Boykot Moykot var! – Zafer Onat

kategori:

14 Mayıs’ta gerçekleşen Türkiye Genel Seçimleri’nin ilk turu, hem Millet İttifakı hem de Cumhur İttifakı listelerinden seçimlere giren sağcı partilerin ezici bir çoğunluk elde etmesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’ndan yaklaşık %5 daha fazla oy almasıyla sonuçlandı. Bu durum, 21 yıllık AKP iktidarından seçimlerle kurtulacağını düşünen geniş kesimlerde umutsuzluk yarattı. Seçim sonuçlarının belli olmasının ardından endişe ve şaşkınlıkla karışık ağır bir bunalım havası hakim oldu. Seçimde usulsüzlük yapıldığı haberleriyle birlikte muhalif seçmenin bir kısmı yeniden konsolide oldu.

Öte yandan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalacağının anlaşılmasının ardından Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu hiç vakit kaybetmeden sözde demokratikleşme söylemlerini bir kenara itip, göçmen ve Kürt düşmanı söylem ve savaş politikalarını devam ettireceği vaatlerini öne çıkarmaya başladı.

Derinleşen ekonomik kriz ve 6 Şubat depremleri sonrasında yaşananlar başta olmak üzere yakın dönemdeki kötü yönetim ve suçlara rağmen Cumhur İttifakı ve Erdoğan’ın ilk turda böyle bir başarı elde etmesinin nedenlerinin başında, karşısındaki iktidar alternatifinin toplumsal sorunlara dair yeni bir politika üretememesi geliyor. “Erdoğan’ın yeniden iktidar olacağı korkusu” bazı kesimler açısından oy vermek için yeterli olsa da geniş kesimler nezdinde bu tek başına bir şey ifade etmiyor. AKP karşısında oluşan bu geniş “cephe”nin, sömürü, yoksulluk, kadın sorunu, Kürt sorunu gibi temel konularda mevcut iktidardan ayrılan herhangi bir programı veya vaadi hiçbir zaman olmadı. Kürt hareketi ve sosyalist sol ise sadece “tek adam rejiminden kurtulmak”, “parlamenter sisteme dönüşmek”, “nefes almak” gibi gerekçelerle Kılıçdaroğlu’nu destekledi. Ancak 14 Mayıs sonrasında Kılıçdaroğlu, göçmen ve Kürt düşmanı, savaş politikalarını öne çıkaran söylemlerini gün geçtikçe artırdı. Bu, bir politika değişikliği anlamına gelmiyor, sadece vurguların ön plana çıkarılmasıyla ilgili. CHP ve Millet İttifakı, sözde 14 Mayıs öncesinde demokratikleşme ve özgürlük vaatlerini aralara serpiştirmiş olsa da bu politikaları o zaman da savundu ve dile getirdi. Ancak öne çıkarılan bu söylemlerle olası bir iktidar değişikliği durumunda “nefes almanın” mümkün olamayacağını da ilan etmiş oldu.

Bugün, bu vaatlerin öne çıkarılmasının en temel sorunu, gerçekleşip gerçekleşmeyecek olmasından bağımsız olarak toplumdaki ırkçı reflekslerin güç kazanmasına ve normalleşmesine katkı sağlamasıdır. Göçmen karşıtlığının artması, ırkçılığın normalleşmesine ve ırkçı bir parti olan Zafer Partisi’nin ana gövdesini oluşturduğu ATA İttifakı’nın adayı Sinan Oğan’ın yüzde 5,6 oranında oy alarak siyasi alanda etkili bir konuma gelmesine yol açmıştır. Kemal Kılıçdaroğlu ve Ümit Özdağ liderliğindeki faşist Zafer Partisi tarafından imzalanan ve dün (24 Mayıs) açıklanan protokolde savaş politikalarının ve kayyum siyasetinin devam edeceği, mülteci düşmanı politikaların uygulanacağı ifade edilmektedir. Bu sağ popülist nefret siyaseti sadece bugün hedef alınan kesimleri değil, kadınları, LGBTİ+ bireyleri, Alevileri ve azınlıkları da tehdit etmektedir. Bizzat Ümit Özdağ ve Zafer Partisi tarafından kışkırtılan ırkçı histeri, 6 Şubat depremi sonrasında olduğu gibi yargısız infaz ve işkence gibi uygulamaların meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

Biz anarşist komünistler olarak, güçlü bir toplumsal hareketin ve devrimci bir alternatifin olmadığı, güç dengesinin açık bir şekilde egemen sınıf lehine olduğu bugünkü gibi koşullarında, derinleşen ekonomik krizle boğuşan, mevcut iktidarın otoriter politikalarından kurtulmak isteyen milyonlarca insanın sandığa umut bağlamış olmasını olağan karşılamakla birlikte, düzenin parçası olan siyasi partilere ve bizi sahte umutlarla oyalayan sözde muhalif siyasetçilere güvenmemenin önemini her zaman vurguladık. Bu nedenle, 14 Mayıs seçimleri öncesinde farklı anarşist çevrelerle birlikte, sorunlarımızın sandıkta çözülemeyeceğini, kurtuluş için her alanda örgütlenmek ve mücadele etmek gerektiğini ifade ettik, ancak oy kullanmama noktasında özel bir çağrı yapmadık. Çünkü oy kullanmamanın aktif bir mücadele biçimi olmadığını, kendimizi örgütlemek ve mücadeleyi büyütmek yerine seçimlere odaklanmanın zaman kaybı olduğunu biliyoruz.

Ancak, gelinen noktada Kemal Kılıçdaroğlu’nun mevcut iktidardan kurtuluş için bir umut ışığı olmak bir yana, mevcut iktidarın politikalarını sürdürmekten başka bir şey vaat etmediği ortaya çıkmıştır. Seçim sonuçları ne olursa olsun, daha fazla örgütlenmek ve mücadele etmekten başka seçeneğimizin olmadığı bir döneme girdiğimizi anlıyoruz. Bu noktadan sonra, devrimci ve enternasyonalist güçler açısından mevcut adaylardan herhangi birini desteklemenin akla yatkın bir gerekçesi kalmamıştır. Elbette tüm bunlara rağmen oy vermek için çeşitli bahaneler bulanlar olacaktır, ancak kimse milliyetçilik ve savaş politikalarını sürdürme konusunda yarışan bu adaylardan birini seçmemizi beklemesin. Yalnızca bir grup anarşistin seçimleri boykot etmesinin ötesinde, 14 Mayıs sonrasında millet ittifakının tutumuyla ilgili HDP tabanı da dahil olmak üzere birçok kesimde ciddi bir rahatsızlık olduğu ve sandığa gitmeme eğiliminde olan sayıda insan olduğunu vurgulamak gerekiyor. Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada göçmen düşmanlığı ve ırkçılığın güçlendiği bir dönemde, faşist Zafer Partisi’nin politikalarını kabul eden Kılıçdaroğlu’nu desteklemenin, bu kötü gidişata katkıda bulunmak anlamına geleceğini düşünen insanların örgütlü biçimde olmasa da seçimleri boykot etmesinin meşruluğu sorgulanamaz. Tersine tabandan gelen tepkileri de göz ardı ederek, tüm olanları yokmuş var sayarak, boykot tutumunu “şımarıklık” olarak tariflemenin, “boykot moykot yok” diye ahkam kesmenin, Türkiye’de en genel anlamıyla toplumsal muhalefetin içinde bulunduğu çıkmazlara dair çok şey anlatıyor. Ancak örgüt merkezleri ne derse desin, şu bir gerçek ki; boykot moykot var.

Bu düzende kurtuluş yok

Bizler mevcut parti ve adaylardan herhangi birine oy veren ve vermeyen veya oy verme hakkı dahi olmayan göçmen emekçiler olarak aynı işyerlerinde çalışıyor, aynı mahallelerde yaşıyor, aynı sorunları paylaşıyoruz. Patronlar bizi sömürürken hangi partiden olduğumuza bakmıyor, erkek şiddeti hangi partiden olduğuna göre değişmiyor, 6 Şubat’ta yaşadığımız gibi sistemin sorumlu olduğu yıkımlar hiçbirimizi es geçmiyor, ekolojik kriz hepimizi etkiliyor. Mücadele etmeye karar verdiğimizde de onların karşısına her zaman birlikte dikiliyoruz, çünkü başka bir çare olmadığını biliyoruz.

Adayların birbiriyle ırkçılık yarışına girmesi de gösteriyor ki kapitalizmin çok boyutlu krizleri karşısında burjuva siyasetçilerinin birbirinden en ufak bir farkı kalmamış durumda ve gelinen noktada bu düzen bizlere yıkımdan başka bir şey vadetmiyor. Bu nedenle bu düzeni yok edecek bir toplumsal devrim hedefiyle mücadele etmekten başka bir çaremiz yok ve devrimci bir alternatif duruma göre şekil alan düzen solcuları tarafından değil, küçük bir azınlık olarak bile olsa ilkeli bir politik hatta sahip devrimciler tarafından oluşturulabilir. Oysa seçim odaklı siyaset, koşullarını egemen sınıfın belirlediği bir alanda, bu düzenin çarkları içinde zaman kaybetmemizden başka bir şey sağlamaz. Bu yönüyle devrim mücadelesi, parlamentarizmden keskin biçimde ayrılır. Devrimci süreçler geniş kitleler tarafından gerçekleştirilse de bunun için oylama yapılmaz, toplumun çoğunluğu tarafsız kalır. Murray Bookchin’in ifadesiyle “Belli bir yerdeki insanların hepsi şöyle dursun, büyük çoğunluğunun bile devrime katılması hiç söz konusu olmamıştır. Devrimci bir durumda ayaklanma baş gösterdiğinde, az sayıda destekçinin yardımını gören (adı sanı bilinmeyen) militanlar başkaldırıp kurulu düzeni alaşağı ederken, halkın büyük bölümü olanı biteni seyretmekle yetinir.” (1)

Elbette devrim bugünden yarına gerçekleştireceğimiz bir şey değil. Ancak bu hedefle hareket eden ortak ilkelere ve mücadele hattına sahip devrimcilerin uzun süreli mücadelesini gerektiriyor. Bugün öncelikle hedefimiz egemen sınıf lehine olan güç dengesini işçi sınıfı lehine güçlendirmek olmalıdır. Bunun seçimler yoluyla yapılması ise mümkün değil, tam tersi son on yılda gördüğümüz üzere her seçim bu dengeyi daha fazla egemen sınıf lehine değiştiriyor. Bu gidişatı tersine çevirmenin yolu işyerlerinde, okullarda, mahallelerde yani bulunduğumuz her alanda bağımsız, istikrarlı toplumsal örgütlenmeler inşa etmek ve mücadeleyi yükseltmektir. Ancak bu yolla ve uzun erimli bir çalışmayla güç dengesini lehimize çevirmemiz mümkün olabilir.

Özgürlüğü mücadeleyle kazanacağız…

Seçimlere ilişkin tutumumuz genel geçer ahlaki nedenlere dayanmıyor ya da bir inatlaşma meselesi değil. Tarihsel deneyimlerden öğrendiğimiz ve bugün tekrar gördüğümüz şey seçimlerle gerçek bir değişimin mümkün olmadığı. Çünkü düzen siyaseti her zaman manipülasyon, hile ve entrikalarla şekillenir, çünkü önümüze seçenek diye sunduklarının genellikle birbirinden pek farkı olmaz, çünkü siyasetçiler her zaman çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yaparlar ve yalan söylerler. Seçimlere bel bağlamamalıyız, çünkü seçimler bize hayal kırıklığından başka bir şey vadetmez. Seçimlerle bizleri zehirlemelerine, hayallerimizi yıkmalarına izin veremeyiz. Unutmamamız gereken sonuç ne olursa olsun kazanan biz olmayacağız ve sonuç ne olursa olsun biz kaybetmiş sayılmayacağız. Önemli olan tüm baskılara, yalanlara ve bize yaşattıkları hayal kırıklıklarına rağmen mücadele özgür bir dünya umuduyla gündelik sorunlarımız için mücadele etmekten ve örgütlenmekten vazgeçmemektedir. Mücadele varsa umut da vardır ve umut edenler oldukça mücadele de olacaktır.

(1) Murray Bookchin, Geleceğin Devrimi, dipnot yayınları, sf 90


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir