenini kaybetmişti. Gerçek güçlerini kaybeden sovyetlere müdahale edilmiş, ele geçirilmiş ve manipüle edilmişti; sendikalar Devlet’in araçları hâline getirilmişti. Her şeye kadir polis aygıtı halkın üzerine çullanmış, silah zoruyla ve teröre başvurarak kendi yasalarını zorla dayatmıştı. Ekonomik yaşam, özgür emeğe dayanan, vaat edilmiş sosyalizm değil, katı bir devlet kapitalizmi olmuştu. İşçiler bu ulusal tröstün, aynen eskiden olduğu sömürülen ücretli çalışanlarıydılar. Kronştadt’ın saygısız halkı, devrimin yüce liderlerinin yanılmazlıklarına yönelik kuşkularını ifade edecek kadar ileri gitmişlerdi. Trostky’i, hatta Lenin’i bile saygısızca alaya almışlardı. Öncelikli talepleri, tüm özgürlüklerin yeniden tesis edilmesi ve sovyet demokrasisinin tüm organlarını serbest seçimlerle belirlenmesiydi, ancak bunun ötesinde açıkça anarşist bir öze sahip, daha uzak bir amacı da hedefliyorlardı: Bir “üçüncü devrimi.”

Ancak ayaklanmacılar, Devrim çerçevesi içerisinde kalmaya ve toplumsal devrimin kazanımlarını kollamaya da kararlıydılar. “Çarlığın kamçısına geri dönmeyi” arzulayanlarla hiçbir ortak yanlarını olmadığını; “Komünistler”i iktidardan uzaklaştırma niyetlerini gizlememekle beraber, bunun “işçi ve köylüleri köleliğe geri döndürmek” amacıyla olmadığını açıkça beyan ettiler. Üstelik “ortak bir dil bulabilme” umutlarını sürdürerek, rejimle işbirliği olasılığını bütünüyle dışlamadılar. Son olarak, talep ettikleri ifade özgürlüğü hakkı öyle herkes için değildi, sadece Devrime içten inananlar içindi: Anarşistler ve “sol sosyalistler” (sosyal demokratları ya da Menşevikleri dışarıda bırakacak bir formül).

Kronştadt’ın cüreti, Lenin ve Trotsky’nin katlanabileceğinden çok fazlaydı. Bolşevik liderler Devrimi kesinlikle Komünist Parti ile özdeş görüyor ve bu efsaneye karşı olan her şey onların gözünde “karşı-devrimci” olmalıydı. Marksist-Leninist ortodoksluğun tehlike altında olduğunu görüyorlardı. Kronştadt onları daha da fazla korkuttu, çünkü onlar proletarya adına yönetimi üstlenmişlerdi ve gerçekten de proleter olduğu bilinen bir hareket otoritelerini birdenbire sorgulanır hâle getirmişti. Ayrıca Lenin, partisinin diktatörlüğünün tek alternatifinin Çarlık rejiminin yeniden tesis edilmesi olduğu gibi basit bir fikri benimsemişti. 1921’de Kremlin devlet adamları, çok daha sonra 1956 sonbaharında aynı şeyleri söyleyeceklerdi: Kronştadt, Budapeşte’nin habercisiydi.

“Demir yumruk”lu adam Trotsky bastırma işini bizzat üstlendi. “Direnirseniz keklik gibi avlanacaksınız” diye sesleniyordu “asiler”e. Denizciler, “Beyaz Muhafızlar”ın, müdahaleci Batılı güçlerin ve “Paris Borsası”nın suç ortakları olarak görülüyorlardı. Silah gücüyle boyun eğdirilmeliydiler. Birleşik Devletler’den sınır dışı edilince işçilerin anavatanında sığınak bulan anarşist Emma Goldman ve Alexander Berkman’ın Zinoviev’e dokunaklı bir mektup yazarak, kuvvet kullanımın “toplumsal devrime çok büyük bir zarar” vereceğinde ısrar etmeleri ve “Bolşevik yoldaşlar”dan anlaşmazlığın kardeşçe müzakereler yoluyla halledilmesini rica etmeleri boşunaydı. Petrograd işçileri Kronştadt’ın yardımına gelemediler, çünkü zaten baskılardan yılmış ve sıkıyönetimle yönetiliyorlardı.

Kızıl Ordu askerlerinin çoğu sınıf kardeşlerine ateş açmaya istekli olmadığı için özenle seçilmiş birliklerden oluşan bir keşif kuvveti hazırlandı. Bu kuvvet eski bir Çarlık subayı olan, geleceğin Mareşali Tukachevsky’nin komutasına verildi. Kalenin bombardımanı 7 Mart’ta başladı. Kuşatma altındakiler, “Dünya bilsin!” başlığıyla son bir haykırışta bulundular: “İktidar delisi, sarhoşu ve öfkeyle dolu Komünistlerin ellerinde masumların kanı olacak. Yaşasın sovyetler!” Taarruz kuvveti 18 Mart’ta donmuş Finlandiya Körfezi’ni geçer ve “isyan”, bir katliam çılgınlığıyla bastırır.

Anarşistlerin bu olayda rolü yoktu. Ancak, devrimci Kronştadt komitesi iki liberteri kendilerine katılmaya davet etmiştir: Yarchouk (1917 Kronştadt sovyetinin kurucusu) ve Voline; ancak bu girişim sonuç vermez, çünkü ikisi de o esnada Bolşeviklerce hapse atılmışlardı. Kronştadt ayaklanmasının tarihçisi Ida Mett (La Commune de Cronstadt’da), “anarşist etki, anarşizmin işçi demokrasisi fikrinin propagandasını yapması ölçüsünde söz konusu olmuştur” yorumunu yapıyor. Anarşistler olaylarda herhangi bir doğrudan rol oynamadılar, ancak yakından ilgilendiler. Voline daha sonra şunları yazıyordu: “Kronştadt, halkın kendisini her türlü denetimden kurtarmaya ve toplumsal devrimi gerçekleştirmeye yönelik ilk bağımsız girişimidir: Bu girişim, … ‘siyasi çobanlar’ olmaksızın, ‘liderler’ ya da ‘vasiler’ olmaksızın, doğrudan doğruya çalışan kitlelerce yapılmıştı.” Alexander Berkman ekliyor: “Kronştadt, proleter Devlet efsanesini yerle bir etti; Komünist Parti diktatörlüğü ile Devrimin aslında birbine zıt olduğunu kanıtladı.”

Yaşayan ve Ölü Anarşizm

Her ne kadar anarşistler Kronştad ayaklanmasında doğrudan bir rol oynamamışlarsa da, rejim kendisini tedirgin eden bir ideolojinin sonunu getirmek için bundan faydalandı. Birkaç hafta önce 8 Şubat’ta, ihtiyar Kropotkin Rus topraklarında hayata gözlerini yumdu ve bedeni 100.000 kişilik büyük bir kortejin takip ettiği görkemli bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Kalabalıkta, kızıl bayrakların yanı sıra üzerine ateşten harflerle şu kelimelerin yazılı olduğu anarşistlerin kara bayrakları görülebiliyordu: “Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur.” Kropotkin’in biyograficilerine göre bu “Bolşevik tiranlığa karşı son büyük gösteriydi ve çoğu insan büyük anarşiste saygılasından ziyade özgürlük talep etmek için katılmıştı.

Kronştadt’ın ardından yüzlerce anarşist tutuklandı ve sadece birkaç ay sonra, liberter Fanny Baron ve sekiz yoldaşı Moskova’daki Çeka hapishanesinin hücrelerinde kurşuna dizildiler. Militan anarşizm ölümcül bir darbe almıştı. Ancak Rusya’nın dışında, Rus Devrimini yaşayan anarşistler büyük bir eleştiri ve öğretisel yenilenme çabasına giriştiler; bu girişim, liberter düşünceyi yeniden canlandıracak ve daha somutlaştıracaktı. Eylül 1920 gibi erken bir tarihte Ukrayna Anarşist Örgütler Konfederasyonu Nabat, “proletarya diktatörlüğü”nün, Parti’yi ele geçirmiş görevliler ile bir avuç liderden oluşan proletaryanın küçük bir kesiminin kitleler üzerindeki diktatörlüğüne yol açmasının kaçınılmazlığını görerek, bu ifadeyi kesinkes reddetmişti. Kropotkin, ölümünden çok kısa bir süre önce “aşılması güç bir bürokrasi”nin yükselişini hazin bir şekilde ifşa ettiği “Batı İşçilerine Mesaj”ı yayınladı: “Bana göre tek parti diktatörlüğünün çelikten yasası altında, güçlü merkezi bir devlet temelinde komünist bir cumhuriyet kurma girişimi feci bir fiyaskoyla sona ermiştir. Rusya bize komünizmin nasıl getirilemeyeceğini öğretiyor.”

Rus anarko-sendikalistlerin dünya proletaryasına yaptıkları dokunaklı çağrı, Fransız dergisi Le Libertaire’nin 7-14 Ocak 1921 tarihli sayısında yayınlandı: “Yoldaşlar, burjuvazinin üzerinizde kurduğu tahakkümünü aynen bizim burada yaptığımız gibi sona erdirin. Ancak, bizim hatalarımızı tekrar etmeyin; devlet komünizminin ülkelerinizde kurulmasına fırsat vermeyin!” 1920’de, daha sonra Birleşik Devletler’de yaşayıp orada ölen Rudolf Rocker, Die Bankrotte des Russischen Stautkomminusmus (Devlet Komünizminin İflası) adlı eserini yazdı. 1921’de yayınlanan bu çalışma, Rus Devrimi’nin yozlaşmasına ilişkin ilk tahlildi. Ona göre ünlü “proletarya diktatörlüğü” tek bir sınıfın iradesinin değil, bir sınıf adına konuşuyormuş gibi davranan ve iktidarı süngü zoruyla elinde tutan bir parti diktatörlüğünün ifadesiydi. “Rusya’da proletarya diktatörlüğü adı altında yeni bir sınıf gelişmişti: Geniş kitleleri eski rejim gibi baskı altında tutan bir “komiseroksi” [commissarocracy].” Toplumsal yaşamdaki tüm etkenleri, her türlü ayrıcalıklı hakka sahip, her şeye muktedir bir hükümete sistemli şekilde tabi kılarak, sonuçta ortaya “Rus Devrimi’nin gelişimi açısından ölümcül olduğunu kanıtlayan bir resmi görevliler hiyerarşisi ortaya çıktı.” “Bolşevikler yalnızca eski toplumun devlet aygıtını ödünç almakla kalmadılar, aynı zamanda ona başka hiçbir hükümetin kendisine hak görmediği, her şeyi kuşatan bir iktidar sundular.”

Haziran 1922’de, Almanya’da sürgünde yaşayan bir grup Rus anarşisti, A. Gorielik, A. Komoff ve Voline adlarıyla oldukça aydınlatıcı küçük bir kitap yayınladılar: Repression de l’Anarchisme en Russie Sovietique (Sovyet Rusya’da Anarşizmin Bastırılması). Fransızca çevirisini Voline’in hazırladığı kitap, 1923’ün başlarında yayınlandı. İçinde Rus anarşizminin verdiği şehitlerin alfabetik bir listesi yer alıyordu. 1921-1922’de Alexander Berkman ve 1923’de Emma Goldman, Rusya’da tanık oldukları vahim olaylarla ilgili broşürler yayınladılar.

Ardından, kaçıp Batı’dan sığınma hakkı alan Makhnocular Peter Archinoff ve Nestor Makhno kendi kanıtlarını yayınladılar.

Rus Devrimi ile ilgili iki liberter klasik, G. Maximoff’un İşleyen Giyotin: Rusya’da Terörün Yirmi Yılı ve Voline’ın Bilinmeyen Devrim’i çok daha sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında basıldı; bunlar, yılların akışıyla düşüncenin olgunlaşması sonucu yazılmışlardı.

Yazdıkları Amerika’da ortaya çıkan Maximoff’a göre geçmişin dersleri, kesin olarak daha iyi bir gelecek beklentisini ortaya çıkarıyordu. SSCB’deki yeni yönetici sınıf kalıcı olamaz ve olmayacaktı; yerini liberter sosyalizm alacaktı. Nesnel koşullar bu gelişmeyi adım adım yaklaştırıyordu: “İşçilerin kapitalistlerin işletmelere geri dönmesini arzulayabilecekleri …. düşünülebilir mi? Asla! Çünkü onlar açıkça Devletin ve bürokratlarının sömürüsüne karşı isyan ediyorlar.” İşçilerin istediği şey bu otoriter üretim yönetiminin yerine kendi fabrika konseylerini geçirmek ve bu konseyleri geniş bir ulusal federasyon içerisinde birleştirmekti. Onlar işçilerin kendinden yönetimini istiyorlar. Aynı şekilde, köylüler bireysel ekonomiye geri dönmenin imkânsız olduğunu anlamışlardı. Kırsal kolektiflerin fabrika konseyleri ve sendikalarla işbirliği içinde olduğu kolektif tarım yegâne çözümdür: Kısacası, Ekim Devrimi programının tam bir özgürlük içinde daha da geliştirilmesi.

Voline, Rus modeline dayanan herhangi bir denemenin, ancak “insanlığın sosyalist bir topluma doğru ilerlemesiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan kapitalizmin en kötü biçimine, kitlelerin iğrenç sömürüsüne dayanan bir devlet kapitalizmi”ne yol açacağını ısrarla savunur. Bu, “kaçınılmaz olarak tüm ifade, basın, örgütlenme ve eylem özgürlüklerinin, hatta yegâne istisnası iktidardaki parti olmak üzere devrimci eğilimlerin bastırılmasına ve “bizzat Devrim’in soluğunu” kesecek bir “toplumsal engizisyona” yol açacak tek parti diktatörlüğü”nü geliştirecektir. Voline, Stalin’in “gökten düşmediği”ni söyleyerek devam eder. Ona göre Stalin ve Stalinizm, 1918 ila 1921 arasında kurulan ve yerleştirilen otoriter sistemin mantıksal sonucudur. “Dünyanın muazzam ve kararlı Bolşevik deneyimden çıkarması gereken ders şudur: Liberter tezlere güçlü bir destek sağlayan; olayların kederli, acı çeken, düşünen ve mücadele eden tüm herkesin çok geçmeden anlamasını sağlayacağı bir ders.”

Dipnotlar:

22 Daha sonra Stalinist olan Bolşevik bir tarihçi.

23Bakınız [Anarşizmin Sosyal Demokratlarca Suçlanması].

24 Jacquerie 1358’deki Fransız köylü ayaklanmasına verilen isimdir [Fransız köylülerinin lakabı olan racques’den gelir). (Fransızca’dan çevirenin notu).

Çeviri: Anarşist Bakış

________________

Önsöz

1. Bölüm: Anarşizmin Temel Fikirleri

2. Bölüm: Yeni Bir Toplum Arayışında

3. Bölüm (a): Devrimci Uygulamada Anarşizm – 1880-1914

3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm

3. Bölüm (c): Devrimci Uygulamada Anarşizm – İtalyan Fabrika Konseylerinde Anarşizm

3. Bölüm (d): Devrimci Uygulamada Anarşizm – İspanyol Devriminde Anarşizm

Sonuç Kabilinden

________________

Anarşizm: Teoriden Pratiğe – Daniel Guérin (Broşür)

________________


Yorumlar

“Anarşizm: Teoriden Pratiğe 3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm – Daniel Guérin” için 9 yanıt

  1. […] Anarşizm: Teoriden Pratiğe 3-a: Rus Devriminde Anarşizm – Daniel Guérin (Anarşist Bakış) […]

  2. […] 3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm […]

  3. […] 3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir