İşçi Konseyinin Alacakaranlığında İran Devrimi – Arya Zahedi

1917’nin gölgesi yüzyıl boyunca üzerimizde.

Kırk yıl önce İran Devrimi, Şah Muhammed Rıza Pehlevi monarşisini devirerek İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasının önünü açtı. 1979 devrimi bir dizi sosyal grubu despotizme ve yabancı egemenliğine karşı bir isyanda birleştirirken, bu birlikteliğin altında yatan çatışmaların ortaya çıkması uzun sürmedi. Çok geçmeden İran Rehine Krizi ve Irak-İran savaşının kıskaçları arasında kalan “Özgürlük Baharı”nı İslamcı karşı devrimin kavurucu yazı takip etti.

Kitlesel bir halk ayaklanmasının otoriter bir devleti iktidara getirmesinde ne yazık ki benzersiz bir şey yoktur. Ancak İran Devrimi’nin dini karakteri, diğer devrim ve karşıdevrim hikayeleriyle ortak noktalarını anlamayı zorlaştırmıştır. ABD’nin Sovyetler Birliği’ni kuşatma ve Orta Doğu petrolüne erişim sağlama girişimlerinin doğrudan ve dolaylı sonucu olan bölgedeki kırk yıllık savaşın ötesini görmek ve büyük ölçüde yüzyılın başındaki Rus ve Alman devrimlerine benzeyen kitlesel grevler ve konseyleri içeren devrimci bir senaryoyu takip eden 1979 ayaklanmasının orijinal emansipasyoner vaadini hatırlamak kolay değildir.

Gerçekten de İran işçi hareketinin gücü doğrudan küresel 1917’ye kadar geri götürülebilir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, dünya kapitalizmi harikulade yeni bir enerji kaynağına — kömürden daha yoğun ve taşınabilir olan petrole — geçiş yapmaya başladığında, binlerce İranlı işçi zengin petrol yataklarında çalışmak üzere o zamanlar Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan Azerbaycan’ın Bakü şehrine göç etmeye başladı. Burada, kısa süre sonra Bolşevik ve Menşevik fraksiyonlarına ayrılacak olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin radikal ve heterodoks aktivistlerine maruz kaldılar. 1904’te Bakü’de şehir çapında yapılan bir genel grev, 1905’teki ilk Rus Devrimi için zemin hazırlamıştı. Bu devrim dalgasının yankıları kısa sürede Tahran’a da sıçradı ve huzursuzluk Şah’ı, iktidarı yeni kurulan parlamentoya devreden bir anayasayı onaylamaya zorladı. İran’daki huzursuzluk ancak 1911’de Rus kuvvetlerinin işgaliyle dağıldı.

1917’deki Rus Devrimi ve ardından gelen iç savaş, Doğu ve Orta Avrupa’dan Çin’e kadar tüm Avrasya’yı etkisi altına aldı. Çarın devrilmesiyle birlikte devrim, İran’ı yöneten hanedan Kaçarların ana destekçisini ortadan kaldırdı. 1920’de Rusya’daki iç savaşın ortasında Sovyetler, Azerbaycan sınırındaki Hazar Denizi vilayeti Gilan’da kurulan kısa ömürlü İran Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne destek verdi. Bu büyük ölçüde Rus karşıdevrimcilerin güçlerini yeniden toplamaya çalıştıkları güney kanatlarını destekleme girişimiydi. Gerici Beyaz Ordu’nun lideri General Denikin, İngilizlerin yardımıyla Gilan’ın liman kenti Anzali’ye sığınmıştı. Sovyet Hazar filosu sonunda Beyaz ve İngiliz güçlerini kovaladı ve İngilizlere ve Beyazlara karşı saldırılarda Jangal ya da “orman” hareketi olarak adlandırılan köylü tabanlı bir gerilla ordusuna liderlik eden devrimci bir milliyetçi olan Mirza Kuchak Khan’a destek verdi. Sovyetler, Cangal hareketi ile Bakü’deki bir gruptan doğan yeni İran Komünist Partisi arasında bir bağ kurdu. Ancak Kuchak Khan, toprak reformu gibi en asgari yeniden dağıtımcı jestleri bile yapmakta başarısız oldu ve kendi partisi içindeki gerilimler komünistlerin iktidarı kısa süreliğine ele geçirmesine izin verdi. Ancak durum hızla değişti ve 1921’de Reza Khan askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirerek kendisini Şah ilan etti ve Pehlevi hanedanını başlattı. Sınırlarını koruma kaygısıyla Sovyetler geri çekilmeyi kabul etti ve yeni doğmakta olan komünist hareketi terk etti; bu, onların belirleyici özelliği olacak oportünist reelpolitik türüne bir bakıştı.

Shoralar ve İkili İktidar

Bu nedenle İran işçi sınıfı, enternasyonal komünist hareketin atan kalbiyle doğrudan temas sayesinde, Ortadoğu’daki diğer çağdaşlarının çoğundan daha uzun ve zengin bir devrimci geleneğe sahipti. En azından ABD’de 1979 devriminin resmi anlatısında, İran işçi sınıfı en fazla, kişilikler arasındaki dramatik bir oyunun arka planında yer alır: nefret edilen Şah’ın gidişi; dürüst din adamı Ayatollah Khomeini’nin sürgünden muzaffer bir şekilde dönüşü, Lenin’in Finlandiya İstasyonu’na gelişi gibi, umutlu kalabalıklar tarafından bir devrim kahramanı olarak karşılanması. Ancak bu olayların her birinin ardında, Ortadoğu’daki en gelişmiş işçi direnişi merkezlerinden birinin koordineli işçi sınıfı mücadelesi yatıyordu. OPEC’in petrol patlaması döneminin şekerinin tükenmeye başlamasıyla ekonomide yaşanan derin zayıflamanın ardından 1978 yılı boyunca ve 1979’un belirleyici olaylarına doğru bir grev dalgası gelişti. Petrodolarların ekonomiye pompalanması 1970’lerin sonlarında küresel bir eğilim olan enflasyona yol açmış ve işçiler ücretlerinin artan kiralar ve diğer maliyet artışlarıyla eriyip gittiğini görmüşlerdi. Şah, geleneksel tüccar ve zanaatkâr sınıfı olan bazaari’yi günah keçisi ilan etmeye çalışarak enflasyonun sorumlusunun vurgunculuk, yolsuzluk ve israf olduğunu öne sürdü. Bazaari uzun zamandır kapitalist modernleşmecilerin önünde bir engel teşkil ediyordu, ancak yerel kredi sistemleri ve mahalle ticareti yoluyla ekonomiyi kontrol eden güçlü bir tabakaydılar. Fiziksel olarak bazaarlarda, camilerin yakınında bulunuyorlardı ve bu nedenle din adamlarıyla derin ailevi ve komşuluk bağları vardı. Şah’ın modernleşme kampanyasının bir parçası olarak bu tabakanın nüfuzunu kırmaya çalışması yaygın bir hoşnutsuzluğa yol açtı.

Bu yüzden işçiler 1978’de İran toplumunun diğer birçok katmanını zaten harekete geçirmiş olan bir harekete katıldılar. Üniversiteler, rejim karşıtı gösterilerin yerini eski bir hikaye olan rejim güçlerinin katliamlarına bıraktığı bir önceki yılın başından beri kapalıydı. İşçiler belki geç geldiler ama müdahaleleri belirleyici oldu. Kitlesel grev dalgası Kasım 1978’de genel grevle doruğa ulaştı ve İran ekonomisinin temel taşı olan petrol rafinerilerini bile durdurdu. Rafineriler durdurulduktan sonra Şah da durduruldu; önce anayasal imtiyazlar, seçimler ve uzun süredir bekletilen diğer burjuva lütuflarını sundu, ardından da sahneyi tamamen terk etti. Yerine atadığı eski muhalefet lideri Shapour Bakhtiar, kendi partisi Ulusal Cephe’nin çoğunluğu tarafından anında reddedildi ve bunun yerine radikal din adamı Khomeini’yi kucakladı. Khomeini hızla geçici bir hükümet kurarak Bakhtiar’ı gayrimeşru ilan etti ve barışçıl bir geçiş çağrısında bulundu. Ancak kitleler, liderleri olarak seçtikleri birinden bile gelse bu ihtiyat çağrılarını dinlemeye hazır değildi.

Devrimlerin kaderi son kertede ordunun tutumuna bağlıdır. Şah’ın düzenli İran Ordusu birlikleri üzerindeki kontrolü sallantıdaydı ve hoşnutsuzluk yaygındı. 9 Şubat 1979’da Tahran’ın dışındaki ana hava üssünde Khomeini yanlısı bir grup teknisyenin isyan etmesinin ardından “Ölümsüzler” adı verilen Şah yanlısı elit birlikler üsse saldırdı. Devlet içindeki çatlaklar parladı, bir fırsat anı gelmişti. Haber tüm şehre yayıldı. Barikatlar kuruldu. Aşırı solcu gerilla grupları şok birlikleriyle yüzleşmek için şehre akın etti. Polis karakolları ve askeri kışlalar istila edildi. Bir silah fabrikası basıldı ve elli binden fazla silah kamulaştırılarak isyancılara dağıtıldı. Hapishaneler havaya uçuruldu. Hükümet binaları işgal edildi. 11 Şubat’ta televizyon ve radyo istasyonları devrimin zaferini ilan etti.

Seferberliğin merkezinde, bir önceki yılın Kasım ayındaki grev komitelerinden evrilen işçi sınıfı komiteleri — shoralar — vardı. Ayaklanma bağlamında bu komiteler gelişti. Shoralar, Şah rejiminin çöküşünden sonra işçilerin gerçek ihtiyaçlarından doğmuştu. Özellikle rejime yakın devlet şirketlerinin birçok sahibi ve yöneticisi kaçmıştı. İşçiler fabrikaları devraldı ve konseyleri aracılığıyla yönetti. Ancak işçilerin bu öz-örgütlenme bayramı kısa sürdü, zira Khomeini ve onun etrafında oluşan İslami Cumhuriyetçi Parti (IRP) içindeki güçler, işçi sınıfı eyleminin bağımsız bir üssü olarak shoraların gücünü hemen zayıflatmaya başladı. Yine de pek çokları için bu kısa bakış yeterliydi. İşçilerin özgürleşmesi için yeni bir ufuk açılmıştı. Konuyla ilgili bir makalede alıntılanan bir metal işçisinin ifade ettiği gibi: “Devrimden sonra işçiler ülkenin kendilerine ait olduğunu fark ettiler.” İşçilerin talepleri hem özel hem de genel olarak çeşitliydi, ancak çoğu durumda kapitalizmin sona erdirilmesine yönelik çağrıların gerisinde kalmış görünüyorlardı.

Shoraların karakteri ve bileşimi her işyerinde farklılık gösteriyordu ve ancak üretimin yeniden başlatılması gibi zor bir görev başladıktan sonra gerçekten hesaba katılması gereken bir güç haline geldiler. İkili iktidar durumu karmaşıktı ve geçici hükümet ile hem onun için hem de ona karşı harekete geçirilen çeşitli güçler arasında hassas bir denge söz konusuydu. Shoraların yanı sıra, komiteler (silahlı güvenlik grupları) rejim haydutlarını uzak tutmak için mahallelerde devriye geziyor ve yoksul mahallelerde işsizlerin dernekleri olarak hizmet veren diğer konseyler, shora-ye mahallat, ortaya çıkıyordu. İşçi komitelerinin üretimi yeniden başlatmasına rağmen İran ekonomisi eski seviyesinin çok altında çalışıyordu ve en yoksul bölgelerde ihtiyaç büyüktü.

Bu, sınıfın vazgeçmek istemediği bir iktidardı ve Khomeini cepheden bir saldırı yerine, zamanla tek adam yönetimini ve resmi bir işbölümünü yeniden getirme etkisine sahip olan konseylerin İslamileştirilmesi yolunu izledi. Shoralar artık üretimle ilgili konularda söz sahibi olmayacak ve bunun yerine ücretler alanıyla sınırlı kalacaktı.

Bununla birlikte, İran işçi hareketinin bu bahar döneminde, İran solunun çekişen fraksiyonlarının müzakere etmek zorunda kalacağı yeni olasılıklar ortaya çıktı. Bir anlatıya göre solun stratejik hataları, konseylerin erken dönemde gelişmesinde etkili olan komünistlerin Khomeini’nin etrafındaki IRP ile herhangi bir ortak program oluşturamamasında yatıyordu. Bir zamanlar 1950’lerde iktidarı ele geçirmenin eşiğinde olan ana komünist parti Tudeh, Stalin’den nihai sosyal devrimin öncülü olarak ulusal kurtuluş vizyonunu miras almış ve din adamlarının modernleşme yoluyla İran’da nihai sosyalizme zemin hazırlayabilecek “ilerici bir burjuvazi” olduğu görüşünü benimsemiştir. Marksist-Leninist ve Üçüncü Dünyacı teori ile radikal İslam’ın yeni türlerinin karışımından oluşan İran Yeni Solu, Stalinistlerle, din adamlarının ve bazaari müttefiklerinin kolayca ele geçirebileceği bir alan olan anti-emperyal mücadeleye temel vurgu yapan kalkınmacı bir vizyonu paylaşıyordu.

Tudeh üyeleri kendilerini shoraların içinde bulsalar da, parti olarak bunun yerine Fransa’daki CGT gibi bir ulusal sendika konseyinin kurulmasını savundular. Ancak daha yeni sol gruplar, shoraların devrime katılımı konusunda daha az tereddütlüydü. Bu yeni sol gruplar arasında Fedaiyan en büyük Marksist-Leninist örgüttü ve ayaklanmanın kentlerdeki doruk aşamalarında merkezi bir rol oynadı. İran’ın kuzeydoğusundaki büyük bir tarım işletmesinde çalışan ücretli işçilerin 1979 başlarında işletme sahiplerinin ayrılmasının ardından işletmeyi devralmasıyla kurulan Türkmen Sahra Köylü Konseyi gibi kırsal shoraların kurulmasında etkili oldular. Yeni hükümet köylü konseyine saldırdı ve Fedaiyan köylülerin yanında çatışmanın içine çekilerek örgüt içindeki bazılarını hükümetten kopmaya zorladı.

Devrimin ilk günlerinden itibaren cami, diğer her yerde büyük ölçüde bastırılmış olan mahalle örgütlenmesinin merkeziydi. Bu durum cami ağını kontrol edenlere, yani komitelere avantaj sağladı. Komiteler yavaş yavaş Khomeinist hareketin üsleri haline geldi. Komitelerin devrim mahkemeleri hızlı adalet dağıtıyordu ama eski rejimin ve gizli polisinin üyelerini idam ettikleri sürece kimse şikayet etmedi. Ancak kısa süre sonra Marksistleri ve diğer “karşı devrimcileri” tutuklamaya başladılar ve Fedaiyan içindeki bir azınlığı gruptan ayrılmaya ve Khomeini’nin yeni hükümetine karşı çıkan radikal İslami Mücahidin gibi daha küçük sol gruplara katılmaya zorladılar. Ancak bu çok azdı, çok geç kalınmıştı — konseyler için belirleyici fırsat anı geçmişti.

Anti-Emperyalizm

Tüm gruplar Şah rejimine ve özellikle de ABD’nin İran üzerindeki gücüne karşı muhalefette birleşmişlerdi. Şah, İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefiklerin İran’ı işgal etmesinin ardından kurulmuş ve daha sonra CIA’in yeni devlet kurma yetkilerinin küstahça sergilendiği 1953 darbesiyle yeniden iktidara getirilmişti. Bu darbe sadece Anglo-Pers Petrol Şirketini millileştiren Muhammed Musaddık’ın milliyetçi hükümetinin altını oymak için değil, aynı zamanda Stalinist Tudeh partisinin iktidarı ele geçirme olasılığını engellemek için de yapılmıştı.

Şah, nefret edilen monarşik iktidarın en kötü aşırılıklarını ahbap çavuş kapitalizmiyle birleştirdi, ABD ve İngiltere’nin İran petrol endüstrisi üzerindeki kontrolünü kabul etti ve kesinlikle Amerikan karakterli bir modernleşme sürecine girdi. Bu, devrim gerçekleştiğinde, işçi sınıfının konseylerdeki taleplerinin uzaklara çekildiği bir zemin olan bu Batılılaşma ve jeopolitik güç sorunlarına giderek daha fazla yöneleceği anlamına geliyordu. Tudeh ve Fedaiyan çoğunluğun, devrimci özgünlüğü ABD karşıtlığıyla kanıtlanmış olan IRP ile ittifakının temeli buydu. Bugün, yeni, kaba bir anti-emperyalizm dünya uluslarını temiz bir şekilde kamplara bölmeye çalışırken, emekçi kitlelerini kendi kaba, mekanik sosyalizm görüşü için talep ederken, bu anlatıyı not etmekte fayda var.

Bu bağlamda, Khomeini’nin 7 Mart’ta kadınların hükümet binalarına girerken İslami kıyafet giymeleri gerektiği yönündeki açıklaması, İran ekonomisinin Batı ile ilişkisi hakkındaki sorularla iç içe geçti. Tesadüfe bakın ki ertesi gün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ydü ve pek çok kadın bu karara karşı gösteri yapmak için sokaklara döküldü. Kadınlar dönemin devrimci hareketlerinin her kademesinde, gerilla gruplarında, konseylerde ve grev komitelerinde yer aldılar ve devrimci örgütlenmenin büyük bir kısmı, özellikle de gündelik ihtiyaçlar etrafında, kadın ağları aracılığıyla gerçekleşti. Khomeini’nin kadınlara yönelik emri, pasif kalmaları için bir çağrı değil, devrimciler olarak güçlerinin bir çağrısıydı ve başörtüsünü Şah toplumuna ve onun temsil ettiği her şeye karşı bir isyanın parçası olarak tanımladı. Tudeh ve Fedaiyan partileri popüler bir anlatı olduğunu düşündükleri bu anlatıya karşı çıkmakta tereddüt ediyorlardı.

İyi bir sebepleri vardı. Nisan 1979’da yapılan referandumda halk ezici bir çoğunlukla “İslam Cumhuriyeti” kurulması yönünde oy kullanmıştı ancak bu terimin kendisi muğlaktı ve farklı insanlar için farklı anlamlar ifade ediyordu. Herkes bunu din adamlarının yönetimi ve İslam Hukuku’nun katı bir yorumunun dayatılması olarak düşünmüyordu. Bazıları için bu, İslam’ın yol gösterici kültürel ilke olduğu liberal demokratik bir hükümet anlamına geliyordu. Diğerleri içinse İslam ve sosyalizmin radikal bir şekilde birleşmesi anlamına geliyordu.

İslam’ın rolüne dair bu farklı vizyonlar, devrimin arka planı ve özellikle de Şah’ın İran toplumunu modernleştirmeyi ve din adamları ile büyük toprak sahiplerinin gücünü kırmayı amaçlayan bir dizi reform olan “Beyaz Devrim”deki kökenleri bağlamında anlaşılmalıdır. Bunlar arasında hızlı sanayileşme ve toprak reformu planlarının yanı sıra okuma yazma programları, kadınlara imtiyaz tanınması ve işçiler için bir kâr paylaşımı planı da vardı. Şah’ın ülkeyi modernleştirme planı bazı açılardan oldukça başarılı oldu ve 1970’lerin başında İran, yirmi yıl önce hayal bile edilemeyecek bir konumdaydı. Petrol patlaması devletin kasasını şişirmiş ve kendi projelerini kolayca finanse etmesini sağlamıştı. Ancak kalkınma hiçbir zaman çelişkiler olmadan gelmez. Toprak reformları, artık evsiz olan milyonlarca işçinin şehirlere, özellikle de Tahran’a akın etmesine ve gecekondu mahallelerini şişirmesine neden olmuştu.

Toprak reformlarının İran toplumu üzerinde radikal ve istenmeyen etkileri oldu. Toprak reformunun temel amacı, köylülerin genellikle sadece geleneksel haklara sahip olduğu topraklar için tapular yaratarak kapitalist ilişkileri kırsal kesime yaymaktı. Ancak tarımsal devrim sadece mülkiyet yapısında bir değişiklik gerektirmez. Milyonları yerinden edecek yeni, daha yüksek verimli teknikler getirilmelidir. Bazıları imalat ve sanayi sektörüne girdi, ancak çok daha fazlası, herhangi bir iş bulabildiklerinde, sürekli genişleyen inşaat sektöründe, zenginler için gökdelenler ve apartmanlar inşa ederek veya hizmet sektöründe kol işçisi olarak çalıştı. 1971 yılına gelindiğinde Tahran’a milyonlarca yeni sakin gelmişti. Geleneksel ağlardan kopuk olan bu yeni işçilerin çoğu birbirleriyle cami aracılığıyla bağlantı kurdu.

Toplumun bir kesimi Şah’ın reformlarına karşı çıkarken —özellikle din adamları ve toprak ağalarının bir kısmı kaybedecek en çok şeyi olan kesimlerdi— Khomeini kendisini direnişin ön saflarında konumlandırdı. Çok saygın bir din adamı olan Khomeini, din adamları arasında marja’ (otorite pozisyonu, ama kelimenin tam anlamıyla “örnek alınacak model”) olarak öne çıkan bir konuma yükselmişti. Khomeini ilk kez bu dönemde muhalif bir figür olarak sahneye çıktı. Vaazlarını rejime saldırmak için kullandı. Yakın zamanda diplomatik dokunulmazlık kazanan ABD askerleri ve danışmanlarının varlığı konusunda özellikle sesini yükseltti ve gerçekten de örneği taklit edildi. Haziran 1963’te Khomeini’nin tutuklanmasının ardından dini başkent Qom’da günlerce süren kitlesel ayaklanmalar patlak verdi. Hükümetin baskısı çok sert oldu ve yüzlerce kişi öldü.

İran Yeni Sol güçlerinin birçoğu bu olayları takip eden dönemde ortaya çıktı. Küba, Vietnam ve Cezayir’deki anti-emperyalist gerilla hareketlerinden esinlenen bu kuşak, silahlı mücadeleyi devrim için ana araç olarak görüyordu. Burada Fedaiyan’ın yanı sıra, ideolojisi Marksist Üçüncü Dünyacılık ile İslam’ın radikal bir yorumunun sentezi olan sol-İslamcı Mujahideen-e Khalq özellikle önemliydi. Mujahideenlerin başlıca ideologu, Frantz Fanon’un eserlerinin Farsçaya çevrilmesinden sorumlu teorisyen Ali Shariati’ydi.

Gizli faaliyetin gereklilikleri göz önüne alındığında, gerillalar, bazı üyeleri fabrikalarda çalışsa bile, işyerlerinde sosyal bir taban oluşturamadı. Bunun yerine, kentsel tabanları büyük ölçüde öğrenci çevrelerinden ve orta sınıftan oluşuyordu. İran’da 1960’ların sonu ve yetmişlerin başında var olan aşırı baskı koşulları altında, işçi sınıfının öz-eylemini büyük ölçüde imkansız gördüler ve bunun yerine neredeyse sadece devlete karşı gerilla eylemlerine odaklandılar. Gerilla hareketinin önemli teorisyenlerinden Amir Parviz Pouyan’ın sözleriyle, “devletin mutlak gücü ve işçi sınıfının mutlak zayıflığı” ile karşı karşıya kaldılar. Gerillalar sonunda devletle kısasa kısas bir savaşın içinde sıkışıp kaldılar.

Öğrenciler devrimin önemli bir parçasıydı. Altmışlı ve yetmişli yıllarda İranlı öğrenciler, Şah rejimi tarafından ekonomik kalkınma için gerekli olduğu düşünülen teknik eğitimi almak üzere teşvik edilerek yüksek öğrenim için giderek daha fazla yurtdışına gittiler. Bu durum hem ülke içinde hem de dışında güçlü ve militan bir öğrenci hareketinin temelini oluşturdu. Altmışlı ve yetmişli yıllar elbette Batı’daki kampüslerde yoğun çatışma ve huzursuzlukların yaşandığı bir dönemdi ve radikal İranlı öğrenciler hızla örgütlenmeye başladı. Yurtdışındaki İranlı Öğrenciler Konfederasyonu rejime karşı muhalefetin ana üssü haline geldi, bülteni grevler ve gerilla faaliyetleri hakkında bilgi yaydı. Konfederasyon aynı zamanda uluslararası öğrencilerin ev sahibi ülkelerdeki militan öğrenci hareketlerine de dahil oldu ve Vietnam Savaşı ve diğer emperyalist saldırganlıklara karşı gösterileri destekledi. 1970’lere gelindiğinde Konfederasyon komünist örgütlerin o kadar hakimiyetine girmişti ki, önemli İslamcı üyelerin çoğu ayrılarak Müslüman Öğrenciler Birliği’ni kurdu. Her iki dernek de kendi ülkelerindeki meslektaşları için bilgi kaynağı olarak hizmet verdi.

Üzerinde anlaşabildikleri tek şey ABD’nin tahammül edilemez gücüydü. Ne olduysa oldu, Khomeinistlerin eylemleri onları bu zemine zorladı. 4 Kasım 1979’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliği “İman Çizgisi Öğrencileri” tarafından ele geçirildi. Rehine krizi tüm ülkenin ve dünyanın dikkatini çekti ve 444 gün boyunca sürdü. Elçiliğin ele geçirilmesi ve Başkan Carter’ın rehineleri kurtarmaya yönelik beceriksiz girişimi, İslami sağın inisiyatifi ele geçirmesine, kendisini anti-emperyalist mücadelenin muzaffer öncüsü olarak konumlandırmasına ve aynı zamanda liberalleri bir kenara itmesine olanak sağladı. Kriz karşısında geçici hükümet istifa etti ve Üçüncü Dünyacı ve anti-emperyalist bir dille dolu ama aynı zamanda velayat-i faqih (fakihin velayeti) kavramına dayanan ve İran’da “lider ilkesini” tesis eden yeni bir anayasa onaylandı. Bu anayasaya göre Humeyni’ye “devrimin yüce lideri” olarak İslam’a aykırı her türlü kararı veto etme yetkisi verildi. Ancak bir cumhurbaşkanlığı seçimi de yapıldı ve ezici çoğunluk Abolhassan Bani-Sadr’a oy verdi. Beni-Sadr uzun süredir Humeyni’nin gözde danışmanlarından biri olmasına rağmen, devrimin teknokrat “liberal İslamcı” kanadını temsil ediyordu ve IRP’nin iktidarını pekiştirmesi için bir tehditti.

Karşı-Devrim

Nisan 1980’de İslam Cumhuriyeti hükümeti, yeni anayasasından aldığı yetkiyle Kültür Devrimi’ni başlatarak üniversitelerin, işyerlerinin ve kültürel kurumların İslamileştirilmesi sürecini başlattı. Kültür Devrimi, devletin toplum üzerindeki gücünü okullara ve medyaya sabitlemeyi amaçlıyordu. Okullar ve üniversiteler üç yıl süreyle kapatıldı, bu süre zarfında sol kadrolar tamamen tasfiye edildi ve katı dini kurallar uygulandı.

Emek arenasında ise IRP etrafında örgütlenen Khomeinist sağ ile Beni-Sadr arasında bir savaş yaşandı. Khomeinistler, konseyleri Beni-Sadr’ın devlet tarafından atanan yöneticilerine karşı kullanmak suretiyle işçilerin bir önceki yılki taleplerini etkili bir şekilde bir kenara itti ve bağımsız shoraların altını oydu. Devrim muhafızları kalan son birkaç bağımsız konseye saldırdı.

Ne var ki bu çatışma kendi mecrasında ilerleyemeden ve rehine krizi çözülemeden Irak, kaostan faydalanma umuduyla 22 Eylül 1980’de İran’ı işgal etti. Seferberlik milyonları rejimin yanına çekti ve rejimin anti-emperyalizm diline bürünerek Irak’a ve ABD’deki destekçilerine karşı savaşmasına olanak sağladı. Sıkıyönetim ve savaş ekonomisinin kemer sıkma politikaları karşı devrim için verimli bir zemin oluşturdu. Tüm grevler ve gösteriler yeni rejim tarafından emperyalist sabotaj olarak değerlendirildi ve Khomeinist sağın haydut çeteleriyle sokaklarda düzeni sağlamasına izin verildi.

IRP bu fırsatı Beni-Sadr ve liberal destekçilerine karşı yeni bir seferberlik başlatmak için kullandı. Khomeini’nin onayıyla, IRP’nin hakim olduğu İran parlamentosu Beni-Sadr’ın görevden alınması yönünde oy kullandı. Kendini kurtarmak için son bir hamle yapan Beni-Sadr, yeni rejimle çatışmaları açık silahlı çatışmaya dönüşen Mujahideenlerle ittifak kurdu. Mujahideenler rejime karşı bir terör kampanyası başlatarak onlarca IRP yetkilisini ve bakanı öldürdü. Irak ordusunun ön saflarda yer almasıyla rejim, solun son kalıntılarını da yok etmek, gazeteleri kapatmak, dernekleri dağıtmak ve direnen herkesi tutuklayıp idam etmek için gereken tüm kılıfa sahip oldu.

Suçu tamamen Khomeini ve IRP’nin üzerine atmak cazip gelebilir, zira bu partiler kesinlikle muadillerine üstünlük sağladılar. Ancak İran solunun içinde faaliyet göstermek zorunda olduğu koşullar son derece zordu. İşçi konseyleri işyerlerinin demokratikleştirilmesinde büyük adımlar atarken, kapitalist işbölümünün kendisi proleter hareketin özgürleştirici hamlesinin önünde inanılmaz bir engel oluşturuyordu. İşçiler arasında beceri ve eğitim açısından, köklü işçi sınıfı ile yeni gelenler arasında derin çatışmalar vardı. İran’daki üretimin çoğu, konseyler için çok küçük olan atölyelerde örgütlenmeye devam etti. Konseyler toplum geneline yayılmış olsa da, onları devlete alternatif olarak örgütleme vizyonu yoktu. Devlet iktidarının kendisi hiçbir zaman sorgulanmadı, sadece onu işgal eden insanlar sorgulandı. Konseyler sadece resmi sol tarafından değil, konseyleri dolduran işçilerin çoğu tarafından da devlete karşı harekete geçebilecekleri baskı grupları olarak görülüyordu. Konseyler tarafından yayınlanan en radikal talepler bile kapitalizmin ortadan kaldırılmasına yönelik açık bir çağrının gerisinde kaldı. Konseyler temel sosyal işlevleri yerine getirmek için boşluğa koşarken, bu çoğu kişinin çok kolay vazgeçtiği bir güçtü. Onlarca yıllık Stalinizmin körleştirdiği mevcut solun çoğunun ne öz-örgütlenme vizyonu ne de sanayinin kamulaştırılmasının ötesinde ekonominin ne olabileceğine dair bir düşüncesi vardı. Böyle bir vizyonun kök saldığı yerler ise çoğunlukla devrimin kalbinin dışındaydı.

Yine de İran Devrimi, işçi konseylerinin klasik biçimiyle son kez ortaya çıktığı dönem olma onurunu kazanabilir. Daha doğrusu bu onuru, aşağı yukarı aynı zaman diliminde Solidarność hareketinin de siyasi ve ekonomik istikrarsızlık döneminde konseylerin gelişmesine rağmen ortaya çıkacağı Polonya ile paylaşıyor. Ancak işçi konseylerinin bu geç serpilip gelişmesi, sanayisizleşme ve bir dizi neoliberal projenin gezegenin dört bir yanına yayılarak direnişlerin çoğunu yerle bir ettiği, işçi hareketinin gerileme döneminde gerçekleşti. Ancak son on yılda İran’da ve Orta Doğu’da protesto ve isyanlar yeniden canlandı ve küresel çapta yeni bir sınıf çatışması dönemi başladı. Bu vakaların her birinde ABD, Rusya ve diğer dünya güçleri, her zaman olduğu gibi, silahlarını hazır tutarak, çıkarları gerektirdiği takdirde her an müdahale etmeye hazır bir şekilde durdular. Böyle bir durumda, İran ve komşularındaki sınıf mücadelesinin yeniden canlanması, bir başka kırk yıllık savaştan kaçınmanın tek umududur.

Kaynak: The Iranıan Revolutıon At The Twılıght Of The Worker’s Councıl

Çeviri: heimatloskultu / Konzept


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir