Türkiye, bir ayağı Avrupa, bir ayağı Asya’da olan çok önemli bir ülke. Avrupa Birliği’ne üye olan Yunanistan ve Bulgaristan’la komşu; güney sınırlarında iç savaş nedeniyle dağılan Suriye, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve bölgesel bir güç olmaya can atan İran bulunurken, Rusya’nın müttefiki Ermenistan ve Gürcistan’la da komşu durumda. Karadeniz’in karşı kıyısında, tarihsel bir düşman ve şu an geçici bir müttefik olan Rusya bulunuyor. 80 milyonu biraz aşan bir nüfusa ve bölgenin en büyük ordularından birine sahip olan Türkiye, kendi bölgesinin yanı sıra ABD, Almanya, Rusya ve Ortadoğu’nun jeopolitik hesapları açısından önemli. Ne var ki, Türkiye büyük bir ekonomik krize doğru gidiyor olabilir.
Türkiye, petrol krizlerinin ekonomiyi sarstığı, yüksek enflasyonun halkı yoksullaştırdığı, askeri-sivil ilişkilerin tankların birden fazla kez sokağa çıkıp seçilmiş yetkilileri devirmesiyle tanımlandığı kaotik 1970’lerden ve 1980’lerden bu yana uzun bir yol kat etti. 1990’ların sonlarından 21’inci yüzyılın ilk 10 yılına kadar daha fazla siyasi istikrar, sivil yönetimin askeri güce üstün gelmesi, güçlü ekonomik büyüme, enflasyonun dizginlenmesi ve orta sınıftaki vatandaşların yaşam standardında iyileşmeler görüldü. Tüm bunların sağlanmasıyla en çok bağlantılı kişi, siyasi gücünü git gide artıran, önce başbakanlık yapan ve ardından Türkiye anayasasını değiştirerek cumhurbaşkanlığı rolünü üstlenen ama bu makamdaki öncüllerine kıyasla çok daha fazla güce sahip olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.
En Büyük Sorun Ekonomi
Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi 2000’lerde peş peşe beş seçimden galip çıktı (2002, 2007, 2011, Haziran 2015 ve Kasım 2015). Seçimlere İslami kökenli bir parti olarak katılsa da, AK Parti ekonomik konulardaki pragmatizmi, yolsuzluğa bulaşmamış olması ve ülkenin geçimsiz laik partilerine dair hayâl kırıklığı sebebiyle sandıklardan başarıyla çıktı.
Bununla beraber, Temmuz 2016’daki başarısız askeri darbe girişimi, Türk siyasetinde bir dönüm noktası oldu. Erdoğan’ın partisi önceki siyasi çatışmalarda ordu karşısında zafer kazansa da bunu, 1999 yılından bu yana ABD’de yaşayan Fethullah Gülen’in takipçilerinin desteğiyle başardı. Birçok açıdan muhafazakâr olan Gülenciler, Türkiye’de devlet kurumları ve iş dünyasının önemli mevkilerinde çok sayıda müridi bulunan dini ve toplumsal bir hareket olarak görülüyor ve gizli bir İslami tarikat olmakla suçlanıyor. AK Parti ve Gülenciler anlaşmazlığa düştükten sonra, Gülen’in 2016 darbesini tertiplediği belirtiliyor.
Darbenin sonrasında, Erdoğan’ın yönetimi çok daha otokratik bir hal aldı ve ülkede siyasal özgürlükler ulusal güvenlik adına kısıtlandı. Erdoğan bu çerçevede, ülkeyi muhtemel Gülencilerden temizledi, Kürt azınlığı bastırdı ve kendi ülkelerinin en önemli silahlı güçlerinden birine dönüşen Suriyeli Kürtlere karşı askeri operasyonlara girişti.
Fakat Türkiye’nin önünde belirmekte olan en büyük sorun, ekonomi. Türkiye ekonomisi 2017 yılında yüzde 7 oranında büyüdü. Bu güçlü büyümenin arkasında, devletin kredi garantilerinin ve mali desteğinin ivme kazandırdığı büyük bir kredi dalgası vardı. Düşük TL kurunun yardımıyla yaşanan ihracat artışı da önemli bir etkendi.
Ekonomi Aşırı Isındı
Türk ekonomisinin karşısındaki güçlük, ekonominin aşırı ısınmasından kaçınma sorunu. Enflasyon baskısı artıyor; cari işlem açığı büyüyor ve GSYH’nin yüzde 5.0 civarında kalması bekleniyor. Türkiye, 2018 yılını mali stres, büyük bütçe açığı nedeniyle finans endişesi ve artan enflasyonla tamamlayabilir; tüm bunların siyasi sonuçları olabilir. Hükümet, para politikasını sıkılaştırarak ekonomiyi yavaşlatması halinde, iktidardaki AK Parti’nin 3 Kasım 2019’da yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde zarar görmesinden endişe duyuyor.
Türkiye’nin ekonomik sorunları halı altına süpürülemez. Aşırı ısınan ekonomi, Uluslararası Para Fonu’nun da (IMF) dikkatini çekti ve 2018 tarihli raporunun sonuç bölümünün IV. Madde’sinde şu uyarıda bulundu: “Dış koşullar olumsuz bir yönelim gösterirse risk alanlarının daha belirgin hale gelir. Zayıf noktalar arasında büyük dış finansman ihtiyacı, sınırlı döviz rezervleri, kısa vadeli sermaye girişlerine artan bağımlılık ve şirketlerin döviz riskine fazlasıyla maruz kalması bulunuyor. Bina ve inşaat sektöründe de muhtemel üretim fazlası sinyalleri gözlemleniyor. Risk tetikleyicileri tabiatı itibarıyla öngörmek güç olsa da bunlar, ülke içi gelişmeler veya yatırımcıların gelişmekte olan piyasalara duyarlılığının değişimi gibi bölgesel jeopolitik gelişmelerden kaynaklanabilir.”
IMF’nin eleştirileri, Türkiye tarafından takdir görmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzman ekonomi danışmanlarından Cemil Ertem’in sözleri, Ankara’nın bakış açısına açıklık getiriyordu: Ertem’e göre, Türkiye’nin harcamaları dizginleyip enflasyonu yatıştırması gerektiği yönündeki IMF önerileri ‘dinozorlar tarafından pazarlanan iflas etmiş ekonomik teoriler’e dayanıyordu. Ertem, “Bunların tam tersini yapacağız” diye devam ediyordu.
Türkiye’nin sorunu, Federal Rezerv (ABD Merkez Bankası) ve Avrupa Merkez Bankası para politikasını sıkılaştırdığı bir dönemde, ekonomiyi pompalamayı sürdürmeyi planlaması. Bu, borçlanılan paranın maliyetinin artması anlamına geliyor. Bu türden bir politika bir yıl daha güçlü büyüme sağlayabilir ancak sert bir düşüşün de zeminini hazırlar. Aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, sorunun derinliğinin ne kadar farkında olduğu ve enflasyon baskılarını göğüsleme becerisi konusunda giderek çoğalan sorular söz konusu.
Hatice Karahan Eski Krizleri Dikkate Almadı
Erdoğan’ın danışmanlarından biri olan ekonomi profesörü Hatice Karahan, yabancı fonların akışında meydana gelebilecek ani bir durma olasılığını reddediyor ve “en kötü senaryoda bile sermaye akışında herhangi bir aksama beklemiyorum” diyor. Türkiye’nin geçmişteki ekonomik krizlerinden bazılarının cari hesabı finanse etme sorunlarıyla bağlantılı olduğunu düşündüğümüzde, Karahan’ın sözleri bir miktar hatalı görünüyor. Bundan da öte, sermaye akışı tamamen kuruyabilir; 1980’lerde ve 1990’larda Latin Amerika borç krizini yaşayan veya son Avrupa borç krizine sahne olan Yunanistan ve Portekiz gibi güney Avrupa ülkelerinden birine giden herhangi birine sorun.
Türkiye’nin ekonomik kriz potansiyeline dikkat çeken yalnızca IMF değil. Mart 2018’de, derecelendirme kuruluşu Moody’s Türkiye’nin notunu Ba1’den Ba2’ye düşürdü ve olumsuz bir görünüm ortaya koydu. Ajansın belirttiği üzere, “Hükümet hâlâ, etkili para politikasının ve temel ekonomik reformların zararına olacak şekilde kısa vadeli tedbirlere yoğunlaşmış görünüyor.” Moody’s aynı zamanda “ülkenin geniş cari açığı, artan dış borçları ve çoğalan politik risklerle bağlantılı büyük devir talepleri göz önüne alındığında, dış şokun kristalleşmesi riskinin artmasına” da atıfta bulundu.
Seçim İçin Büyük Kumar
Geleceğe baktığımızda Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin Kasım 2019’da yeni bir seçim kazanması için güçlü büyümenin sürdürülmesi gerektiğine dair inanç yüzünden dalgalı ekonomik sulara ilerliyor. Sorun şu: Ekonomi bu kadar uzun süre batmadan yüzdürülebilir mi? Uluslararası kur yükselirken, ticari korumacılıktaki artışla bağlantılı olarak küresel ekonomik büyümenin yavaşlama ihtimali varken ve Türkiye’nin Kuzey Suriye’deki askeri maceraları yüzünden harcamaları sürerken, hükümet mali açıdan artan borçlanma maliyetleri ile yatırımcıların endişeleri arasında sıkışabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir anlamda, yatırımcılar için elverişli olmaya devam ederek uluslararası koşullar üzerinden büyük bir kumar oynuyor ve onların sermayelerini giderek artan bir risk altına koyuyor. Jeopolitik değişimleri ve önümüzdeki aylarda finans piyasalarında beklenen büyük düzeltmeyi göz önünde bulundurduğumuzda, bu iyi bir bahis olmayabilir. Türkiye, büyük oranda kendi elleriyle yarattığı büyük bir ekonomik krize doğru ilerliyor gibi görünüyor.
* Ekonomi araştırmaları kuruluşu Smith’s Research and Gradings’in baş ekonomisti. (Çeviren: Tarkan Tufan)
Bu makalenin orijinali The National Interest’te yayımlanmıştır.
Kaynak: Gazete Duvar
Bir yanıt yazın