Bir yıldır süren salgın karşısında devletin kaotik ve kayıtsız tutumu sonunda 26 Nisan günü açıklanan ve 29 Nisan’da üç haftalığına başlayacak tam kapanma kararı ile taçlanmış oldu. Ama daha önceki kısmi ‘hafta sonu karantinaları’ gibi, bu seferki kapatma kararı da:
1- Ancak vaka sayılarının artması ve sağlık sisteminin çöküşün eşiğine gelmesinden sonra, çok geç alınmış bir “önlem”.
2- Toplum sağlığını gözeten ve toplumsal dayanışma amaçlı değil kapitalist kar üretiminin sürmesini sağlayacak şekilde dizayn edilmiş. Özellikle hizmet sektöründe çalışan veya işsiz milyonlarca proleter kendi kaderine terk edilirken, üretim ve imalat sektöründe çalışmanın devamı öngörülüyor.
3- Dünyanın her yerinde görülen diğer karantina önlemleri gibi, bu üç haftalık ‘tam kapanma’ da toplumsal dayanışma ve insan sağlığını koruma perspektifiyle değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülmesini hedeflediği için tamamen polisiye ve devlet baskısına dayanıyor. Topluma salgının nedenlerini, gelişimini ve karşısında uygulanması gereken radikal yöntemlerini açıklama sorumluluğunu görmeyen sermaye devleti yine sadece şiddet ve baskı öneriyor.
Bu durumda burjuva solu ve muhalefeti ise iki ana gruba ayrılıyor:
1- ‘Ricacılar‘ diyebileceğimiz ilk grup: Sendikalardan eski-AKP döküntülerinin kurdukları yeni partilere kadar bu grup temel olarak en güvencesiz toplumsal kesimler adına devletten ‘ricacı’ oluyor, gelir yardımı ve faturalarda erteleme veya iptal talepleri dile getiriyor. Buna karşılık özellikle sendikaların taleplerini destekleyecek ne bir grev ne de bir mücadele hazırlığı var. İşçi sınıfını bir dilenciler sınıfı, kendisini de onun hukuksal veya politik ricacısı, STK gibi gören düzen solu ve muhalefetinin bu yöneliminin tek işlevi, proletaryanın sermayeye ve devlete karşı birleşik mücadelesinin olgunlaşmasını engellemek; onu atomize bir dilenci topluluğu olarak sunmak, böylelikle özgüvenini kırmak. Tıpkı proletaryayı bir zavallılar güruhu gördüğü gibi, bu ricacı muhalifler egemen sınıfı ve devleti de basit bir ‘idare mekanizması’ olarak sunuyor. Salgın başından beri milyonlarca insanın ölmesine ve işini kaybetmesine sebep olan kaosun basitçe ‘kötü yönetimden’ ya da ‘yöneticilerin liyakatsizliğinden’ kaynaklandığını savunan ricacıların örttüğü temel gerçek kar üretimine dayalı mevcut toplumsal ilişkiler ile insan toplumunun yaşamı arasındaki çelişkilerin hiçbir ‘akıllı’ planla bağdaştırılamayacağı. Salgını ortaya çıkaran tarım endüstrisi, doğa yıkımı ve kentleşme devletlerin kötü yönetilmesiyle ilgili değil devlet yönetiminin amacıyla ve işleviyle ilgili: bu da egemen kapitalist sömürü ilişkilerinin sürdürülmesinden başka bir şey değil.
Yine aynı şekilde salgınla mücadeledeki başarısızlıkları sadece hükümetin beceriksizliğine bağlamak, devletlerin tek varlığının kapitalist üretim ilişkilerinin bekçisi olduğu gerçeğini de görmezden gelmektir. Daha iyi bir hükümetle sorunların çözülebileceği propagandasını yaparak kapitalizmin devamını savunan bu burjuva solu, hayalini kurdukları Avrupa’nın içinde bulunduğu beceriksizliği de görmezden geliyor. Bir yılı aşkın süredir ardı ardına tam kapatmalara gitmek zorunda kalan AB, devletin işçi sınıfının gündelik hayatı üzerinde uyguladığı otoritesinin bir yansıması olan ağır bürokrasi yüzünden (yazının yazıldığı gün itibari ile) ilk doz aşılarda hala yüzde 25lik oranlara ulaşamamış durumda. Keyfi işten çıkarmaların artması, oturma ve çalışma izinlerinin keyfi bir şekilde ertelenmesi, proleterlerin ekonomik ve psikolojik olarak güvencesiz bırakılmaları, tam kapatma kuralları ile polis şiddetinin meşrulaştırılması ile tam kapatmalar özellikle göçmen ve mülteci proleterler üstünde ağır baskı araçlarına dönüşmüş durumdadır.
2008 büyük resesyon döneminin üstüne çıkan, hatta büyük depresyon ile kıyaslanacak işsizlik oranları ile benzer beceriksizlikleri ABD için de söyleyebiliriz.
Burjuva solunun parmakla gösterdiği AB ve ABD için bile var olan kriz göstermiştir ki, pandemi karşısındaki acizliğin gerçek sebebi devletlerin kötü yönetimleri değil aksine devletlerin tabiatıdır.
Dahası, AB ve ABD’nin aşı savaşları yoluyla ve aşı patentleriyle aşı depolaması, insan sağlığı için gerekli bu nesneyi bir metaya dönüştürmesi, bir ‘başarı’ sayılamaz. Tersine bu insanlığı tehdit eden aynı kapitalist-emperyalist rekabetin akıl-dışı ve anti-sosyal bir ürünüdür. Aşının metalaşması yoluyla dünya çapında ancak enternasyonalist bir koordinasyon ile sağlanması gereken hızlı aşılama, kapitalist militarist ve milliyetçi rekabet altında sağlanamaz.
Bu durumu, özellikle ABD’de de ve kimi diğer bazı batı ülkelerinde işçilere verilen ‘destek’ aylıklarında da görebiliyoruz. Türkiye’de bu tip bir destek paketi, yani işçilere evrensel aylık mali desteği zor yapan şey, hükümetin beceriksizliği değil emperyalist rekabettir. ABD’nin böylesi ‘bonkör’ yardımları ABD kapitalizminin ‘hayırseverliğinin’ değil doların ‘soverign’, yani dünya çapında egemen para birimi olmasıdır ve bu da yine ancak dev amerikan savaş sanayi sayesinde korunabilen bir hegemonyadır.
2-‘İnkarcılar‘ denebilecek ikinci bir grup: tipik küçük burjuva nihilizmi ve aşırı sağ kuruntularından beslenen bu eğilim ise tutarsız ve saçma bin bir komplo teorisinin eklektik bir bileşimini savunuyor. Salgının önemini küçümseyen bu deli saçması teorileri burada detaylıca tartışmak vakit kaybı olacaktır. Bütün bu teorilerin ortak noktası küçük burjuvaziden köklerini bulması: her krizde ilk ve en ağır darbeyi alan bu kesim yine de kendi küçük mülkiyetine sıkı sıkıya tutunan ve komünizme de düşman olan bu kesim, toplumsal bir gelecek ufku ya da toplumsal sorunların akılcı bir kavrayışını geliştiremiyor. Başat toplumsal sınıfların dışında ve tarihsel gelişimin de dışına düşmüş, olduğu yerde çürüyen küçük burjuvazinin paranoyak aklı, kendi narsistik sanrılı dünyası içinde her şeyi gizli güçlerin kendisine karşı bir eylemi olarak görmeye eğilimli. Bu yüzden de egemen sınıfın verdiği kaotik tepkiler altında onun çöküş ve iflasından doğan bocalamaları değil, esnafa, küçük mülk sahiplerine karşı şu ya da bu gücün özel bir hareketini görüyor.
Gericilikten beslenen bu küçük burjuvazi kendi çıkarlarını korumak adına zaman zaman burjuvaziyi hedef alıyor gibi görünse de, hedef alma şekli yine tarih ve akıl dışı bir şekilde burjuvaziyi gizli güçler seviyesinde görmesinden kaynaklıdır. Kendi burjuvazisini görmeyen bu inkarcılar, milli olmayan burjuvazi ve sermayeyi dış güçleri olarak betimlemekten de geri durmazlar. İlk aşının AB içinde bulunmasına rağmen, uzunca bir süre AB içinde kullanılamıyor olması, AB’nin kendi ülkelerine aşı kotası uygulaması tam da bu gerici perspektifin ne kadar aldatmaca olduğunun en açık göstergesidir.
Burjuva solunun örgütleri de bu inkarcı paranoyaklık ve ricacı teknokrasi arasında salınıp duruyor. Salgının başında ricacı sendikaların ve sol partilerin arkasına dizilen Türkiye solunun geneli, bunların hızla gözden düşmesi ve temel işlevlerinin işçi sınıfını dizginlemek olduğunun ortaya çıkması sonucunda gemiyi terk eden fareler gibi bunları terk etmeye başladılar. Tabi bu sefer de, paranoyak küçük burjuva gericiliğinin gemisine atlıyorlar. Başta sendikaların taleplerini koşulsuz destekleyen bu solcular için şimdi de kapatmayı büyük bir komplo olarak gören aşırı sağın yanına savrulmalarında da bir çelişki yok. Solun bu genel yönelim kaybı egemen sınıfın genel kaos ve kafa karışıklığının bir izdüşümünü oluşturuyor, çünkü burjuva sol da temel olarak kapitalist ilişkilerin aşılmasını değil, sadece ‘daha adil’ ve ‘daha insani’ idaresini hedefliyor. Bunu savunarak komünizmi ‘romantik bir ütopya’ gibi sunma işlevini üstleniyor burjuva solu. Kapitalizmin krizi burjuva solunun düzen içi düzeltmelerinin imkansızlığını ortaya koydukça da, düzen solu öfkeli küçük burjuvazinin çaresiz nihilist stratejisinin arkasına sığınmaya başlıyor.
Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala bu salgının dizginlenememesinin sebeplerini ise somut olarak şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Milliyetçilik ve emperyalist rekabet: Beşten fazla aşı bulunmasına rağmen, enternasyonal koordinasyonsuzluk aşıların hızlı dağıtımının önünde engel olarak durmaktadır. DSÖ gibi sözde enternasyonal örgütlerin ne kadar pasif olduğunu tüm çıplaklığıyla gördük. Sadece küresel seviyede değil, AB’nin bile kendi içindeki koordinasyonsuzluğu yine salgının durdurulamamasının en önemli sebeplerinden biridir.
2- Kar amaçlı aşı üretimi: Patenlerle aşıların sadece bir kaç şirketin kontrolünde oluşu, aşının küresel düzeyde üretilmesini ve dağıtılmasının önüne geçmektedir.
3- Tam kapatmalar: Tam kapatma adı altındaki kapatmalar ile aslında fabrikalarda ve sermayenin yoğun olduğu sektörlerde kapitalist gündelik hayatın devam etmesi, kapatmaların işlevsiz hale getirmektedir.
4- Üretimin devam ettirilmesi: Kapitalizmin sürdürülebilmesi kar için üretimin devam ettirebilmesine bağlıdır. Bu nedenle de tüm karantina tedbirleri çağrısına rağmen küresel üretim kesintisiz olarak devam ettirilmektedir. Bu da başta işçi sınıfı olmak üzere önemli bir kesimin çalışmaya yani salgına maruz kalmaya devam etmesi anlamına gelmektedir. Bu durum evden çalışmanın mümkün olmadığı düşük ücretli geleneksel perakende, bakım ve hizmet sektörleri için özellikle geçerlidir.
5- Salgının demokratik olduğu yalanı: Kapitalistler ve devletler salgının demokratik olduğu, herkesi eşit şekilde etkilediği yalanına sığınmaktadır. Oysa salgın herkesi eşit derecede etkilememektedir. Salgın ilk olarak ve öncelikle barınma ve sağlıklı su ve gıda kaynaklarından ve dolayısıyla hijyen kaynaklardan yoksun geniş yoksul kesimleri etkilemektedir. Ayrıca bilinmektedir ki yoksul semtlerde bireyler daha kalabalık gruplar halinde yaşamaktadır ve bu bile başlı başına salgının bu hanelerde daha kolay yayılabilmesini kolaylaştırmaktadır. İngiltere’de en yoksul semtlerde salgından ölüm oranları en varsıl semtlerin iki katına ulaşmıştır. Benzer oranlar diğer ülkeler için de geçerlidir. Ayrıca daha yoksul kesimlerde kronik rahatsızlıkların görülme sıklığı daha fazladır ve bu da yine bu kesimlerin salgından daha olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır. Diğer yandan varsıl bir kesim aşı turizmi adı altında aşı yaptırabilecekleri ülkelere kolaylıkla gidebilmekte, bu bile salgının herkesi eşit etkilemediğini kolayca göstermektedir.
6- Uygun karantina koşulları yerine sosyal cinayetin yürürlükte olması: Kapitalistler ve devletler uygun karantina tedbirleri alınması yönünde kararlar almak yerine çoğu ülkede sınırlı karantina, sınırlı sosyal yardımları gündeme almaktadır. Oysa şurası çok açıktır ki, salgının dizginlenebilmesi için herkes için tam kapanma sağlanmalıdır. Ancak devletler bunun yerine ilk başta “sürü bağışıklığı” politikasını gündeme almışlar, toplumun geniş kesiminin tepkisiyle karşılaştıktan sonrasında bu uygulamadan kademeli olarak vazgeçmişler ve sosyal cinayet olarak nitelenebilecek bir süreci devreye sokmuşlardır. Sosyal cinayet kademeli kapanmalar yoluyla ölümlerin kontrol altına alındığı, sağlık sisteminin fazla baskı altında tutulmadığı bilinçli bir cinayet politikasıdır. Oysa biliyoruz ki, bir-iki aylık kapatmalar salgını kontrol altına almaya fazlasıyla yetecektir. Ancak kapitalizmin güdümündeki devletler sırf burjuvazinin çıkarını sağlamak adına bunu geniş kesimler lehine uygulamaktan geri duruyorlar ve kaçınılmaz olarak işçi sınıfı aleyhine bilinçli bir cinayet politikasını acımasızca uyguluyorlar.
7-Tam kapanma için gereken sosyal yardımlar sağlanamaması: Tam kapanma nedeniyle insanlar geçici olarak işsiz durumuna düşüyor. Ancak bu insanlar için işsizlik yardımları, sosyal yardımlar devlete getireceği mali yük bahanesiyle sağlanmıyor. Çalışanlardan alınan vergiler çoğunlukla büyük şirketlerin borçlarını finanse etmekte kullanıldığı için bu bahanede haksız sayılmazlar. Bu durum tam kapanmayı imkânsız hale getiren önemli bir faktör. Hükümetler sermaye sahiplerinin çıkarlarını sağlamak, bir sonraki seçimde oy dilenecekleri geniş kesimlerin taleplerine de kulak kabartmak ve bazı bilim insanlarının tam karantina çağrılarına kayıtsız kalmamak arasında çelişkili bir pozisyonda bulunuyorlar. Bu durumun yarattığı çelişkili konumdan kurtulmak için hükümetlerin sınırlı ve geçici tedbirlerle durumu idare etmeye, krizi ertelemeye çabaladıkları söylenebilir. Diğer yandan krizle asıl başa çıkan kesimler, salgının başından beri canını dişine katarak çalışan sağlık emekçileridir. Onların emekleri sayesinde bugün krizin derinleşmediği söylenebilir. Bu bile işçi sınıfının kendine güvenli bir biçimde tüm krizlerin kolayca üstesinden gelebileceğinin bir kanıtı olarak okunmalıdır.
8-Toplumsal çürüme: Tam kapanma ve kısmi kapanma gibi süreçler aynı zamanda kadınlar ve gençler üzerinde daha yoğun bir patriarkal aile baskısı ve denetimi, daha yoğun sömürü getirdi. Bunun doğal sonucu olarak, proleterler için yalnızlık ve toplumsal izolasyon eğilimini de güçlendirmiştir. Bu durum kapitalizminin toplumsal çürüme ve çöküş eğilimlerinin, atomizasyon biçiminde güçlenmesine hizmet etmektedir.
Aslında yukarıda saydığımız ve fazlasıyla da çeşitlendirebileceğimiz tüm sebepler kapitalist üretim ilişkilerinin nesnel gerçekliğidir. Bu yüzden ne iyi yönetilebilen devletler ile ne de kapitalizm içi reformlarla pandeminin kısa vadede çözülebilecek bir olgu olmadığı aşikardır. İşte tam bu noktada, pandeminin kapitalist üretim ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu, salgının burjuvazinin plansızlığı içinde çözülemeyeceğini, burjuva solunun yukarıda anlattığımız iki ucu boklu değnek üstünde gidip gelerek kapitalist üretim ilişkileri yeniden ürettiğini göstermek bugün komünistlerin başlıca görevidir.
Kaynak: Akıntıya Karşı
Bir yanıt yazın