Savaşlar ve Soykırımlar: Osmanlı Sosyalizminin Ateşle İmtihanı

Bu metin Enternasyonal Komünist Akım tarafından hazırlanan, 6 yazıdan oluşan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi” serisinin altıncı yazısıdır.

29 Eylül 1911’de İtalya Devleti’nin Osmanlı egemenliğindeki Libya topraklarını işgal etmesiyle Ekim 1912’ye kadar devam edecek İtalyan-Türk savaşı patlak verdi. Esasında İtalya yaz aylarından beri bu savaşa hazırlanmaktaydı. İtalya, geçmiş yüzyıllardaki paylaşım yarışında geri kalmış ülkelerdendi ve dünyanın büyük güçlerce paylaşılmış yerlerinin hızla tükendiği bu konjonktürde, İtalyan burjuvazisinin tereddütleri hızla erimişti. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı Devleti de, başta zayıf konumundan dolayı pek istekli olmadığı bu savaş için kollarını sıvamakta gecikmeyecekti. Türkiye’de bugün Trablusgarp Savaşı olarak anılan İtalyan-Türk savaşı, bu dönemde dünya genelinde gerçekleşen diğer savaşlarla 1. Dünya Savaşı’nın öncüllerinden olma özelliğini paylaşmaktadır. Savaşa dair İtalyan Sosyalist Partisi içerisinde büyük bir kavga patlak vermişti; partinin sağ kanadı hükümete açık desteğini ilan ederken, uzlaşmaz sol kanat savaşa karşı sert bir mücadele yürütmekteydi.[1]Osmanlı sosyalizmi için ise, çizgiler İtalyan sosyalizmi için olduğu kadar net değildi. Devrimci sosyalistler, şaşırtıcı olmayan bir biçimde savaşa karşı çıkacaklar, ittihatçılarla işbirliği içerisindeki sağ kanat unsurlar ise şaşırtıcı olmayan bir biçimde hükümeti destekleyeceklerdi. Öte yandan, bu iki kanadın arasındakilerin evrimi açısından İtalyan-Türk savaşı daha büyük bir önem teşkil etmekteydi. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu, savaşı lanetlemekle birlikte, temel suçu İtalyanlarda görüyordu ve ittihatçıları onları kınadığı kadar kınamıyordu. Bununla birlikte İtalyan Sosyalist Partisi içindeki ayrışma, İkinci Enternasyonal’deki Osmanlı örgütleri federasyonunun belki de ilk kez bir olayda uluslararası sosyalist hareketin sol kanadından yana tavır takınması sonucunu doğuracaktı. Bu savaş sayesinde federasyon yön değiştirmişti. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’ne bağlı Öğrenci Birliği’nin tutumu da ittihatçılara sorumluluk yüklememesi bakımından Sosyalist İşçi Federasyonu’nun tutumuna benziyordu ama savaşın genel olarak düzenin bir sonucu olduğu çıkarımıyla bir adım daha öteye gitmekteydi:

İtalyan-Türk savaşı hâlâ devam ediyor. Tek sebebi, İtalyan kapitalizminin saldırı siyasetidir (…) Biz sosyalist öğrenciler, insanlığın gelişmesi ve ilerlemesi açısından son derece zararlı olan bu savaşın bugünkü toplumun kapitalist düzeninin bir sonucu olduğunu ve bu düzen ortadan kalkıp sosyalizm gerçekleştirilmedikçe yok olmayacağı inancındayız (…) Amacımız savaşa ve İtalyan saldırısına karşı derin öfkemizi dile getirmek ve hep birlikte haykırmak: Kahrolsun savaş! Kahrolsun İtalya’nın kapitalist saldırısı! Yaşasın sosyalizm![2]

Savaş devam ederken Şubat 1912’de Osmanlı Meclis-i Mebusan seçimleri gerçekleşti. Bu seçimler, bize kapitalizmin çöküş evresinin şafağında parlamentarizmin mahiyetine dair pek çok çıkarımda bulunma olanağı vermektedir. 1912 seçimleri Osmanlı tarihine “sopalı seçimler” olarak geçmiştir. Devlet seçimlerini, devletin sopasıyla kazanan devlet partisi, devletin zaferi… Sopalı seçimler, yeni yüzyıl ve sonrasının bütün seçimlerinin, parlamentarizminin, demokrasilerinin ve meclislerinin geleceğinin bir aynasıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerek muhalefet temsilcilerinin kafalarında patlattığı sopalarla, gerek seçim sandıkları başında ellerinde sopayla bekleyen üyeleriyle 20. ve 21. yüzyıl boyunca açık veya örtük bir biçimde uygulanacak olan burjuva demokrasisinin acı bir karikatürünü çiziyordu. Öte yandan Osmanlı sosyalizminin, parlamenter ihtirasları olan Dimitar Vlahov gibi kimi isimleri buruk bir biçimde yenilgiyi kabul ede dursunlar, ittihatçılara muhalefet bayrağı açmış burjuva kanadı Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın teslim olmaya hiç niyeti yoktu. 1912’nin Mayıs ayında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın Osmanlı ordusu içerisindeki destekçileri Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) adı altında örgütlendiler. Halaskar Zabitan aynı yılın Haziran ayında, Temmuz 1908 benzeri bir biçimde Makedonya dağlarına çıktı; hükümet düştü, Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidara geldi. Osmanlı sosyalizminin merkezci eğilimi bu anı da Temmuz 1908 gibi bir zafer anı olarak değerlendirdi. Gerçekten de son dönemde iyice artan ittihatçı baskıların ardından iktidarı yeni almış ve daha konumunu sağlamlaştıramamış Hürriyet ve İtilaf Fırkası siyasal örgütler için başlarda daha rahat koşullar sağladı. Ancak kısa bir süre sonra sol kanadın yine haklı olduğu ortaya çıkacaktı. İşçi sınıfı için yeni patronlar, eskilerini aratmamaya başlamışlardı. Grevler, işçi mücadeleleri ve sosyalistler yine bastırılmaktaydı; İttihat ve Terakki gibi Hürriyet ve İtilaf’ın da sosyalistlere istediklerini yapma özgürlüğü vermeye hiç niyeti yoktu.[3]

1912’nin Ekim ayında, daha İtalya-Türk savaşı bitmeden Balkanlarda yeni bir savaş başladı. Eğer İtalyan-Türk savaşı, yaklaşan 1. Dünya Savaşı’nın bir öncülüyse, tarihe 1. Balkan Savaşı olarak geçecek bu savaş da, büyük savaşın bir provasıydı. 340,000 Osmanlı askeri vurularak veya hastalıklardan dolayı öldü, yaralandı veya esir düştü. Osmanlı’nın karşısındaki Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ’ın da 145,000 askeri ölmüş veya yaralanmıştı. Savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanacaktı ve başa yeni geçmiş olan Hürriyet ve İtilaf iktidarının da sonunu getirecekti. Art arda alınan hezimetlerin de etkisiyle, önde gelen bir ittihatçı grubu 23 Ocak 1913 tarihinde, hükümet binası olan Bab-ı Ali’yi bastı. Bu darbe, günümüzde dahi isimleri ve canilikleri unutulmamış üç paşanın, İsmail Enver, Mehmet Talat ve Ahmet Cemal’in iktidarının başlangıcı olacaktı. Londra Antlaşması’yla 30 Mayıs 1913’te 1. Balkan Savaşı sona erdi. Osmanlı İmparatorluğu için bilanço ağırdı: Edirne dâhil Avrupa’daki neredeyse bütün topraklar yitirilmişti. Ekim 1912’de fiili olarak kaybedilen Selanik’in artık imparatorluğun bir parçası olmadığı kesinleşmişti. Hürriyet ve İtilaf’ın savaştaki başarısızlığına karşı aşırı milliyetçi bir söylev geliştirmiş olan ittihatçılar da durumu kurtaramamışlardı. Balkan savaşlarının ilkinin bitiminden yalnızca iki hafta sonra ikincisi baş gösterdi. Bu sefer Hıristiyan Balkan devletleri birbirlerine girmişlerdi. İlk savaşta başı çeken Bulgaristan’ın karşısında Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve ayrıca eğlenceden yeteri kadar mahrum kaldığını düşünen Romanya vardı. İttihatçı hükümetin de dışarıda kalmaya niyeti yoktu. Bulgaristan’a karşı öteki devletlerin yanında savaşa giren Osmanlı, savaşın sonunda Edirne’yi tekrar almayı başaracaktı. İkinci Balkan Savaşı, ilkine kıyasla çok daha kısa sürdü. Savaş, başlamasından yaklaşık bir ay sonra, 18 Temmuz’da Bükreş Anlaşması’yla sona erdi. Balkanlar’da barış sessizliği hüküm sürüyordu artık. Öte yandan, çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkacaktı ki bu barış, insanlığın o güne dek görmediği ölçüde büyük bir savaşa gebeydi.

Balkan savaşları, Osmanlı sosyalizminin bütün dengelerini altüst etmişti. En fazla etkilenen de, başından beri kendisini bir Osmanlı örgütü olarak gören ve İkinci Enternasyonal’in Selanik alt şubesi kabul edilen Sosyalist İşçi Federasyonu olacaktı. 1913’ten sonra, Selanik bir Osmanlı şehri olmaktan çıkınca Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu da ister istemez bir Osmanlı örgütü olmaktan çıkmıştı. O artık tıpkı temsil ettiği şehir gibi Yunanistan’a aitti. Genel bağlamda Osmanlı’nın parçalanması karşıtı bir tutum geliştirmiş olan federasyon, durumdan pek memnun olmasa da sonuçta Yunanistan işçi ve sosyalist hareketinin içine girdi. Öte yandan, Balkan Savaşları, Selanik örgütünün tutumunu İtalyan-Türk savaşının çektiğinden de daha sola çekmişti. Balkan Savaşları esnasında federasyon Selanik’te savaşa karşı kitlesel gösteriler düzenledi, din ve milliyet farklılıklarını açıkça lanetledi.[4]Bütün bu deneyimler, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun yaklaşmakta olan 1. Dünya Savaşı’nda enternasyonalist bir tutum almasına ve daha sonra Yunanistan’da oluşacak komünist örgütlenmelere katılımına neden olacaktı.[5]

Öte yandan Balkan Savaşları’nın sosyalist hareket üzerindeki etkisi, yalnızca Selanik İşçi Federasyonu ile sınırlı değildi. Sol kanadın örgütleri de Selanik’in ve Selanik İşçi Federasyonu’nun Osmanlı dışında kalmasından fazlasıyla etkileneceklerdi. Daha öncesinde sol kanat her ne kadar Selanik İşçi Federasyonu’nun oportünizmini ve çeşitli burjuva güçlerle işbirliği yapmasını eleştirmiş olsa da, iki örgütün bir geçmişi ve bir hukuku vardı ve Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Ermeni Devrimci Federasyonu ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın aksine her iki örgüt de uluslararası nitelik taşımaktaydı. Selanik’in Osmanlı sınırlarının dışında kalmasıyla, devrimci sosyalistler yalnız kalmışlardı. Bununla birlikte İstanbul Sosyalist Merkezi’nin başını çektiği Osmanlı devrimci sosyalistleri, daha İtalyan-Türk savaşı başlamadan, çizgileri etrafındaki sendikal örgütlerle birlikte Türkiye Sosyalist Fırkası adını aldılar ve İtalyan-Türk savaşını cüretkâr bir biçimde protesto ettiler.[6] Balkan savaşları Osmanlı’daki devrimci sosyalist örgütleri, Bulgar dar sosyalizminden de fiili olarak ayırmıştı. Bunun siyasi bir yansıması seçimler konusunda kendisini göstermekteydi. 1912 sonrasında Osmanlı devrimci sosyalistleri, seçimlere giren dar sosyalistlerin aksine, Meclis-i Mebusan’daki sosyalistlerin işbirlikçi tutumu karşısında anti-parlamenter bir tavır benimsemişlerdi.[7] Osmanlı sosyalizminin sol kanadı, uluslararası sosyalist hareket içerisinde başka bir eğilimin yansıması değil, ayrı bir eğilim haline gelmişti. Devrimci sosyalistlerin savaşa karşı tutumu da imparatorluktaki diğer sosyalist örgütlere kıyasla bir hayli radikaldi. 1914’te, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre önce İstanbul örgütünün enternasyonal proletaryaya hitaben yazdığı bir bildirgede bu tutum açıkça görülmekteydi:

Bütün dünya sömürülenlerinin protesto haykırışlarının bir kere daha birleştiği bu tarihi günde, biz de, kapitalist toplumu, emeğin sömürülmesini, emekçilerin ezilmelerini, büyük toplumsal haksızlığı sizlerle beraber protesto ediyoruz.

Sınıf çıkarlarımızın ve her birimize düşen görevin bilincinde olarak insanın insan tarafından sömürüsüne ve sefalet düzenine son verebilecek tek şey olan büyük toplumsal devrimin gerçekleşmesine katkımızı ve bağlılığımızı kardeşçe tekrar dile getiriyoruz. (…)

Ne yazık önleyemediğimiz Balkan Savaşı denilen savaş, etkilerini Doğu emekçi sınıfının daha uzun süre üzerinden atamayacağı, halkın ve proleterlerin henüz yeni uyanışlarını geciktirecek sonuçlar doğurmuştur.

Bu savaş, bugün açlık içinde kıvranan şehir ve kır işçi ailelerinin binlercesini öksüz bıraktı, bu zalim toplumun insafına terk etti.

Bu savaş, şehirleri ve köyleri yerle bir etti ve beraberinde bütün halkı kırıp geçiren sefalet ve açlığı getirdi.

Bu savaş, Doğu ulusları arasında kin ve bağnazlığı yeniden canlandırdı, yöneticiler ve sermayedarlar çıkarına milliyetçi zihniyeti güçlendirdi.

Bu savaş, devlet hazinesini tamtakır bıraktı; şimdi de o paraları bizlere, kölelerine ödetiyorlar.

Bu savaş şimdiye kadar görülmemiş bir siyasi zorbalık getirdi.

Şehirlerimizin sokakları, yersiz yurtsuz, aç yaşlılar, kadın ve çocuklarla dolu. Rumeli’yi istila edenlerin savaş sırasında bütün mallarına mülklerine el koydukları göçmenler kafileler halinde bize sığınıyor, Trakya’ya ve Anadolu’ya yerleşiyorlar. Bu kez de Anadolu’da bağnazlık ve din ayrılıklarına bağlı kinlerin körüklediği yeni olaylar patlak veriyor ve yerli ahali ters yöne göç etmek zorunda kalıyor.

Hükümet, mahvolmuş halkın sırtına, tabii sürekli anayasaya uygun etiketi altında, rezil bir baskı yönetimi yerleştirdi: Devamlı sıkıyönetim, örgütlere, toplantılara ve basına karşı şiddet tedbirleri…

1 Mayıs 1914 günü yürüyüş yapamadık, bu keyfi yönetimi protesto ediyor ve sizlerle birlikte bir kez daha haykırıyoruz: ‘Kahrolsun burjuvazi! Yaşasın özgürlük! Yaşasın toplumsal devrim!’”[8]

Osmanlı sosyalizmi, özellikle Osmanlı sosyalizminin devrimci kanadı, İtalyan-Türk savaşını da, iki balkan savaşını da açıktan açığa kınamış, lanetlemiş ve işçi sınıfının desteği sayesinde varlığını sürdürmeyi başarmıştı. Sosyalizm, özellikle de sosyalizmin sol kanadı, hem Osmanlı sınırlarındaki topraklar için, hem de bütün dünya için savunulabilecek en güzel geleceği savunuyordu. Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi, Türk ve benzeri bütün etnik kökenlerden işçilerin enternasyonalist örgütleri, Osmanlı sınırları içerisindeki tüm işçilerin hep beraber sosyalist bir dünya yaratacakları bir toplumsal devrimin gerçekleşeceğine tamamen inanmaktaydı. Mücadeleleri, göreceklerini umdukları gelecek kadar temizdi ve mücadelenin gelişim sürecinde zaman zaman ortaya çıkan hataları onurlu hatalardı. Öte yandan kapıda uluslararası sosyalizm ve dünya işçi sınıfı için büyük bir felaket vardı. Osmanlı sosyalizmi ve işçi sınıfı için ise kapıda bekleyen felaket çok daha katmerliydi.

28 Haziran 1914 tarihinde, Gavrilo Princip adındaki Bosnalı bir Sırp milliyetçisi, Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ı vurdu ve dünya değişti. Şüphesiz savaşın nedeni Sırp bir gencin bir arşidükü öldürmesinden çok daha derinlere gidiyordu; suikast yalnızca bir bahaneden ibaretti. Ağustos başlarına gelindiğinde, Avrupa’nın dört büyükleri olan İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya savaşa girmişlerdi. Bilindiği üzere savaş başladığı zaman Osmanlı İmparatorluğu üç paşalar iktidarı altındaydı. Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Enver, Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat ve Bahriye Nazırı (Donanma Bakanı) Cemal üçlüsünün fiili diktatörlüğü altında, Osmanlı devletinin savaşa gireceğine ülkenin bütün hâkimleri kesin gözüyle bakıyorlardı. Cemal’in başını çektiği kesim İngiltere ve Fransa gibi güçlerle ittifak ararken, Enver ve Talat Almanya’yla birlikte savaşa girilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Cemal ve arkadaşlarının İtilaf kuvvetleriyle bir arada hareket etme çabasının başarısız kalması Enver ve Talat’ın istediği doğrultuda bir gelişime yol açtı. 2 Ağustos’ta Almanya ile gizli ittifak anlaşması imzalandı. 30 Ekim’de, birkaç gün önce Rus gemileriyle Karadeniz’de gerçekleşen çatışmaların ardından Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya birbirlerine savaş ilan ettiler. Osmanlı böylelikle 1. Dünya Savaşı’na katılmış oluyordu.

Öte yandan, Osmanlı işçi sınıfının karşı karşıya olduğu tek felaket savaş değildi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye, nüfuzu için, insanları ellerine silah verip ölmeye veya sınıf kardeşlerini katletmeye göndermekten daha fazlasını planlıyordu. 1913’te gerçekleşen Bab-ı Ali baskınının ardından Osmanlı devlet burjuvazisi kendi içerisindeki husumeti, belirli bir kanadın büyük ölçüde mutlak iktidarını oluşturmasıyla geçici olarak da olsa çözmüş durumdaydı. İttihat ve Terakki galipti, Hürriyet ve İtilaf mağluptu. İttihat ve Terakki öylesine galipti ki Hürriyet ve İtilaf, iktidarda olduğu süre boyunca ittihatçıların kendilerine yönelik eylemlerinin basit bir benzerini dahi yapabilecek güce sahip değildi. Devlet burjuvazisi kendi evini düzene sokmuştu; ittihatçılar hanenin tek efendisi olmuşlardı. Öte yandan ittihatçıların iktidarı mutlak olsa da, zaferleri mutlak değildi. İşçi sınıfının efendisi olamamışlardı; çünkü yenilmiş de olsa sınıf hareketi hâlâ canlıydı, hâlâ grevler oluyordu. 1908 grevlerinin anısı da henüz tazeydi. Osmanlı işçi sınıfının en ileri, en militan, burjuvazi için en tehlikeli unsurları gayri Müslim kesim içerisinden çıkmıştı. Öte yandan ittihatçıların efendisi olamadıkları bir başka güç daha bulunuyordu: Gayri Müslim burjuvazi. O da sanayi, ticaret ve finans sermayesi üzerinde egemenliğini ve ayrıca bağımsız bir güç olarak da mevcudiyetini korumaktaydı. Gayri Müslim sermayenin artık en ciddi siyasi temsilcisi olan Taşnaklar, ittihatçıların, yaklaşan savaşta anavatanı savunmaları yönünde yaptıkları talebi kabul etmişlerdi fakat Rusya’daki örgütlerinin Osmanlı lehine ve Rusya aleyhine faaliyet göstermesi yönündeki dayatmayı reddetmişlerdi.

Tarihin öyle bir noktasıydı ki bu, değişen, yalnız düzen içi güçlerin dengeleri değil, düzenin kendisinin niteliği, biçimi ve işleyişiydi. 19. yüzyılın herhangi bir kesitinde burjuvazi, etnik ve dini farklılıklarına rağmen kendi içerisindeki herhangi bir sıkıntıyı 20. yüzyıl standartlarından farklı olarak çok da fazla kan dökmeden çözebilirdi. Ancak 19. yüzyıl kapitalizminin koşullarında böylesine önemli bir aktör haline gelmiş bir devlet burjuvazisi olabileceğini düşünmek zordur. Bir üretim biçimi olarak dünyaya yayılmak 19. yüzyılda ve öncesinde kapitalizmi sağlıklı bir bünye kılmıştı. Kapitalist üretim biçiminin dünya geneline yayılımıyla o sağlıklı, gürbüz delikanlı yaşlı ve hasta bir adama dönüştü. Avrupa’nın hasta adamı diye anılan Osmanlı İmparatorluğu bu dönüşümü fazlasıyla yansıtmaktaydı. Bu yıllarda Osmanlı’da devlet burjuvazisinin ve burjuva devletin oynadığı işlevin büyüklüğü, yeni yüzyılda bütün devletler için aşağı yukarı geçerli hâle gelecekti. Osmanlı devlet burjuvazisi her şeyi, herkesi kontrol etmek istiyordu. Bunu yapmaksızın kendisini rahat ve güvende hissedemezdi. Yirminci yüzyıl başında devlet kendisini güvende hissedebilmek için yeni bir ideolojiye ihtiyaç duymuş ve bu ideolojiyi Türk milliyetçiliğinde bulmuştu. Eğer devlet haricinde bir özel sermaye, bir sanayi, ticaret ve finans burjuvazisi olacaksa, Osmanlı Devleti bu burjuvazinin kendisine her açıdan ve her konuda mutlak bir bağlılık göstereceğinden emin olmak zorundaydı. Aksi takdirde rahat bir uyku yüzü görmekten aciz kalacaktı. Çözüm ancak sermayenin kanla ve ölümle Türkleştirilmesi olabilirdi.

Devlet-i Ali Osman, Gayri Müslim’den korkuyordu, hem de ölümüne korkuyordu. Gayri Müslim işçiden, bütün Osmanlı işçi sınıfına önderlik ettiği için korkuyordu. Osmanlı ekonomisinin ana damarlarını elinde tutan gayri Müslim burjuvaziden, devletten bağımsız bir güç olduğu için korkuyor, kendisini onun karşısında zayıf hissediyordu. Osmanlı Devleti, tamamı kendisinden büyük ve güçlü devletlerle masaya oturmuş bir devlet olmanın da ezikliğini taşıyordu. Avrupa devletleri arasında bir en zayıf halka vardıysa, bu, Osmanlı idi. Bir devlet delirebilir miydi? Dışta her biri tek başına Osmanlı’yı bozguna uğratabilecek devletlerle müzakere etmek, içte ölümüne korktuğu güçlerle birlikte yaşamak zorunda kalmak belki de Osmanlı devletini dünya üzerinde deliren ilk devlet yaptı. Osmanlı Devleti’nin işçi sınıfına karşı hissettiği, yerinde bir korkuydu. Aynı korkuyu bütün dünya devletleri de kendi sınırları içerisindeki işçi sınıfına karşı duyuyordu. Kısa bir süre sonra dünya burjuvazisinin işçi sınıfa karşı duyduğu korkunun ne denli haklı olduğu, 1917’de zafere ulaşan Ekim Devrimi ve sonraki yıllarda dünyayı kasıp kavuran proleter devrimci dalga ile ortaya çıkacaktı. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin gayri Müslim burjuvaziden duyduğu korku tamamen akıl dışıydı; Devlet-i Aliye-i Osmaniye ne kadar bitikse, gayri Müslim burjuvazi de o kadar bitikti. Osmanlı Devleti gayri Müslim burjuvaziden akıl dışı bir biçimde ne kadar korkuyorsa, gayri Müslim burjuvazi de Osmanlı Devleti’ne akıl dışı bir biçimde bir o kadar güveniyordu. En büyük Ermeni partisi olan Taşnak Partisi, 1915’te İstanbul’da önde gelen Ermeni siyasilerin tehcirleri başlayana kadar, hararetle bütün Ermenilerin katlini planlamakta olan Osmanlı Devleti’ni büyük bir sadakatle desteklemeye devam edecekti. Taşnaklara yakınlığı ile bilinen ve en önde gelen Ermeni milletvekillerinden Krikor Zohrab’ın tutuklanıp İstanbul’dan gönderildiği 24 Nisan gecesinin gündüzünde Beyoğlu’ndaki ittihatçılar kulübünde Ermeni soykırımının en büyük mimarlarından Talat Paşa ile tavla oynadığı söylenir. Bu söylenti doğru olmasa dahi önde gelen Ermeni siyasilerinin yaklaşımının ne minvalde olduğunu göstermektedir.

Oysa Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra, Osmanlı’da başta Ermenilere karşı olmak üzere gayri Müslim’e yönelik faaliyetler başlamıştı. 1909’da Adana’da Meşrutiyet’e karşı ayaklanan kalabalık bir güruhun, Meşrutiyet’i istedikleri gerekçesiyle Ermenilere saldırısı pek çok ittihatçı tarafından açıktan açığa desteklemişti ki, kimilerinin olaylara karışmış olması ihtimali de bulunmaktaydı. 1914’te Rum erkekleri Amele Taburları oluşturmak üzere askere alınmaya başlanmıştı. Bu taburlar günde on sekiz saat çalıştırılmaktaydılar. Amele Taburları, kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin ve 20. yüzyılın özellikle ilk yarısında pek çok büyük devletin kuracağı çalışma kamplarının bir öncülüydü. Amele Taburları’nın amacı, hedefteki etnik nüfusu ölümüne çalıştırmak ve çalıştırarak öldürmekti. Öte yandan 1915’te gayri Müslimlere saldırılar yeni bir boyut kazanacaktı. Şubat 1915’te Ermeniler de Amele Taburları’na alınmaya başlandı. 20 Nisan 1915’te Van valisi Cevdet Bey’in şehri gayri Müslim’in erkek nüfusundan arındırmak için 4,000 kişinin silah altına alınması emrine Ermenilerin uymaması üzerine Van’da Ermeniler ile Osmanlı ordusu arasında çatışmalar çıktı. Mayıs başına kadar Van bölgesinde 55,000 Ermeni katledilmişti. Kanlı Pazar olarak anılan 24 Nisan gecesi önde gelen Ermeniler İstanbul’dan gönderilmeye başlandı. Mayıs’tan itibaren ülke genelinde Ermeniler kitlesel olarak tehcire, ölüm yürüyüşlerine zorlandılar, katliamlara uğratıldılar, toplama kamplarında ölümlü işkencelere maruz bırakıldılar. Saldırı altında olan yalnızca Ermeniler de değildi; Kasım 1916’da Karadeniz Rumları da benzer saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Tirebolu’dan Samsun’a uzanan bölgede yaşayan kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı bütün Rumlar, yanlarına hiçbir şey almalarına izin verilmeden yola çıkartılarak bir ölüm yürüyüşüne zorlandılar. Bu ölüm yürüyüşü sonucunda 350,000 Rum hayatını kaybetti. Savaşın sonuna gelindiğinde yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı 1.500.000’i buluyordu. 20. yüzyıl kapitalist düzen için bir soykırımlar yüzyılı olacaktı. Yüzyılın ilk soykırımını gerçekleştirmek Osmanlı Devleti’ne nasip olmuştu.[9]Osmanlı Devleti’nin ardılı olan TC devleti ve ittihatçıların devamı olan Kemalist hareket aynı politikaları, aynı korkulardan dolayı ve aynı amaçları güderek sürdürmeye devam edecekti. Öte yandan bugüne dek Türk devlet burjuvazisi, ne kadar kan dökmüş, ne kadar ölüm saçmış olsa da, deliliğinin kendisini mahrum bıraktığı rahat uykuya bir türlü kavuşamayacaktı.

Osmanlı sosyalizmi, özellikle devrimci sosyalistler, İtalyan-Türk savaşı ve Balkan savaşları sınavlarından geçmeyi başarmışlardı, ancak 1914’te başlayan savaş ve sonrasında gerçekleşen soykırımlar Osmanlı sosyalizminin belini kırdı. İşçi hareketi, 1914 öncesindeki savaşlarda sosyalist hareketin varlığını sürdürmesini mümkün kılacak kadar güçlüydü. Ancak, nasıl Osmanlı Devleti Avrupa devletleri arasındaki en zayıf halka idiyse, Osmanlı işçi sınıfı da Avrupa’nın en genç ve en deneyimsiz işçi sınıfıydı ve Osmanlı sosyalizmi de doğal olarak uluslararası sosyalizmin en yeni ve dağınık sosyalist akımlarından biriydi. Dahası soykırımlar bizzat Osmanlı’daki sosyalist militanların çoğunluğunu oluşturan gayri Müslim kesimi hedef almaktaydı. Müslüman işçiler arasında, her ne kadar gayri Müslim işçilerle sınıf mücadeleleri sırasında dayanışma geleneği gelişmeye başlamış olsa da, bu işçiler, böylesine büyük ve örgütlü bir soykırım pratiğine karşı kurbanlarla ciddi bir fark yaratacak kadar, yani kitlesel bir biçimde dayanışacak kadar bilinçli değillerdi. Gayri Müslim işçiler de böylesi bir dayanışmayı uyandırabilecek kadar etkin değillerdi. Sosyalistlerin ise ancak devrimci azınlığı, enternasyonalizmin ilkelerine sonuna kadar ve ne olursa olsun bağlı kalacak irade, netlik ve kararlılığa sahipti ki onlar da örgütlerinin fiili varoluşunu koruyacak güce dahi sahip değillerdi.

1914’e gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde sosyalist kabul edilebilecek iki tane örgüt kalmıştı. Bunlardan ilki Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, diğeri ise dar sosyalist gelenekten devrimci sosyalist örgütlenmeydi. İttihatçılarla yıllarca işbirliği yaptıktan sonra Taşnakların sosyalistlikle uzaktan yakından alakası kalmamıştı ki, zaten parti 1914 öncesindeki son yıllarını Meclis-i Mebusan’da demokratik reformlar elde etmeye çalışarak geçirmişti. Hüseyin Hilmi’nin Osmanlı Sosyalist Fırkası, ittihatçılar 1913’te muhalefete karşı baskı politikalarına başlar başlamaz sürgün cezalarıyla kolaylıkla etkisiz kılınmıştı. Müslüman kesim içinden çıkan sosyalist eğilimlerden bir diğeri olan Dr. Hasan Rıza’nın etrafında İkinci Enternasyonal’le iletişime geçen bir diğer çevre partileşmeyi dahi başaramamıştı. 1914’te Avrupa’nın en çok sosyalist örgütü olan ülkesinde kala kala iki tane sosyalist örgüt kalmıştı. Bütün etnik kökenlerden militanların ortak bir örgütünü oluşturmuş olan devrimci sosyalistler arasındaki Ermeniler ayrıca Sosyal Demokrat Hınçak Partisi içerisinde de faaliyet yürütüyorlardı. 1914’te savaş patlak verdiği zaman hem devrimci sosyalistler hem de Sosyal Demokrat Hınçak Partisi savaşa karşı bir tutum aldı. 24 Temmuz 1914’te toplanan Hınçak kongresi şu kararı alacaktı:

Dünya tarihinde benzeri görülmemiş, gayet önemli ve ciddi bir aşama geçirmekteyiz. Bir süredir bütün medeniyet âlemi Dünya Savaşı’nın boğucu baskıları altında çırpınmaktadır. Bugünkü olay, geçmişteki sakat hareket ve düşüncelerin feci ve korkunç bir darbesinden başka bir şey değildir (…) Bütün bu karamsar ve uygunsuz duruma rağmen memnuniyetle ilan ediyoruz ki evrensel olan devrim döneminde meydana gelen bu yeni olaylar gericiliğin getirdiklerinden olup, yeni dönemde ayakta kalamayacak ve insanlık yok edici ve gerici etkilerden kurtularak hummalı bir hamleyle sosyal kurtuluşumuzu kucaklayacaktır.[10]

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1913’ten beri Osmanlı Devleti’ne karşı illegal faaliyete geçmenin bir zorunluluk olduğu görüşünü savunuyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde Sosyal Demokrat Hınçak Partisi egemenlere karşı faaliyetlerine hız verdi. Buna karşın partinin bu noktadaki faaliyetleri, Rusya’da bulunan ve Rus silahlı kuvvetleri altında gönüllü birlikleri kuran ve çoğunu Kafkas Taşnaklarının oluşturduğu Gönüllü Birlikleri’nden bağımsız yürümekteydi. 14 Haziran 1915’te 20 Sosyal Demokrat Hınçak Partisi militanı devlet ve savaş karşıtı faaliyetlerinden dolayı evlerinden toplatıldı ve ertesi gün, 15 Haziran 1915’de bu yirmi militan Beyazıt meydanında asılarak katledildi. Asılan sosyalist militanlardan Paramaz takma isimli Mateos Sarkisyan, idam sehpasında şu sözleri haykıracaktı:

Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz, bizim ideallerimizi asla. Bu ideallerimiz yakın gelecekte gerçekleşecek ve bütün dünya bunu görecek. İdeallerimiz sosyalizmdir.[11]

15 Haziran’da katledilen 20 devrimci militan, Osmanlı sosyalizminin ilk şehitleri olacaktı. Bugün mücadeleleri milliyetçi Türk solu tarafından görmezden gelinen ve dünya genelinde ancak mevcut Ermeni milliyetçi yapıları tarafından bilinen ve sahiplenilen bu militanlar, son nefeslerinde sosyalist bir gelecek umudunu haykırmışlardı. Bu yüzden onların anısı hâlâ uluslararası proletaryaya aittir ve hep öyle kalacaktır. Öte yandan 1915’te özellikle Ermenilere karşı soykırım etkinliklerinin nüksetmesi ve 20 militanın Osmanlı Devleti tarafından katledilmesi, Hınçak Partisi içerisindeki dengeleri de değiştirecekti. Programının barındırdığı sosyalizm ideali ve Ermeni ulusal kurtuluşu fikrinin çelişkisi etrafında tarihi boyunca bir o yana bir öbür yana sallanmış ve sonuçta bu yüzden merkezci bir yapıya dönüşmüş olan Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’ne yeni koşullar bir karar anı dayatmıştı. 1914’te, parti içinde genel olarak savaşa karşı duranlar ve temel derdi Osmanlı Devleti ile olanlar arasında büyük bir husumet gerektirecek bir durum yoktu. Ancak Ermenilere uygulanan katliamların artması aralarındaki ayrımı giderek keskinleştirdi. Artık temel derdi Osmanlı Devleti ile olanlar Taşnaklar gibi Rusya yanlısı Ermeni Gönüllü Birlikleri’ne katılmayı savunmaya başlamışlardı. Gerçekleşmekte olan olaylar ve bu olaylar karşısında işçi sınıfının tepkisizliği parti içerisinde ibreyi bu görüşten yana döndürdü. Kısa bir süre içerisinde parti içerisinde Rusya’yı destekleme karşıtı olanlar hain ilan edilmeye başlanacaktı. Rus yanlılarının başını çekenlerden Stepan Sabah-Gulyan şöyle yazıyordu:

Ermeni gönüllü teşkilatı hakkındaki girişimlerimizi takdir edip yaygınlaştıracakları, gelişme ortamını hazırlayacakları ve çalışmaları hızlandıracakları yerde, şimdi bazı taraflar tenkide gelmez, çocukça görüşlerle bu teşkilatın kapatılmasını, buna artık son verilmesini tavsiye ediyorlar. Hayır! Bu bir cinayettir. Ermeni gönüllü teşkilatını durdurmayacağız, buna son vermeyeceğiz, hayır, tam aksine sonuna kadar şiddetlendirip arttıracağız. Her tarafta biz öncü olarak en önde bulunacağız. Sonuna kadar, düşmanın kahrolmasına, imha edilmesine değin, pazılarımızla, göğüslerimizle, Rus Kazaklarının yanında yer alacağız (…) Gönüllüler meselesi hakkında eleştirilerde bulunan hain diller sussunlar, fesat eller ortalığı karıştırmasınlar! (…) Bugün en birinci düşmanımız Türklerdir. Gizli veya açık olarak gönüllü teşkilatı aleyhinde bulunanlar, bu kuvveti sınırlamaya çalışanlar iç düşman sayılırlar.[12]

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi böylelikle İkinci Enternasyonal’in savaşı destekleyerek işçi sınıfına ve enternasyonalist ilkelere ihanet eden partilerinden biri olacaktı. Sabah-Gulyan’ın sözünü ettiği iç düşmanlar, şüphesiz, parti içerisinde bulunan ve savaş karşıtı söylemin başını çeken devrimci sosyalist örgütün mensuplarıydı. Öte yandan savaş ve soykırım ilerledikçe içerisinde muhalefet yapılabilecek bir siyasi yapı olarak bir Hınçak Partisi de pek kalmayacaktı. Savaşa eklemlenmeyi seçmiş bir örgütlenme içinde muhalefet yapmak çok da mümkün değildi. Savaşa eklemlenmeyen Hınçaklarsa illegal bir siyasi faaliyet gösterebilecek bir örgütlenmeden bu yüzden mahrum kalmış ve pasifizme mahkûm edilmişti. Dahası böylesi bir muhalefeti yürütebilecek kimse de kalmayacaktı. Önde gelen Ermeni enternasyonalistlerinden şair Ruben Sevak 24 Nisan 1915’ta tutuklananlar arasındaydı ve Ağustos ayında katledilecekti. Arkomedes takma adıyla bilinen Kevork Haraçyan ise Kafkasya’ya geri dönecekti. Öte yandan Ermeni devrimci sosyalistleri arasında ölümü hareket için en büyük etkiyi yaratacak olan, Yesalem takma adlı Karekin Kozikyan’dı. Kozikyan 1915’te öğretmenlik yapmak için gittiği Trabzon’da katillerin eline geçmemek için eşiyle birlikte dereye atlayarak can vermişti. İstanbul’daki matbaacı grevlerinin başını çekenlerden bir militan işçi ve enternasyonalizme sıkı sıkıya bağlı bir devrimci sosyalist olan Kozikyan’ın bu trajik ölümü yalnızca Ermeni sosyalist hareketi için değil, bütün Osmanlı işçi sınıfı için acı bir kayıp olacaktı.[13]

Koşullardan muzdarip olan yalnızca Ermeni sosyalistleri değildi. Savaş uluslararası bir niteliğe sahip olan devrimci sosyalist teşkilatı da yok etti. Devrimci sosyalist grubun ve onun etkisindeki Sendikalar Birliği’nin büroları kapatıldı. Devrimci sosyalistlerin etkisi altında olan gayri Müslimlerden birçoğu çareyi kaçmakta buldu; kaçamayıp askere alınanlar ise korkunç koşullar altında yaşamaya mahkûm edildiler ve pek çoğu yaşamını kaybetti. Grubun etkisi altındaki Müslüman işçiler de askere alınmış ve askere alınanların büyük bir bölümü evlerine geri dönememişti.[14] Savaş ve soykırım felaketi, Osmanlı sosyalizminin de felaketi olmuştu. Buna rağmen devrimci sosyalistler güçlerine göre etkileri sınırlı olsa da sonuna kadar enternasyonalist ilkeleri savundular ve emperyalist savaşa karşı savaştılar.[15] Savaş bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda ne bir işçi örgütü ne de etkin bir devrimci yapı mevcuttu. Öte yandan, hiçbir şeyin tarihin gidişatına dokunmadan silinip gitmeyeceği kısa bir süre içinde bir kez daha ortaya çıkacaktı. Ne Osmanlı İmparatorluğu kalmıştı, ne Sendikalar Birliği ne İstanbul Sosyalist Merkezi ne de Türkiye Sosyalist Fırkası… Kozikyan ve Sivaçev ölmüşlerdi, Glavinov Sofya’da, Haraçyan Kafkasya’da, Papadopoulos ise Yunanistan’da yaşıyorlardı artık, Vezesthenis ise çareyi Amerika’ya kaçmakta bulmuştu. Öte yandan bu sayıca az ama ilkeli ve kararlı militanların yaktıkları kıvılcım, İstanbul burjuvazisini yakacak bir yangına dönüşmüş olmasa da ciddi bir şekilde yayılmıştı. Enternasyonalist sosyalizmi benimseyen işçilerden büyük bir kısmi savaştan dolayı ölmüş, başka ülkelere gitmiş veya en azından mücadeleden kopmuş olabilirlerdi ama o ateşin hala yanmakta olduğu da çok geçmeden ortaya çıkacaktı. Türkiye’nin ve İstanbul’un ilk komünistleri bu ateşin geleneğinden gelenler olacaktı.


[1] Enternasyonal Komünist Akım. “The Italian Communist Left”. 1992. p. 15

[2] Haupt, George ve Paul Dumont. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler”. Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 142

[3] Dumont, Paul. “Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu”. “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik” Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 106-107

[4] Haupt, George ve Paul Dumont. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler”. Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 175

[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Socialist_Workers%27_Federation

[6] Ginzberg, Roland. “Beynelmilel İşçiler İttihadı A”. “Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu’nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 46

[7] Ginzberg, Roland. “Beynelmilel İşçiler İttihadı A”. “Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu’nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 46

[8]Haupt, George ve Paul Dumont. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler”. Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 191-192

[9] Osmanlı devletinin soykırım politikalarının detaylarına burada girecek fırsatımız maalesef mevcut değildir. Öte yandan Türkçe kaynaklardan Ermeni ve Rumlara yapılmış olanlar hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlarımıza Taner Akçam’ın “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar” ve Pervin Erbil’in “Anadolu’ya Ağlıyordu Niobe Tüm Yönleriyle Rum Tehciri Ve Tehcirin Tarihsel Kaynakları” isimli kitapları tavsiye edebiliriz.

[10] “Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri”. Haz. Mehmet Kaynar. Der Yayınevi. İstanbul. 2001. s. 206-207

[11]Çetinoğlu, Sait. “Türkiye ‘Sol’ Hareketlerinde Milliyetçi Virüs 2”. https://www.norzartonk.org/?p=3406

[12]Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri”. Haz. Mehmet Kaynar. Der Yayınevi. İstanbul. 2001. s. 214

[13] Çetinoğlu, Sait. “Türkiye ‘Sol’ Hareketlerinde Milliyetçi Virüs 1” ve . “Türkiye ‘Sol’ Hareketlerinde Milliyetçi Virüs 2”. https://www.norzartonk.org/?p=3401 ve https://www.norzartonk.org/?p=3406

[14]Ginzberg, Roland. “Beynelmilel İşçiler İttihadı A”. “Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu’nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 46

[15]Dimitrov, Georgi. “The European War and the Labour Movement in the Balkans”. The Communist International. 1924, No. 5 (Yeni Seri), https://www.marxists.org/reference/archive/dimitrov/works/1924/x01.htm

Kaynak: https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/osmanli-imparatorlugu-nda-sosyalizm-ve-isci-hareketi-6

“Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi” serisinde yer alan yazılar:


Yorumlar

“Savaşlar ve Soykırımlar: Osmanlı Sosyalizminin Ateşle İmtihanı” için bir yanıt

  1. […] Savaşlar ve Soykırımlar: Osmanlı Sosyalizminin Ateşle İmtihanı […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir