Loren Goldner’ın ayrıntılı olarak kaleme aldığı bu çalışmada, Rus Devrimi sırasında Türkiye’deki resmi komünist hareketin ve komünist solun tarihi anlatılmaktadır.[1]
Hiva’daki, İran’daki, Buhara’daki ve Afganistan’daki durumla ilgili tüm bilgiler, bu ülkelerdeki bir Sovyet devriminin şu anda bize büyük zorluklar çıkaracağı gerçeğini doğrulamaktadır… Batı’daki durum istikrara kavuşana ve endüstrilerimiz ve ulaşım sistemlerimiz gelişene kadar, doğudaki bir Sovyet yayılması Batı’daki bir savaştan daha az tehlikeli olmayabilir… Doğudaki potansiyel bir Sovyet devrimi bugün esas olarak İngiltere ile diplomatik ilişkilerde önemli bir unsur olarak bizim avantajımızadır. Buradan şu sonuca varıyorum: 1) Doğuda kendimizi siyasi ve eğitim çalışmalarına adamalıyız… ve aynı zamanda askeri desteğimizi gerektirecek ya da gerektirebilecek eylemlerde mümkün olan her türlü ihtiyatı salık vermeliyiz; 2) Doğu konusunda İngiltere ile bir anlaşmaya varmak için elimizdeki tüm olası kanalları kullanmaya devam etmeliyiz.
Lev Troçki: Lenin, Zinovyev ve diğerlerine gizli not Haziran 1920 [2]
Önsöz Notu
Aşağıdaki makale, yaklaşık 2001 yılında Troçkist bir gruba gönderilen ve Sovyetler Birliği’nin Mart 1921’de Kemalist Türkiye ile imzaladığı ticari anlaşmayı sorgulayan bir “Editöre Mektup” ile ortaya çıkmıştır; bu anlaşma, 15 önde gelen Türk Komünistinin Türkiye kıyılarında öldürülmesinden sadece iki ay sonra imzalanmıştır. Bu cinayetlerin emrini verenler ve işleyenler hiçbir zaman tespit edilemedi ve çok sayıda teorinin temelini oluşturdu, ancak her durum Kemalist hareketin en üst kademelerindeki bazı kişi ya da kişileri işaret ediyor. Beni ilgilendiren elbette bir cinayet gizemi değil, Sovyetler Birliği’nin Sovyet yanlısı komünist militanları açıkça öldüren ve hapse atan bir hükümetle ittifaka girmesi ve bu konuda çok az şey söylemesi ya da hiçbir şey yapmamasıydı. Bu dinamik, Nasır’ın Mısır’ı ya da diğer “ilerici” Üçüncü Dünya rejimleri örneğinde olduğu gibi, 1945 sonrası dünya tarihini bilen herkes için elbette tanıdık bir dinamikti, ancak Rus Devrimi’nden sadece dört yıl sonra, yani ben de dahil olmak üzere hemen herkesin Sovyet ulusal çıkarlarının “proleter enternasyonalizmi” üzerindeki hakimiyetinin ancak 1924’te Stalin’in ve “tek ülkede sosyalizmin” zaferi ile tam olarak ortaya çıktığını düşündüğü bir dönemde aynı model söz konusuydu.
Birkaç yıl sonra bir Türk yoldaşımla bir e-posta yazışması başlattım ve bu yazışmada 1921 olayını ve bunun Türk solunun tarihsel kendi-bilincinde hâlâ ne ölçüde yer aldığını sordum. Zaman içinde ilk soruma ve daha fazlasına yanıt veren dikkate değer bir broşür aldım. Çünkü Ocak 1921 cinayetleri ve Mart 1921 anlaşmasının, Sovyet-Türk ilişkilerinin çok daha uzun ve karmaşık iniş çıkışları ve bu değişimler sırasında Türk komünistlerinin yakından bağlantılı kaderi sürecinde yalnızca tek ve çok dramatik bir bölüm olduğu ortaya çıktı.
Söz konusu broşürü ilk okumamdan kısa bir süre sonra, Türkiye’deki muhatabımın ait olduğu grup, International Communist Current’a katıldı. Elbette benim grubum değiller, ama 2009 sonbaharında Türkiye’de kaldığım iki hafta boyunca aynı kişiler beni tamamen yoldaşça bir misafirperverlikle karşıladılar ve saatlerce, çeşitli vesilelerle, ortak noktalarımızı ve farklılıklarımızı tartıştık.
İstanbul’daki son günümde, karanlık bir ara sokaktaki küçük bir kitapçıyı tesadüfen keşfetmem beni bu makalenin onsuz yazılamayacağı ikinci kaynağa götürdü: Paul Dumont’un Du socialisme ottoman a l’internationalisme anatolien (1997) adlı 500 sayfalık ayrıntılı Türk komünizm tarihi (genel olarak, siyasi yargılar bir yana) daha aşina olduğum belli başlı Batı ülkeleri için sahip olmak isteyeceğim bir niteliğe sahip. Bu kitaptan 140 küsur dipnotta belki 70 kez alıntı yapmış olmanın utancından kaçınmak için, İstanbul’daki bir yayınevinden çıkan Fransızca bir kitabın içeriğinin, çoğu insanın (ben de dâhil) hakkında çok az şey bildiği ya da hiç bilmediği bir ülkedeki komünist hareket hakkında böylesine malzeme içermesinin daha iyi bilinmeyi hak ettiğini söylemek isterim.
Bu kişisel anlatımla, okuyucudan, belki de aşırı ayrıntılara girerek bu siyasi tarihi aydınlatmaya çalıştığım için hoşgörü dileyerek başlıyorum. Zaman zaman kendimi, ikinci el bir kitapçıda kaybolmuş bir uygarlığın ansiklopedisinin “G-H” cildini keşfeden ve hayatının geri kalanını diğer ciltleri bulmaya çalışarak geçiren Borges karakteri gibi hissettim. Bu karşılaşmadan önce Türk tarihi hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum ve hâlâ da çok az şey biliyorum. Ama bu kadar uğraştım çünkü eğer bu Türk yoldaşların anlattığı hikaye doğruysa, bugün olduğu gibi enternasyonal devrimci hareket için teorik bir bomba anlamına geliyor.
Kırk küsur sayfalık metne ek olarak, on dört sayfalık dipnotlar ve on üç sayfalık bir “Temel Kronoloji” var. Sonuncusunu, başlangıçta kendi yararım için, nispeten kısa bir zaman aralığına sıkıştırılmış tanıdık olmayan isimler, yerler ve olayların bulanıklığını gidermek için oluşturdum; metni yazarken yaşadığım kafa karışıklığını okurken de yaşayabilecek okuyucu için bunu da iliştiriyorum.
New York City
Kasım 2009
Giriş
1960’ların ve 1970’lerin başındaki “anti-emperyalist” ideoloji 1970’lerin sonlarına doğru ağır bir şekilde yok oldu. Londra, Paris, Berlin ve New York’ta “Ho- Ho- Ho Chi Minh” için amigoluk yapan Batılı solcular, Vietnam Kamboçya’yı, Çin Vietnam’ı işgal ederken ve Sovyetler Birliği Çin’i tehdit ederken sessizliğe gömülmüştü. Çin, yeni Soğuk Savaş’ta Sovyetlere karşı ABD ile ittifak kurdu ve Cezayir’de ve daha sonra Etiyopya, Angola, Mozambik ve Gine-Bissau’da iktidarı ele geçiren diğer “ulusal kurtuluş hareketleri” hayal kırıklığına uğradı.
Bugün, Venezuela’nın Chavez’i ve onun Latin Amerikalı müttefikleri (Küba, Nikaragua, Ekvator, Bolivya), aşağı yukarı (Stalinist Küba hariç) klasik burjuva-milliyetçi rejimler tarafından yönetilen belirsiz bir “anti-emperyalizm” havası geri dönmektedir. Ancak Chavez de, en azından sözlü olarak ve çoğu zaman pratikte, Ayetullahların İran’ı, Hizbullah ve Hamas’ın yanı sıra artık kimsenin “sosyalist” demeye cesaret edemediği yeni ortaya çıkan Çin ile müttefiktir. İngiliz SWP’si İngiltere’deki yerel seçimlerde İslami köktendincilerle ittifak yapmakta ve kitlesel gösterilere katılarak (İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında, 2007 yazında) “Hepimiz Hizbullah’ız” sloganları atmaktadır. Her nasılsa, tüzüğü Siyon Liderlerinin Protokolleri’nin[3] doğruluğunu onaylayan Hizbullah şimdi “sol”un bir parçası; ne zaman “Hepimiz Taliban’ız” olacak? Harbiden, neden olmasın ki?
Böyle bir iklim bizi, hem “ileri” hem de “az gelişmiş” ülkelerde işçi sınıfı karşıtı olan, ne kadar gerici olursa olsun Batılı bir güce silah doğrultan her gücün “ilerici” ve “eleştirel” ya da “askeri” desteğe ya da daha az incelikli olanları için sadece “desteğe” layık hale geldiği böylesine son derece gerici bir ideolojinin tarihine geri dönmeye zorlamaktadır.[4]
1921: Sovyet Ulus-Devleti Proleter Enternasyonalizmine Üstün Geliyor
Bu işçi sınıfı karşıtlığının kökenlerini, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Almanya ve Rusya’dan hareket ederek düzinelerce ülkeyi etkileyen 1917-1921 dünya ensüreksiyoner [ayaklanma] dalgasının yenilgisinde buluyoruz. Ve bu yenilgiyi, (Sovyetler Birliği’nde) Kronstadt isyanının bastırılması, Anglo-Sovyet ticaret anlaşması, “Yeni Ekonomi Politikası‘nın (NEP) uygulanması ve yurtdışında, önde gelen Bolşeviklerin çoğunun başlangıçtaki uluslararası stratejilerinin dayandığı Batı’da proleter devrim umudunu yakın gelecek için kaybetmelerinden neredeyse bir yıl sonra, Alman “Mart Eylemi”nin yenilgisiyle vurgulanan Mart 1921’den itibaren tarihlendirebiliriz.
Aynı konjonktürde Sovyetler Birliği’nin Türkiye, İran ve Afganistan’da yeni kurulan otoriter kalkınma rejimleriyle Şubat-Mart 1921’de imzaladığı dostluk ve ticaret anlaşmaları daha az bilinmektedir; bu anlaşmalarda söz konusu rejimlerin kendi komünist ya da sol muhalefetlerini bastırması, hapsetmesi ya da katletmesi, I. Dünya Savaşı sonrası enternasyonal ulus-devletler düzeninde Sovyet ulusal çıkarları için bir kenara itilmiştir.[5] İran’daki Rıza Han[6] (Pehlevi rejiminin kurucusu) ve Afganistan’daki Emir Amanullah (1919-1929)[7] rejimlerinin özlemleri ve programları, 1921’de İngiliz emperyalizminin desteklediği Yunanistan’a karşı ilk “ulusal kurtuluş savaşı”nı veren Türkiye’nin yeni milliyetçi hükümeti Kemal Paşa[8](Atatürk) tarafından örnek alındı. Böylece, “anti-emperyalist” ideolojinin ilk olarak anti-KAPİTALİST bir işçi ve köylü hareketinin ezilmesinin üzerini örttüğü ve yeni kurulan Komünist Parti’nin sol kanadının Üçüncü Enternasyonal’in Atatürk’e askeri destek talebini reddederek savaş zamanında gerçek proleter enternasyonalizmine bağlı kaldığı, tartışmasız ilk “kalkınma rejimi”nin (Batı’da) az bilinen hikayesiyle başlıyoruz.[9]
I. İmparatorluktan Ulus-Devlete
Modern Türkiye’nin 1921’den önceki on yılda, asırlık Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle ortaya çıkışı, doğuda Çin’in kuzeybatısındaki Sinkiang eyaletinden[10] batıda Cezayir’e, kuzeyde Balkanlar’dan güneyde Yemen’e uzanan öncülleri ve artçı sarsıntıları olan jeopolitik bir hikayedir.[11] Osmanlılar 16. yüzyıldaki zirve noktalarından 20. yüzyılın başlarındaki çöküşlerine kadar Avrupa’nın güç dengesinde büyük bir yer edinmiş, nihayet I. Dünya Savaşı’nın sonunda diğer üç imparatorlukla (Hohenzollernler, Habsburglar ve Romanovlar) birlikte birkaç yıl içinde ortadan kalkarak, birçoğu hala aramızda olan düzinelerce yeni ulusun ve yeni, kanlı milliyetçiliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu coğrafya bir asır boyunca İngiltere ve Rusya arasındaki “büyük oyunun” arenasıydı, şimdi ise Rusya ve Çin sınırları boyunca ABD dış politikasının çağdaş “büyük oyunu” tarafından devralındı. Türkiye ve genişletilmiş “Türk bölgesi”, Avrasya’nın modern tarihinin çoğunun üzerinde döndüğü bir “tektonik plaka”dır.
Milliyetçi bilincin, özellikle burjuva devriminin bir parçası olarak ilk ortaya çıktığı Kuzey Atlantik dünyasının (İngiltere, Fransa, Hollanda, ABD) dışında, 200 yıldan biraz daha eski, belirgin bir şekilde modern bir olgu olduğu çok çabuk unutuluyor ya da bazen hiç kavranmıyor. Modern öncesi krallıklar ve imparatorluklar hanedandı ve hanedan evlilikleri aristokratları Avrupa saraylarında kayıtsızca dolaştırıyordu. Burjuva milliyetçiliği, özellikle Fransız Devrimi’yle birlikte, bu kıtalararası hanedan elitine karşı “ulus”u öne sürerek eski, genellikle bölgelerüstü yapıların yerini aldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 11. yüzyılda Orta Asya’dan çıkan ve sonrasında Hıristiyan Bizans İmparatorluğu’nu deviren etnik Türk gruplarının torunlarının egemen olduğu açık olsa da, “Türk” ulusal bilinci 1870’lerden önce neredeyse hiç mevcut değildi.[12] Hakkında başka ne söylenebilirse söylensin, Osmanlı İmparatorluğu gerçekten çok uluslu bir yapıya sahipti; Yahudilerin, Ermenilerin, Macarların, Arapların, Slavların, Rumların, Arnavutların, Kürtlerin, Çerkezlerin ve daha küçük grupların ikinci sınıf vatandaş olarak egemen olan Türklerle bir arada yaşadığı, ancak vergilerini ödediklerinde ve devlete karşı diğer yükümlülüklerini yerine getirdiklerinde bazı önemli yerel özerkliklere sahip oldukları bir dünya. Bu çok ulusluluk hiçbir yerde (1912’de Yunanistan tarafından Osmanlı’dan ilhak edilen) Selanik[13] kadar belirgin ve başarılı olmadı; burada bu gruplar (1910’da büyük ölçüde sosyalist olan Yahudi işçi sınıfı çoğunluğuyla) ve özellikle de Avrupa’ya yönelen Ermeniler ve Yahudiler, imparatorluğun geneline modern ekonomik uygulamaların ve ideolojilerin önemli bir kısmını tanıttılar. (Selanik’in modern Türk ulus devletinin kurucusu Kemal Paşa’nın şehri olması belki de tesadüf değildir).
Karl Marx ve Friedrich Engels, 1840’lardaki işbirliklerinin başlangıcından itibaren güneydoğu Avrupa’nın jeopolitiğini ve dolayısıyla Osmanlı’yı takip ettiler. Otuz yılı aşkın bir süre boyunca, Çarlık Rusya’sının (1815’te Napolyon Savaşları’nın sonunda kıtasal bir projeksiyon elde etmişti) Avrupa’daki herhangi bir demokratik, hatta sosyalist devrimi ezeceği ve (anarşist rakipleri Bakunin tarafından da savunulan) pan-Slavizm ideolojisinin (Polonyalılar hariç) Slavların çoğunu Rus akıntısına kaptıracağı inancına dayanan derin bir Rus düşmanlığına kapıldılar. Zaman zaman böyle bir devrimin Çarlık Rusya’sına karşı bir savaş yoluyla kendini sağlamlaştırması gerektiğini savundular. Rus, Prusya ve Avusturya monarklarından oluşan Kutsal İttifak, 1815’ten 1848’e kadar kıtasal gerici “güç dengesinin” temelini oluşturdu ve neredeyse her Avrupa hükümetinin Çar’ı yatıştırmaya niyetli bir “Rus fraksiyonu”[14] vardı. Rus orduları aslında 1831, 1846 ve 1863 Polonya ayaklanmalarını ve Avusturya-Macaristan’daki 1848 devrimini bastırdı.
Rus gericiliğine yönelik bu anlaşılabilir (sınırlar dahilinde) kaygı, Marx ve Engels’in gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu Rus yayılmasına karşı bir siper olarak görmelerine ve 1848’den sonra imparatorluğun Balkan topraklarındaki Osmanlı karşıtı birçok isyan ve devrime, bu siperi zayıflattıkları için genellikle kuşkuyla bakmalarına yol açtı. Dahası, bu durum onları, Slavların çoğu söz konusu olduğunda (yine Polonyalılar hariç) Alman milliyetçiliğine varan bir Slav düşmanlığına sürüklemiş, Alman etki ve uygarlık alanıyla bütünleşmekte yarar gören bu “tarihsiz halkların”[15] devrimci potansiyelini küçümsemelerine yol açmıştır. Böyle bir kaygı ancak 1870’lerde Rus Narodniklerinin ortaya çıkması, Marx’ın Kapital’inin erken bir dönemde Rusça’ya çevrilmesi[16] ve Rus entelijansiyası üzerindeki etkisi Marx’ı Slav dünyası hakkındaki görüşlerini gözden geçirmeye zorladığında, özellikle de Rus köylü komününü keşfettikten sonra sona erdi.[17] (Yine de Marx ve Engels’in Slav dünyası hakkındaki şüpheli yazıları Avrupa sosyalist hareketinde, örneğin I. Dünya Savaşı’nda Çarlık tehdidine karşı Alman sosyal yurtseverliği için bir soyağacı sağladı).
“Avrupa’nın hasta adamı” olan devasa Osmanlı İmparatorluğu, 1922’de nihai olarak dağılmadan önce neredeyse 200 yıl boyunca Balkanlar, Yakın Doğu ve Kuzey Afrika’daki Batılı emperyalist nüfuzun ana odağı oldu. İngiltere, Fransa, Habsburg Avusturyası, Çarlık Rusyası ve daha sonra Bismarck Almanyası, Osmanlı’nın gerilemesinden faydalanmak için sıraya girme – “akbabaların ziyafeti”- yarışına giriştiler. Her ne kadar bu gerileme 16. yüzyılın sonlarına dayansa da, Napolyon’un 1798’deki Mısır seferi Osmanlı (ve daha genel olarak Müslüman)[18] dünyasını Avrupa’nın dünya hegemonyasının yarattığı yeni tehlikelere karşı uyandıran en önemli olay oldu. Napolyon’un 1815’teki nihai yenilgisinden sonra, özellikle Balkan krizleri bu emperyal avantaj mücadelesinin odak noktası olmuştu. Öne çıkan olaylardan bazıları ise şunlardı
Sırp Ulusal Ayaklanmaları (1804, 1815);
Yunan Bağımsızlık Savaşı (1821-1830);
Sırp Özerkliği (1839);
İngiltere, Fransa ve Osmanlıları Rusya ile karşı karşıya getiren Kırım Savaşı (1853-1856);
Büyük Doğu Krizi (Bosna, Bulgar Ayaklanmaları), Sırp-Türk Savaşı (1875-1878);
1877-78 Rus-Türk Savaşı; Bosna’nın Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı;
Bismarck tarafından devam eden Balkan krizini karara bağlamak (ve Rusya’nın en son toprak kazanımlarını elinden almak) için çağrılan 1878 Berlin Konferansı;[19]
1880’lerin başındaki Bulgar krizi, Sırp-Bulgar Savaşı (1885);
1915’teki Ermeni soykırımının habercisi olan 1896 ve 1908 Ermeni katliamları;
1897’deki Türk-Yunan Savaşı;
İtalya’nın Libya’yı ilhakını takip eden 1911-12 savaşı;
1912-1913 yıllarındaki iki genel Balkan Savaşı
Bu uzun süren ölümcül hastalığın bazı semptomları art arda böyle patlak verdi. Bu süreç, Avusturya arşidükünün Haziran 1914’te Bosna’da öldürülmesiyle doruğa ulaştı ve I. Dünya Savaşı’nı başlattı (Balkanlar’da I. Dünya Savaşı, daha önceki iki savaşın genelleştirilmiş bir uzantısından biraz daha fazlası olarak ortaya çıktı).[20] Bu Balkan isyanları, devlet kurma ve Osmanlı baskısı, 19. yüzyıl boyunca İngiltere ve Fransa’da iç siyasi krizlere yol açtı.[21] Güneydoğu Avrupa’nın bu nispeten küçük köşesinde İslam, Katoliklik ve Doğu Ortodoksluğu’nun jeopolitik yakınlaşması, bu halklar ve devletler girdabına alışılmadık derecede keskin bir enternasyonal boyut kazandırmıştı. Osmanlı sosyal örgütlenmesinin bölgeler üstü karakteri, farklı etnisiteleri çılgın bir bulamaç halinde dağıtmıştır. Lenin’in Çarlık Rusya’sı olarak adlandırdığı “ulusların hapishanesi” gibi, Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Hohenzollern hanedanlığının 1918’de çöküşü, Orta Doğu yoluyla Orta Avrupa’dan Rusya’nın doğu uçlarına ve Çin’in kuzeybatısına kadar “ulusal kimliğin” istikrarsız ve çoğu zaman yapay karakterinin altını çizerek, genellikle istikrarsız küçük yeni uluslara yol açtı.
“Doğu sorunu” (Osmanlı’nın bu uzun, yavaş çöküşü ve Batı’nın ganimetler üzerindeki rekabeti bu isimle adlandırılıyordu) aynı zamanda Kamçatka’ya kadar uzanan Rusya sınırları boyunca İngiliz-Rus “Büyük Oyunu” ile de örtüşüyordu. Asya’daki İngiliz dış politikası, Rusya’nın Afganistan üzerinden ödüllü kolonisi Hindistan’ı işgal etmesinden duyulan derin korku üzerine inşa edilmiş ve bu ülkeyi, İran ile birlikte, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yoğun bir İngiliz-Rus rekabetinin nesnesi haline getirmişti. Himalayalar yakınlarındaki uzak ve az bilinen sınır bölgelerinde küçük İngiliz ve Rus güçleri arasında birkaç kez yaşanan askeri çatışmalar uluslararası krizlere ve savaş korkularına neden oldu.[22] Süveyş Kanalı’nın Doğu Akdeniz’deki herhangi bir düşman deniz gücüne karşı korunması, petrolün ek olarak ortaya çıkan merkeziliğinden önce, Rus Devrimi’nden sonra Orta Asya’daki Sovyet karşıtı güçlerin İngilizlerce desteklenmesi gibi (kısmen) sonuçta aynı kaygıya dayanıyordu.[23] Rusya’nın batıya doğru genişlemesi Avrupa’da (nispeten) kontrol altına alınırken, Çarlığın 18. ve 19. yüzyıllarda Orta Asya’da doğuya doğru genişlemesi (Buhara ve diğer eski hanlıkların fethi) İngiltere tarafından aynı tedirginlikle izlendi. Dolayısıyla, birçok küçük ulusun ya da ulus adayının kendi içlerinde çok az öneme sahip olan iç politikaları, Avrasya’nın en büyük jeopolitik meseleleriyle iç içe geçmişti.
II. Halkbilimi Çalışmalarından Otoriter Kalkınma Devletine
Osmanlı yönetiminin çürümesinden milliyetçi tikelleşmelerin ortaya çıkışı birkaç on yıl içinde gerçekleşmiştir. Kendilerinin çok az farkında olan, bazen buna karşılık gelen toprak yoğunluğu çok az olan ya da hiç olmayan ve bu tür diğer gruplarla (mutlu ya da değil) birlikte yaşamış olan etnik gruplar, bu süreç tarafından etnik temelli ve bölgesel uluslar yaratmak için yarışan rakip milliyetlere dönüştürüldü. Ve ne yazık ki, bu bilince ve bu milliyetçi gündeme kapitalizmin dünya tarihinde “çok geç”, yani Batı Avrupa kökenlilerin yaptığı gibi yaşayabilir uluslar oluşturmak için çok gecikmiş olarak ulaştılar.[24]
Modern milliyetçilik Türk dünyasına[25] Rusya ve Rusya’nın güney sınırları boyunca dağılmış Türk nüfusları aracılığıyla geldi. Almanya 19. yüzyılın başlarında, Napolyon Savaşları sırasında Fransız milliyetçiliğinin evrensel iddialarına karşı çıkan Herder’in çalışmalarında ilk “romantik popülist” milliyetçiliği geliştirmişti.[26] Bu milliyetçilik, Fransa’nın Aydınlanma versiyonunun ve medenileştirme misyonunun aksine, soyut evrenselciliğe karşı dilin, halkbiliminin [folklor] ve mitin biricikliğini vurguluyordu. Herder hâlâ 18. yüzyıl kozmopolitizmine dayanıyordu ve Alman romantik popülizmini Avrupalı bir çerçeveye oturtuyordu, ancak Fichte’nin Alman Ulusuna Konuşmalar’ından (1813) itibaren onu takip edenler bu kadar dikkatli değildi. Bu Alman romantik popülizmi İskandinavya’da ve Slav dünyasında benzerlerini doğurdu ve Pan-Slavizm olarak kendini gösterdi. Rus Slavofilizminin iddialarına karşı, 1870’lerden itibaren Çarlık imparatorluğunun güney çevresindeki Türk nüfuslarında, Orta Asya’daki Ural-Türk ulusuna (“Turan”) efsanesine kulak kabartan ve ölmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine geçecek yeniden canlandırılmış bir pan-Türk ulusunun hayalini kuran bir pan-Türk veya pan-Turan ideolojisi ortaya çıktı.[27] Bu “pan-Turanizm”, hatta bazı verimli hayallerde, Türk halklarının İslam’ı kabul etmeden önceki şamanik kozmolojisinin[28] yeniden inşasına girişmiş ve esas olarak küçük eğitimli orta sınıfları etkilemiş olsa da, yine de dünyada daha büyük gerçek gelişmelere yol açmıştır. Kemal Paşa (“Atatürk”, “Türklerin Babası”) ve yeni devletçi elit, pan-Osmanlıcılık ve pan-Turanizmi pragmatik bir şekilde reddetmiş,[29] ancak pan-Osmanlıcılık ve pan-Turanizmin gerçekçi olmayan düşünceler olduğu kanıtlandıktan sonra 1923’ten sonra küçülen Türk devleti için “Misak-ı Milli”nin yeni milliyetçi ideolojisini güçlü bir şekilde benimsemiştir.[30] Ölmekte olan Osmanlı devletini reforme etmeye yönelik Jön Türk girişiminin (1908-1918) ana figürlerinden biri ve daha sonra Atatürk’ün mağlup rakibi olan Enver Paşa, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Radek ve Lenin ile görüşerek onları büyük bir Türk ulusu hayalini desteklemeye çağırdı ve nihayetinde bunu kurmak için Sovyet devletine sırt çevirdi(bkz. aşağıda).[31]
Mütevazı Osmanlı reformu, on yıllar boyunca askeriyeye özgü bir meşguliyetten sonra, genelleştirilmiş bilginin uygulanabilir bir ekonomi ve dolayısıyla silahlı kuvvetler için bir anahtar olduğu bilinciyle eğitim sistemine odaklanmıştı.[32] Türkiye’deki ilk üniversite olan İstanbul Üniversitesi 1900 yılında açıldı. Yabancı sermaye 1885 gibi erken bir tarihte demiryolu atılımını finanse etmişti. Telgraf, gücü daha önce hiç olmadığı kadar merkezileştirdi ve hem kamu hizmetinin hem de ordunun merkezileştirici bir şekilde yeniden şekillendirilmesini mümkün kıldı. Osmanlı reformunun gerçek sosyal tabanı aslında eğitimli kamu hizmetiydi. Jön Türkler 1908’den sonra bu programı yoğunlaştırarak kanalizasyonlar inşa ettiler, polis ve itfaiye teşkilatlarını yeniden düzenlediler, toplu taşıma ve kamu hizmetleri kurdular. Eğitimi kadınlara da serbest bıraktılar. Pan-Türk ve Pan-Turanist fikirlerden bir dereceye kadar ilham alan bazı Jön Türkler, 1917’de Rusya’daki Şubat Devrimi’nden sonra, doğuda “büyük yeni bir kader” için yüksek umutlar beslediler.[33]
Pan-Turanizmin ilk temsilcisi, 1878’de ilk Türkçe gazete olan Tergüman’ı kuran Kırımlı bir Türk olan İsmail Gaspıralı’ydı (1841-1914). (Kırım, gelişmiş bir Kırım Tatar orta sınıfı ile Çarlık Rusya’sındaki kapitalist açıdan en gelişmiş Türk bölgesiydi ve Kazan, Türk Rusya’sının tartışmasız kültürel başkentiydi).[34] Bir başka Tatar entelektüel Sihabäddin Märcani (1818-1889) de, muhtemelen Türk dünyasındaki ilk modern bölgesel ulus ideolojisi olan bir “Tatar ulusu” fikrini dile getirmişti (Osmanlıların bölgeler üstü kurumlarının aksine). Märcani daha 1850’lerde Kazan’da Rus ve Avrupalı akademisyenlerle temas kurmuştu. Kitabı “Kazan Tatar bölgesel ulusu için iyi formüle edilmiş bir ideolojiydi”[35] ve 1890’lardaki ‘Genç Tatar’ hareketi Gaspıralı ile ‘Türk mü Tatar mı?’ konusu üzerine tartışmaya girdi, çünkü birçok Tatar, Herder’in bir ulusun temeli olarak ortak bir dil fikrini benimsemişti.
Gaspıralı’nın yayımladığı gazete ise, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilmezlik efsanesinden geriye kalanları da sonsuza dek ortadan kaldırmış olan yenilgisine bir yanıt niteliğindeydi. Gaspıralı’nın kayınbiraderi 1911 yılında İstanbul’da Türk Yurdu adlı bir dergi kurdu. Gaspıralı’nın Tercüman’ı kadınların özgürleşmesini ve Batı çizgisinde teknik eğitimi savunuyor, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki teknolojik ilerleme, Japonya’nın modernleşmesi, Balkan savaşları ve Batı’daki kadın hakları gibi konularda haberler yapıyordu. Muhafazakârlığı onu Çarlık Rusya’sıyla herhangi bir çatışmaya karşı çıkmaya itti ve sadece birkaç Türk aydını daha büyük bir “Türk ulusuna” mensup olmak için harekete geçti.[36]
Bununla birlikte, Türk milliyetçiliğinin en önemli kurucu teorisyeni, Pan-Slavizm’in Pan-Türk eşdeğerini[37] yaratmak için Herderyan ve geniş anlamda Alman romantik kültürel fikirlerini kullanan Ziya Gökalp (1875-1924) olmuştur. Gökalp de, kendisini takip eden pek çok kişi gibi, Türkçe’yi bol Farsça ve Arapça kelime hazinesinden arındırmak istemiştir. Kendisi bir siyasetçi olmamasına rağmen, iktidardaki Jön Türklerin programı haline gelen şeylerin çoğunu detaylandırmıştı.
Türk modernizminin ortaya çıkışında Fransız etkileri uzun süre baskın olmuştur. Çatırdayan Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda askeri güçlerini modernize etmeye çalışırken, Fransız subaylar ve Fransız askeri doktrinleri toptan ithal edildi. Sayıları artan eğitimli elitler, Fransızca konuşuyor ve Fransızca eğitim görüyordu. Alman etkisi ancak I. Dünya Savaşı’ndan önceki son on yıllarda, yine askeri danışmanlar ve Berlin-Bağdat demiryolu gibi ortak projeler aracılığıyla etkisini göstermeye başladı. Gökalp’in kendisi sadece Fransızca biliyordu, ancak Herder, Fichte, Hegel, Nietzsche, Toennies ve Treitschke’nin çalışmalarını tartışan Fransız sosyolog Emile Durkheim’ın (kendisi de Almanya’da yıllarca çalıştıktan sonra neo-Kantçı olmuştu) dergisi Année Sociologique aracılığıyla Alman fikirlerini özümsedi.[38] (Gelişmekte olan Türk milliyetçiliği için bir diğer kilit figür, 1860-1870 İtalyan ulusal birleşmesindeki rolü nedeniyle Mazzini’ydi.[39] Gökalp, Durkheim’ın “dayanışmacılığı”nı kapitalizm ve sosyalizmin ötesinde bir ’üçüncü yol” olarak görüyordu. Gökalp, Comte’un pozitivist sosyolojisinden, “Aziz Simon okulunun doğuştan gelen mistisizminin, demokratik ideali yeni bir bilimsel liderlik otokrasisi lehine kesinlikle yıktığını” öğrenmişti.[40] Bu, Atatürk döneminin otoriter devletçiliğinin ve 1930’ların başında bilimsel bir elitin rolünü teorileştiren eski komünistlerin Kadro[41] ideolojisinin habercisiydi.[42]
Gökalp 1896’da İstanbul’a geldi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde (1908-1918) siyasete hakim olacak olan ve aynı dönemin Brezilyalı teknokratlarınınki gibi adı bile pozitivist teknokratik (ve St-Simoncu) programını yansıtan Jön Türklerin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (İTC) hemen kabul edildi.[43] I. Dünya Savaşı’ndan sonra Gökalp, 1915 soykırımına yol açan Ermeni karşıtı ajitasyonun körüklenmesine yardım etmekle suçlandı, üstelik bu soykırımın varlığını da reddetti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, 1923’ten itibaren Kemalist rejimin propagandacısı olmuş, Durkheim’dan aldığı “toplum” önceliğinin yerine “ulus”u koymuş ve Türk kültürünü överken Alman sosyolojisinin (Toennies’ten) “kültür” ve “medeniyet” karşıtlığını kullanmıştı. Bolşevizmi “Kızıl Tehlike” olarak tanımlıyordu. Kemalist bir ideolog olarak Gökalp, Türk folklor, etnografya, arkeoloji ve kütüphane müzelerinin yanı sıra merkezi bir istatistik enstitüsü kurdu. Ölümünden sonra, diğer dilbilimsel saflık yanlıları Türkçedeki yabancı dilbilgisi ve sözdizimi unsurlarını, “bugün bir Türk genci Gökalp’in eserini tam olarak anlamak için bir sözlük kullanmak zorundadır”[44] noktasına kadar ortadan kaldırmışlardır. (Öte yandan Sovyet Rusya’da devlet, İstanbul’dan Rus İslam merkezlerine ithal edilen kitaplardaki Pan-Turanist çağrıları zayıflatmanın bir yolu olarak Azeriler, Kırım Türkleri, Türkmenler, Kinghiler, Özbekler ve Kıpçaklar arasındaki Türk entelektüelleri kendi konuşma dillerinden bir edebi dil inşa etmeye teşvik etmiştir. Osmanlı Turancıları için I. Dünya Savaşı “kuzey Türklerini” Çarlıktan kurtarmak için bir fırsat olmuştu).
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar uzanan Jön Türk dönemi, Osmanlı devleti ve toplumunda, 1923’ten sonraki Atatürk döneminin daha kapsamlı reformlarının habercisi olan bazı değişikliklere yol açtı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı basın ve siyasi örgütlenme özgürlüğü dönemini başlattı. Ziya Gökalp aktif siyasi iktidara sahip olmaktan kaçınsa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1918’e kadar yaptığı reformların çoğu onun önerilerinden doğmuştur. Dini kurumların 1909’daki muhafazakâr karşı saldırısının ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti, padişahın ve kabinenin gücünü ciddi ölçüde azaltan ve parlamentonun gücünü artıran anayasal reformları hayata geçirdi. Bürokrasi daraltıldı, vergi tahsilatı rasyonelleştirildi ve silahlı kuvvetler modernleştirildi. İstanbul’da toplu taşıma iyileştirildi. Ancak sonuçta İttihat ve Terakki reformları 1908 programının ya da modern bir kapitalist devletin gerekliliklerinin çok gerisinde kaldı. 1911’den itibaren Libya’daki yıkıcı savaş ve iki Balkan savaşı iç reformları bastırdı ve 1913’te, İkinci Balkan Savaşı’nın sonunda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki topraklarının %83’ünü ve nüfusunun %69’unu kaybetmişti. Savaş yine de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni “devlet meclislerinde neredeyse mutlak bir güce” ulaştırmıştı.[45] Bu gücü laikleşmeyi ve devlet aygıtının modernizasyonunu hızlandırmak için kullandılar. Vergi sistemi büyük ölçüde revize edildi. 1915-16’da mahkemeler, okullar ve dini vakıflar tamamen laikleştirildi. Savaşın baskıları altında, evlilik sözleşmesinin laikleştirilmesinde olduğu gibi kadın hakları genişletildi ve kadınlar için eğitim yaygınlaştırıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na Merkezi Güçler’in yanında girmesi, ki bu savaşın en güçlü savunucusu Enver Paşa’dır, daha önce İngiliz ve Fransızların gölgesinde kalan kurumlar üzerindeki Alman etkisini de ön plana çıkarmıştır. General Liman von Sanders daha savaştan önce Birinci Ordu’nun komutasını doğrudan devralmış, silahlı kuvvetlerin daha da modernleştirilmesi ve yeniden düzenlenmesinde birçok Alman subay danışman olarak görev yapmıştı. Deniz kuvvetlerinde yeniden yapılanma 1914’ten önce, İngilizlerin de katılımıyla, güçler arasındaki hassas dengeler nedeniyle gerçekleşmişti. Ağustos 1914’e kadar İngiltere, Fransa ve Almanya, Düyun-u Umumiye Komisyonu ve Osmanlı Bankası da dahil olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin işlerine doğrudan müdahil oldular; bu son ikisi İngiltere ve Fransa tarafından kontrol ediliyordu. Ancak Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki müttefikleri Eylül 1914’te ağır kapitülasyonların kaldırılmasını sağladılar[46] ve daha önce Batılı güçler tarafından kontrol edilen gümrük vergilerinin kontrolünü devraldılar. Alman General von Seeckt Osmanlı Genelkurmay Başkanı oldu ve diğer üst düzey Alman subaylar da Harbiye Nezareti’nde Harekât, İstihbarat, Demiryolları, İkmal, Mühimmat, Kömür ve İstihkâm daireleri de dâhil olmak üzere diğer kilit görevleri devraldı.[47] Alman stratejik kaygıları savaş sırasında Osmanlı askeri konuşlanmasına da yön verdi.
Ekim 1918’de Osmanlı’nın teslim olmasıyla birlikte Enver Paşa ve diğer üst düzey İttihat ve Terakki üyeleri Almanya’ya kaçmak zorunda kalmış ve Temmuz 1919’da gıyaben idama mahkum edilmişlerdi.
III. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye’de 1925’e Kadar Sosyalizm ve Komünizm
1908’deki Jön Türk[48] devrimine belli bir işçi sınıfı mayalanması eşlik etti. İstanbul, Selanik ve İzmir’de liman işçileri, tütün ve cam işçileri, toplu taşıma ve demiryolu işçileri arasında grevler patlak verdi. 1876’dan 1908’e kadar tersanelerde, tütün tekelinde ve demiryollarında önemli grevler olmuştu. Ancak, dönemin tarihçilerinden birine göre,[49] 1908 yılı civarında, sayıları belki de 200.000’i bulan gerçek bir işçi sınıfı ya da proleter nüfus, çok daha fazla sayıdaki gerilemekte olan zanaatkarın arasından çıkmaya devam ediyordu. Var olan emek örgütlenmesi de büyük ölçüde yereldi. Avrupa’daki ilk işçi hareketlerinde ortaya çıkan karşılıklı yardımlaşma dernekleri ve sendikalar gibi örgütlenme türleri, sanayi devrimi gerçekleşirken bile mevcut değildi. Ortaya çıkan işçi sınıfı devletin silah sanayisinde, madencilikte, yabancı firmalarda ve diğer sanayi şirketlerinde istihdam ediliyordu.
Sosyalist fikirler Osmanlı İmparatorluğu’na daha çok Avrupa yönelimli azınlıklar aracılığıyla girdi: Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Sırplar, Bulgarlar gibi…[50] İkinci Enternasyonal ile yazışmalarını sürdüren Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu (o zamanlar 150.000 nüfuslu bir şehir ve önemli bir ulaşım merkezi), o dönemde imparatorluktaki tek kitle temelli örgüttü. (Selanik’in 1912’de Yunanistan tarafından ilhak edilmesinden sonra, imparatorluğun diğer yerlerindeki hareket üzerinde belirleyici bir etkisi kalmadı). İtalya’nın 1911’de Libya’yı işgali Selanik’te 10.000 işçinin katıldığı bir gösteriye yol açtı ve İkinci Enternasyonal İtalyan emperyalizmini kınadı. O yılki 1 Mayıs gösterisine 20.000 Selanikli işçi katıldı. İkinci Enternasyonal’in Osmanlı ve Balkan taraftarları 1910’da Belgrad’da düzenlenen bir konferansta bir konfederasyon girişiminde bulunmuşlardı, ancak bu çaba iki Balkan savaşı tarafından boşa çıkarıldı. Eylül 1914’te savaş kredilerine karşı oy kullanan Sırp Sosyal Demokratlar gibi birkaç istisna dışında, bu İkinci Enternasyonal partileri hem Balkan savaşlarında hem de Birinci Dünya Savaşı’nda milliyetçiliğe yenik düşmüşlerdi.[51]
Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar, Osmanlı toplumunun çok uluslu karakterine bir kez daha uygun olarak, İstanbul’daki sosyalist ve daha sonra komünist gruplarda da önemli roller oynadılar.
Enver Paşa ve askeri hezimetle gözden düşen diğer Jön Türkler, dünya savaşındaki askeri zaferleri kendilerini gölgede bırakan Kemal Paşa’ya karşı mali ve siyasi destek umuduyla 1919’da Bolşeviklere[52] yaklaştılar. Bolşevikler başlangıçta Enver Paşa’yı, Rus Devrimi’ne karşı İngiliz destekli askeri faaliyetlerin 1920’ye kadar devam ettiği ve bir Türk olarak oradaki “İslamo-Komünist” akımlara daha doğrudan hitap edebileceği Transkafkasya’nın Sovyetleştirilmesinde yararlı bir müttefik olarak görüyorlardı.[53] (bkz. aşağıda) Sürgündeki Jön Türkler bu entrikaları sürdürürken, Kemal Paşa Anadolu’da İttihatçıların planlarını bozacak askeri güçleri bir araya getirmekteydi.
Kemal Paşa, Enver Paşa ile girdiği yoğun rekabette İttihat ve Terakki liderliğinden dışlanması ve I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunun kazandığı birçok zaferde (özellikle Gelibolu) oynadığı komutanlık rolü nedeniyle, Enver Paşa ve diğerleri gibi (Enver birçok feci yenilgide komutanlık yapmıştır) gözden düşmemiştir. Merkezi Güçler Ekim-Kasım 1918’de teslim olduktan sonra, Müttefik orduları Yunan birlikleriyle birlikte İstanbul’u işgal etti; Müttefik orduları İstanbul’u ve Türkiye’nin batısını ilhak etme ve 1453’te İslam’a karşı kaybedilen Bizans İmparatorluğu’nu yeniden inşa etme “Megali İdea”sı peşindeydi. İngiltere ve Fransa, Orta Doğu’daki geniş Osmanlı topraklarını paylaştıktan sonra, Türkiye’yi Anadolu’da küçük bir devletçiğe indirgeme ve geri kalanını Yunan, İtalyan, Fransız ve İngiliz çıkar alanlarına bölme planları yaptılar. Kemal Paşa böyle bir parçalanmayı reddetti[54] ve Yunanlıları kovan ve kendisini yeni küçültülmüş ulusun tartışmasız lideri haline getiren üç yıllık bir savaş için Anadolu’daki milliyetçi güçleri bir araya getirdi. Bu Müttefik ve Yunan işgali ve başarılı Kemalist karşı saldırı, aşağıda anlatılan 1919-1922 gelişmelerinin arka planını oluşturmaktadır.[55]
IV. Enver Paşa’nın Talihsizlikleri
Öte yandan, savaştan hemen sonraki yıllarda, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nda Bolşevizm ile İslam’ı[56] birleştirme eğilimi söz konusuydu ve bu eğilim Eylül 1920’deki meşhur[57] Doğu Emekçileri Bakü Kongresi’nde daha da belirginleşti. Enver Paşa Bolşeviklerle ilk olarak Karl Radek aracılığıyla, Radek’in Berlin’deki hapishane hücresinde temasa geçmişti; burası Alman Yüksek Komuta üyelerinin,[58] Korporatist ve AEG Telefunken CEO’su Walter Rathenau’nun (daha sonra 1922’deki Alman-Sovyet Rapallo Antlaşması’nın mimarı) ve çeşitli Alman Komünistlerin uğrak yeri olan bir siyasi salon olarak da kullanılıyordu. Freikorps ile bağlantıları olan ve Radek’in bağlantılarından biri olan General von Seeckt, 1919 baharında Enver Paşa’yı Moskova’ya göndermeyi önermişti.[59] Radek, Enver Paşa ile yaptığı görüşmelerde, Anadolu’da filizlenmekte olan harekete önemli miktarda Sovyet yardımı yapılmasını ve bunun karşılığında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Bolşevik propagandasını tüm İslam dünyasına yaymasını teklif etti.[60] Enver Paşa Radek’le anlaşmasını “Müslüman ülkelerin iç işleyişini yöneten dini doktrinlere uyarlanması şartıyla” sosyalizmi benimseyeceğini söyleyerek özetledi.[61]
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Bolşevikler arasındaki yakınlaşmanın ikinci adımı Ekim-Kasım 1919’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Karakol örgütüyle Şalva Eliava üzerinden yapılan görüşmelerde atıldı. Emekli bir subay olan Baha Sait 1919 sonlarında Bakü’ye gitti ve Ocak 1920’de Avrupa emperyalizmine karşı bir saldırı ittifakı ve Müslüman ülkelerdeki devrimci çabaların desteklenmesi için bir anlaşma imzaladı. Enver Paşa ile yapılan anlaşmada olduğu gibi, bu İttihat ve Terakki unsurları Sovyet silahları ve parası karşılığında mümkün olan her yerde devrimi teşvik edeceklerdi. Sovyetler, anti-emperyalist mücadeleye katılan İslam ülkelerinin siyasi ve ideolojik bağımsızlığını garanti ederken, İttihatçılar ise Sovyet iktidarını Türkistan ve Dağıstan’da tanımayı ve Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’da ise kurulmasına yardım etmeyi kabul etti.[62]
Bu yakınlaşmanın ardından, 1920 yılının başında Bakü’de[63] “Türkiye Komünist Fırkası” adı verilen bir parti kuruldu. Kurucuların çoğu Azerbaycan’a kaçan “Azılı İttihatçılar”dı.[64] Bu gruplaşma aracılığıyla Türkiye’deki Kemalistlerle de ilk temaslar kurulmuştu.[65] Enver Paşa’nın üvey kardeşi Nuri Paşa kilit bir figürdü. Gerçekte, Türkiye’de bir komünist partisi kurmanın yanı sıra, grubun başlıca amaçlarından biri de yerel Bakü yönetimine (o zamanlar Müsavat Partisi’nin elindeydi) sızarak Azerbaycan’ı yeni Türkiye’ye dahil etmek ve hatta çokça sözü edilen pan-Türk devletini kurmaktı.[66] Ama her şeyden önce, Paul Dumont’un da belirttiği gibi;
Azerbaycan’da olduğu gibi Gürcistan ve Ermenistan’ın da Sovyetleştirilmesi Transkafkasya’da İngiliz entrikalarına karşı koyma avantajı sunuyordu….Burada Bakü’deki İttihatçılar Anadolu hükümetinin direktiflerini uyguluyordu: Bolşeviklerle ortak bir sınır oluşturulması aslında bu bölgedeki Kemalist stratejinin ana fikirlerinden birini oluşturuyordu.[67]
Hem Sovyetler Birliği hem de Kemalist hükümet bu Sovyetleştirmeyi İngilizler tarafından herhangi bir kuşatmayı önlemenin anahtarı olarak görüyordu.
1920 yazında, yeni “Komünist Fırkası”[68] içindeki İttihatçılar, Bolşeviklerle Kemalist direniş için silah ve altın temin etmek üzere daha fazla müzakere yürüttüler. Anadolu’nun Sovyet destekli bir işgaliyle Mustafa Kemal’in yerini almayı hayal eden Enver Paşa, Ağustos 1920’de Sovyetlerin daha fazla askeri ve mali desteği karşılığında komünistlerin anti-emperyalist programı için mücadele edecek bir “İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği” kurulmasını savundu. Bu müzakereler sırasında Enver, Kemal Paşa’ya yazdığı üstü kapalı bir mektupta (daha büyük planından bahsetmeden) şöyle diyordu;
Prensip olarak Ruslar, komünist olmasalar bile İngiltere’ye karşı, devrimci hareketleri desteklemeyi kabul ediyorlar…[69]
Bakü Kongresi’nde yaptığı konuşmada Enver Paşa şu hususları bir kez daha yinelemiştir
…Bizi Üçüncü Enternasyonal’e çeken sadece destek arzusu değil, aynı zamanda onun ilkelerini bizimkilerle birleştiren yakın bağlardır.[70]
Eylül 1920’de Enver Paşa’nın da katılımıyla Mesai adlı uzun bir programatik bildiri kaleme alındı,
hem ulusal hem de dini gerçekleri dikkate alarak özel bir Türk çizgisi tanımlamak istiyor gibi görünmektedir. Ulusal bağımsızlık, enternasyonalizme doğru atılmış vazgeçilmez bir adım olarak sunulmaktadır. İslam’ın öğretileri sosyalizme uyarlanmakta; diğer şeylerin yanı sıra hilafet ve sultanın egemenliği korunmaktadır.[71]
Bu ifadeler hem Bolşeviklerle çalışmaya yönelik gerçek bir bağlılığa hem de Kemal Paşa’ya sol bir alternatif yaratma girişimine işaret ediyor gibi görünmektedir.
Komintern Başkanı Grigori Zinovyev, Bakü Kongresi’nde Batı’ya karşı “cihat” çağrısı yapmasına rağmen, kendi adına ikna olmamış ve Kongre’nin “kısa bir süre önce bir grup emperyalist gücün çıkarları için işçi ve köylüleri öldüren bu hareketin liderleri hakkında ihtiyatlı davranması gerektiği” konusunda uyarıda bulunmuştur “… Kongre, halka hizmet etmeye ve önceki hatalarını silmeye hazır olduklarını eylemleriyle kanıtlamalarını önermektedir.”[72]
Yine de Enver Paşa ısrarını sürdürdü ve sonraki aylarda Sovyetlerin onayı ve mali desteğiyle “İslam İhtilal Cemiyetleri Birliği’ni ve onun Türkiye şubesi olan ‘Halk Şuraları Fırkası’nı kurdu.[73] Anadolu’daki Komünist eğilimli grupların çoğuna 1921’de İttihatçılar iyice sızmıştı.[74] Temmuz 1921’in sonlarında Kemalistlere karşı bir Yunan zaferi yakın görünüyordu ve Enver, Sovyet desteğiyle kendi zamanının geldiğini hissetti. Ancak Mustafa Kemal Türk kuvvetlerini toparladı ve Sakarya’daki zaferinin ardından 1922’de Yunanlıları kovan taarruzu başlattı.[75] Sovyet hükümeti Türkiye’de Kemalist bir hükümetle uğraşacağını anladığında,[76] Enver Paşa’nın komünizm yanlısı ittifakı sona yaklaşıyordu. Başlangıçta Sovyet temsilcisi olarak Buhara’ya giden Enver Paşa, Bolşeviklerden ayrılarak Kızıl Ordu’ya karşı savaşan Türkmen Basmacıları daha önceki Pan-Turan rüyasına dahil etti ve 1922’de bir çatışmada öldürüldü.[77]
V. Gelişmekte Olan Türk Komünizminin Ana Fraksiyonları
A. TÜRK “SPARTAKİSTLER”
Savaş sırasında Almanya’da sürgünde bulunan ve Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası’nda örgütlenen bir grup Türk, Marksizme yöneldi ve bunların bir kısmı Ocak 1919’da Spartakusbund ile birlikte alanlara çıktı. Bu kişiler, o dönemde Almanya’da okuyan ya da çalışan birkaç bin Osmanlı vatandaşı arasındaydı. Liderleri Ethem Nejat ve Şefik Hüsnü olan entelektüel çekirdek, sürgünde Kurtuluş adlı dergilerinin bir sayısını yayımladıktan sonra 1919 ortalarında Türkiye’ye döndü. Gerçekte bu grup, Almanya’da bulundukları için “Spartakistler” olarak biliniyordu. Ancak Spartakusbund’un etkisi, büyük ölçüde entelektüel olan bu grupta, Henri Barbusse’ün Clarté dergisinin Fransız etkisi tarafından gölgede bırakıldı. Söz konusu bu son akımın entelektüelleri, Kurtuluş grubu tarafından da tamamen benimsenen bir şekilde, “ilerlemenin ortaya çıkışına işaret eden ruhani mucitler” olarak gördüğü söylenebilir.
Türkiye’ye döndüklerinde isimlerinin başına “sosyalist” kelimesini eklediler ve tüzel kişilik kazandılar. Çok daha büyük ve çok daha fazla işçi sınıfına dayanan Türkiye Sosyalist Fırkası’na (TSF) rakip olma iddiaları vardı, ancak varlıklarının ilk aşamasında çok fazla ilerleyemediler ve TSP tarafından 1921 1 Mayıs’ında düzenlenen kitlesel gösteriye sadece birkaç yüz kişi olarak katıldılar. Gerçekte, programları TSF’nınkinden çok az farklıydı.[78] Kurtuluş’un yayınına devam etmek için izin aldılar. Ethem Nejat ve Şefik Hüsnü yine baş editörlerdi. Her ikisi de orta sınıf kökenliydi ve yurtdışında eğitim görmüşlerdi, Hüsnü Fransa’daki Jaurès sosyalizminden güçlü bir şekilde etkilenmişti. 1920 başlarında bazı üyeler grubun elitist eğilimine isyan ederek, İstanbul’ dan Kemalistlerin kontrolündeki bölgelere gittiler. Şefik Hüsnü ve Ethem Nejat komünizme yönelerek liderliği ılımlı kesime bıraktılar.
1920 sonlarında Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal, TSF’nin artan çöküşünden yararlanarak, Doğu Emekçileri Bakü Kongresi’nin etkisi altında Komintern çizgisini uygulayarak kontrolü yeniden ele aldı. Grubun yeni dergisi, tesadüfen olmasa da, Barbusse’ün Fransa’daki dergisinden esinlenerek Aydınlık adını aldı ve gruba bağlı “Türkiye İşçi Derneği”nin birkaç yüz işçi militanı vardı. Bununla birlikte, 1921’de Komintern’in “burjuvazinin birleşmiş güçlerine karşı birleşik cephe” çizgisini uygulamalarına rağmen, İstanbul’daki TSF’nin işçi tabanının dinamizmini yakalayamadılar. İstanbul’daki sol kanat faaliyetlerine ilişkin bir Müttefik istihbarat raporunda Aydınlık’ın adı bile geçmiyordu. Ancak Komintern’le olan bağları Kemalistlerin dikkatini çekti ve grubun Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’ne saltanatın kaldırılmasını kutlayan telgrafına rağmen Aydınlık’tan söz edilmedi.
Şefik Hüsnü’nün kariyerine ve Aydınlık grubuna birazdan döneceğiz; Hüsnü bu elitist kökenleriyle Türkiye Cumhuriyeti döneminde Türk komünist hareketinin sağ kanadının lideri olarak ortaya çıkar ve nihayetinde bir Stalinist olur.
B. TÜRKİYE KOMÜNİZMİNİN SOL KANADI, 1920-1925 [79]
Bu dönemdeki Türk sosyalizmi ve komünizmi üzerine Batı dillerindeki literatürde çok az tartışılan ve daha belirsiz olan, en iyi bilinen figürleri Başkurt Şerif Manatov ve Salih Hacıoğlu olan, ana başlangıç tabanı Anadolu’da olan belirgin bir sol kanattır.[80] 1920’de Osmanlı’nın teslim olmasını, kuzeydoğu Anadolu’daki Sovyet hareketini ve Batı Anadolu’daki “kızıl kale” Eskişehir’de farklı güçlerin yeniden bir araya gelmesini izleyen mayadan ortaya çıkmışlardı. Özellikle Hacıoğlu başından beri “ulusal kurtuluş savaşları” ideolojisine karşıydı, ancak 1919-1922 savaşı boyunca Türk komünistleri esas olarak Komintern’in bu konudaki tutumunu izlediler. Bu hizip, 1919-1922 yılları arasındaki mücadele, savaş, baskı ve hapis yılları boyunca ve nihayetinde 1927’de yenilgiye uğrayıp ortadan kaldırılana kadar, genel olarak “sol komünist” pozisyonlara evrildi. İşçi sınıfı ve müttefik gruplar içinde, Komintern’in sponsorluğuna sahip olmasına ve Stalinizmin zaferiyle birlikte sol kanadın dağılması ve çoğu zaman fiziksel olarak tasfiye edilmesine rağmen, entelektüellerin ağırlıkta olduğu İstanbul merkezli elitist Aydınlık grubundan çok daha fazla gerçek derinliğe sahipti. Türk sol komünistlerinin bir Komintern yetkilisi olan Grigori Safarov’la müttefiklikleri bile vardı. Safarov Komintern’in Doğu bürosunda çalışıyordu ve ulusal sorun konusunda Lenin’le çoktan çatışmıştı. Safarov 1908’de Bolşeviklere katılmış, İsviçre’de Lenin’le birlikte bulunmuş ve aynı trenle Rusya’ya dönmüştü. Rus sol komünistlerine bağlıydı ve de Ulusal Sorun ve Proletarya (1923) adlı bir kitap yazmıştı. Hüsnü ve Aydınlık grubuna karşı Türk komünistlerinin sol kanadını desteklemek için elinden gelen her şeyi yaptı, ancak anti-Stalinist muhalefetin bir üyesi olarak bulunduğu görevden alındı.[81]
VI. Sovyetlerin Kemalist Türkiye ile Yakınlaşmasının Veçheleri ve Türk Komünistlerinin Durumu
Kemal Paşa, Batının dışındaki otoriter kalkınma rejimlerinin liderleri arasında birçok açıdan, özellikle de Sovyetler Birliği ile kurduğu inişli çıkışlı ilişkilerle Batılı güçleri korkutma stratejisi ve Türkiye’deki yerel komünist faaliyetlere karşı hoşgörü ve baskı arasında gidip gelmesi açısından açıkça bir öncüydü. Bizi her şeyden önce ilgilendiren, Sovyet dış politikasına uygun olduğunda Sovyetler’in bu baskıya göz yummasıdır.
Mustafa Kemal’in Anadolu’daki asıl misyonu doğal olarak milliyetçi olduğu kadar sınıfsal bir boyuta da sahipti:
…Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluş mitolojisinde her şeyin başlangıcı haline gelen Samsun’a çıkmasının nedeni, İngiliz emperyalizminin oraya bir Osmanlı komutanı göndermek istemesiydi…(bunun nedeni)… Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde oluşmuş ve Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış konsey hareketinin sonrasında durumun yerinde incelenmesi ve alınması gereken önlemler varsa bunların alınmasını istemeleriydi. Erzincan merkezli konsey hareketi, Rus askerlerinin bölgede yaptığı devrimci propagandanın bir gelişmesiydi ve devrimden sonra Rus ordusu geri çekilirken, bölgedeki Ermeni, Kürt ve Türk emekçiler keskin ulusal bölünmeleri aşarak bir araya geldiler. Bu hareket Ocak 1918’de Osmanlı Ordusu tarafından bastırıldı.[82]
Türkiye işçi sınıfı, her ne kadar küçük ve kırsal emekle bağları olsa da Dünya Savaşı sonrası sosyal ortamda rakip partilerin siyasi hesaplarında kesinlikle hesaba katılması gereken bir güçtü.
Başta İstanbul olmak üzere İtilaf Devletleri’nin işgali altındaki batı bölgelerinde de işçi sınıfı mayalanması ortaya çıktı. İkinci Enternasyonal’e bağlı ve gerçek bir işçi tabanına sahip olan Türkiye Sosyalist Fırkası, 1920-21 yıllarında işgal altındaki İstanbul’da genel grev tehdidiyle militan bir dönüşüm yaşadı (Ocak 1921). Nisan ayında havagazı fabrikalarında bir başka grev tehdidi gerçekleşti ve bunu eşi benzeri görülmemiş büyüklükteki 1 Mayıs gösterisi izledi. Ardından yabancı şirketlere karşı büyük ölçüde başarısız mücadeleler geldi. Sosyalist Fırka bu çıkmazlardan dolayı gerilemeye başladı, fakat Ocak 1922’de militan bir tramvay grevi patlak verdi. SF yeniden hız kazanmak için kendini mücadeleye attı, ancak grev işçiler için bir felaketle sonuçlandı. Oluşan boşluğu doldurmak için yeni işçi örgütleri doğdu.
Mustafa Kemal’in hareketi, eski ordu ve İTF elitlerinin yeni bir proto-devlet (1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına kadar Büyük Millet Meclisi olarak biliniyordu) olarak yeniden yapılandırılmasıydı:
Kemalist hareket, daha önce askeri ve siyasi bürokratik burjuvazinin orta ve yüksek rütbeli mensupları tarafından yönetiliyordu… hareketin yönetici kadroları ya Osmanlı Ordusu’ndan ya da İTF’den geliyordu…[83]
Türkiye KP’sinin çok erken döneminin kilit isimlerinden biri olan Mustafa Suphi, Komintern’in tam desteğiyle Mayıs 1920’de Bakü’ye (Azerbaycan) geldi. Görevi hassas bir görevdi. Birkaç ay önce kendi tabirleriyle “Türkiye Komünist Fırkası”nı kuran eskiden İttihatçı bu kişilerin bir yandan komünistten çok İslami sosyalistler olduklarından şüpheleniliyordu, ama öte yandan Türk bürokrasisi ve ordusundaki İttihatçı figürlerle hala güçlü bağlantıları vardı ve Kemalist hareketle temas kurmak için çok faydalı olabilirlerdi.[84] Suphi böylece grubu, Türkiye KP’sinin “Bakü seksiyonu” olarak yeniden yapılandırdı ve daha şüpheli figürlerden bazılarını ihraç etti. Temmuz’da Mustafa Kemal’e bir temsilci göndererek Ankara hükümetine 1) Türk Bolşevikleri’nin Anadolu’da yasal bir örgüt kurmalarına izin verilip verilmeyeceğini; 2) mevcut Bolşevik programda Anadolu’da uygulanabilir hale getirmek için ne gibi değişiklikler yapılabileceğini; ve 3) Bolşevik programın uygulanması konusunda Büyük Millet Meclisi’nin görüşlerini sordu. Temsilciye bir de Ankara hükümetine, Bakü örgütünün şimdilik 50 top, 70 makineli tüfek ve 17.000 tüfek sağlayacağını bildirmesi talimatı verildi.[85] Bu, Bolşeviklerin Anadolu’daki faaliyetlerine yasal olarak göz yumulması karşılığında bu silahların takas edilmesi teklifi anlamına geliyordu.
Türk komünistlerinin ilk konferansı Temmuz 1918’de Moskova’da gerçekleşmiş ve ciddi hizipsel anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı; Mustafa Suphi bu farklılıkları düzeltmeyi ve partinin, Temmuz 1920’de İkinci Kongresini gerçekleştirmiş olan Üçüncü Enternasyonal’e üye olmaya hak kazanmasını umuyordu.[86] İlkbaharda kurulan örgütün yerini alan partinin kuruluş kongresi, (yukarıda bahsedilen) Doğu Emekçileri Kongresi’nin hemen ardından Eylül ayında Bakü’de gerçekleşti. 20 küsur delegenin katıldığı İki yıl önceki [kongrenin] aksine 74 delege katıldı. Daha yeni biten uluslararası kongrenin ruhunu takip eden bu delegelerin çoğu, Dumont’un görüşüne göre, “komünizmde İslam öğretilerinin aşırı bir varyantından başka bir şey görmezken”, belki on tanesi gerçek bir Marksist geçmişe sahipti.[87] İttihatçılar merkez komiteden tasfiye edildi. Kongredeki tartışmalarda delegelerin çoğunluğu İslami geleneklerin korunmasını savunmuş ve partinin devlet idaresi ile yargıyı laikleştirme programına şiddetle karşı çıkmıştır. Halifeliğin kaldırılmasına onay verildi, fakat diğer tüm din karşıtı önlemler yumuşatıldı. Kongre ayrıca Komintern’in İkinci Kongresi tarafından burjuva unsurlar içeren ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesine yönelik kararları da onayladı. Delegelerin “Türkiye’deki İşçilere Çağrı”sı bir dizi siyasi ve toplumsal önlem alınmasını[88] savunuyordu ama radikal bir toplumsal dönüşümü değil.
Kemalistler ve Sovyet hükümeti arasındaki iletişim ve işbirliği, Sakarya’da Türklerin talihinin dönmesine kadar, sürtüşmelerden yoksun değildi. Enver Paşa’nın Sovyetler tarafından desteklenmesi de durumu iyiye götürmemişti. Bolşeviklerin kendi kaderini tayin etme hakkını güvence altına aldığı[89] ve Kemal Paşa’nın Türkiye adına daha önce Çarlık Rusya’sına kaptırılan üç vilayeti talep ettiği Ermenistan da bir diğer önemli anlaşmazlık noktasıydı. Kemalist kuvvetler bu amaçla 1914 öncesi Türk sınırlarının ötesine geçerek açıkça ilhakı hedeflemişti. Çiçerin (o sırada Sovyet dış politikasından sorumluydu) ve Sovyet hükümeti, Kemal ile Müttefikler arasında İngiltere’nin yeni bir Sovyet karşıtı cephe açmasını sağlayacak gizli bir anlaşmadan şüpheleniyordu.[90] Bir yandan [Çiçerin] Kasım 1920’de Bakü’de yaptığı bir konuşmada [şöyle diyordu]:
Stalin, Bolşevik devriminin üçüncü yıldönümünü kutladı ve Sovyet Rusya ile Kemalist Türkiye arasındaki dostluktan övgüyle söz edip, Türk devrimci hareketinin burjuva karakterde olmasına rağmen İtilaf Devletleri emperyalizmine karşı direndiğini ve Kafkaslar ile Yakın Doğu’da üç yıl önce hayal bile edilemeyecek bir mayalanma yarattığını ilan etti.[91]
Fakat Çiçerin, Kemal’in çok ileri gitmesi halinde Türkiye’yle olası bir silahlı çatışma yaşanabileceği uyarısında bulundu[92] ve hem Sovyetler hem de Ermeniler, Kemal’in Brest-Litovsk Antlaşması’nda Osmanlı İmparatorluğu’na tanınan tüm toprakları istediğinden ve büyük olasılıkla “İtilaf güçlerinin temsilcileri tarafından Kızıl Ordu’yu Azerbaycan’dan çıkarma umuduyla Kars’ın ötesine geçmeye teşvik edilmiş olabileceğinden” şüphelendiler.[93] General Wrangel’in Beyaz Ordusunun Kasım 1920’de Kırım’da çökmesi ve ardından binlerce Kızıl Ordu askerinin Kafkasya’ya gönderilmesi sonrasında Kemalistler sakinleşti ve Brest-Litovsk Antlaşması’na değinmeyi bıraktı ve Ermenistan’ın parçalarını ilhak etmeye odaklandılar.
Kendisi de açık bir biçimde komünist olmayan Mustafa Kemal’in Sovyet-Türk ittifakına kuşkuyla yaklaşmak için kendine göre nedenleri vardı. Dahası, Mustafa Suphi’nin Türkiye KP’sinin yasal olarak tanınmasını isteyen elçisinin gelişi sırasında,
Olası bir Anadolu Bolşevizasyonu hipotezi… hiçbir şekilde aşırı abartılı değildi[94]
Milliyetçi çevrelerde Sovyet yanlısı duygular had safhadaydı ve bizzat Kemal, Müslümanları Batılı güçlere karşı komünistlerle bir blok kurmaya çağıran bir manifesto yayınlamıştı. Bir başka önemli Kemalist lider, Şark Ordusu Komutanı Kazım Karabekir, bazı düzenlemeler yapıldıktan sonra “Bolşevik teorilerini Anadolu’ya intibak ettirme” olasılığını düşünüyordu.[95]
Altın sevkiyatı biçiminde önemli Sovyet desteği Ağustos 1920’de gelmeye başladı; Aralık ayında daha fazlası gelecekti. İtilaf Devletleri’nin ceza niteliğindeki Sevr Barış Antlaşması (diğer hususların yanı sıra Türkiye’yi yukarıda değinilen ciddi sorunlara neden olacak üç tartışmalı Ermeni vilayetinden mahrum bırakan) 10 Ağustos’ta İstanbul’da sağ kalan Osmanlı hükümetine dayatıldı ve dört gün sonra Mustafa Kemal Ankara’daki ( isyancı) Büyük Millet Meclisi’nde İslam’ın komüniter ruhu ile Bolşevizm arasındaki benzerlikler üzerine bir konuşma yaparak[96] bir kez daha Batı’yı korkuturken Bolşeviklerin güvenini kazanmayı amaçladı. Bu noktada Kemal, Sovyetleri gücendirmek ile parti delegesinin Temmuz ayında talep ettiği gibi Bakü merkezli Türk KP’sinin Türkiye’de faaliyet göstermesine izin vermek arasındaki ince çizgide yürüyordu. Kemal, Ağustos 1920’de Kızıl Ordu’nun Polonya’da bozguna uğramasını fırsat bilerek Anadolu’daki komünist faaliyetlere karşı tavrını sertleştirdi ve mecliste hükümetini geride bırakıyor gibi görünen sol muhalefet grubu Halk Zümresi’nin (bkz. aşağıda) popülist retoriğini çaldı. Sovyet hükümetinin dikkati başka yerlerdeyken, Mustafa Kemal Eylül ayında Suphi’ye şöyle yanıt verdi:
“… zamansız ve faydasız girişimlerden kaçınmalıyız, zira bunlar bir ayrışma unsuru haline gelebilir ve bu şekilde ulusal bağımsızlık mücadelesini başarısızlığa uğratabilir.[97]“
Aynı zamanda, Suphi ve KP’yi yeraltı faaliyetlerine itmekten kaçınmak için Kemal, onlarla aynı hedefin (ulusal kurtuluş) peşinde olduklarını yineledi ve Bakü örgütünden “Türk komünist örgütü ile ulusal iktidarın tamamen işbirliği yapabilmesi için” Ankara’ya yetkilendirilmiş bir temsilci göndermesini istedi.[98]
Bu durum, belirtildiği gibi, Ermenistan’daki durum nedeniyle bir kez daha karmaşık hale gelmişti. Yine de Kasım 1920 başında Suphi, Kemal’in mektubuna cevap vererek yetkilendirilmiş heyetin Ankara’ya gitmeye hazırlandığını bildirdi ve “partisinin ulusal hükümete tam destek vermeye kararlı olduğunu ve savaşan kuvvetleri zayıflatacak ya da bölecek hiçbir şey yapmayacağını”[99] ekledi.
Aralık ayı başlarında Mustafa Suphi ve yirmi yoldaşı, anlaşılan Kemal’in mektubuyla orada kabul gördüklerine ikna olarak Bakü’den Türkiye’ye doğru yola çıktılar[100] ve 28 Aralık’ta Kars’a vararak, Kazım Karabekir’in niyetleri hakkındaki şüphelerine rağmen Karabekir tarafından resmi bir şekilde karşılanırlar. Zamanlama daha kötü olamazdı, çünkü tam o sırada Kemalist güçler, “Bolşevizm” uğrunda “aşırı” unsurları Kemal’e karşı toplamak umuduyla ona karşı cephe alan ve böylece Kemal’in ayrılık tohumları ekme potansiyelini gösteren eski bir Büyük Millet Meclisi destekçisi Çerkes Ethem’in (bkz. aşağıda) silahlı çeteleriyle şiddetli bir çatışmaya girmişlerdi.[101] Bu noktada hükümet Komünistlerin Rusya’ya dönmesine karar vermişti. Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit Bey’e, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Türkiye’de kalmaktan vazgeçirmek için onlara karşı bir basın kampanyası başlatmasını ve “uygun gösteriler” yapmasını emretti. Karabekir (ve muhtemelen Kemal Paşa) bu şekilde, bu olumsuz karşılamanın Sovyetler Birliği’ne yönelik değil, komünist grubun pervasızlığından kaynaklanıyor gibi görünmesini umuyordu. 22 Ocak’ta Erzurum’da öfkeli bir kalabalık Suphi ve yoldaşlarının tren istasyonundan ayrılmasını engelledi ve onlar da sahile doğru geri dönerken her yerde anti-komünist hakaretler yağdırıp taş atan kalabalıklarla karşılaştılar. Altı gün sonra, 28 Ocak’ta nihayet Trabzon’a vardılar ve hemen yola çıkmak için yapılan bir motorbot teklifini kabul ettiler. Başka bir tekne tarafından yakalanıp öldürüldüler ve denize atıldılar.[102]
Türkiye Komünist Partisi’nin faaliyetleri bu cinayetlerle tamamen felç olmadı. Ancak bu cinayetler Kemalistlerin sola yönelik daha büyük bir operasyonunun parçasıydı. Aralık ayında “radikallere” karşı uygulamalar zaten yoğunlaştırılmıştı ve Paul Dumont’a göre Ocak 1921’de “Anadolu’daki sol örgütlerin çoğu ortadan kalkmıştı”.[103] Trabzon cinayetleri sadece bir baskı dalgasının doruk noktasıydı.[104] Birkaç gün sonra (1 Şubat 1921) “Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası” (bkz. aşağıda) dağıtılmak zorunda bırakıldı ve liderleri “yabancı bir güç” adına casusluk yapmakla suçlanarak uzun yıllar hapse mahkum edildi.
Paul Dumont, Sovyetlerin tepkisini çok iyi anlatıyor:
“Ocak 1921’deki baskıcı uygulamalar Moskova’da en ufak bir homurdanma olmadan gerçekleştirildi. 1920 ve 1921 yıllarında Ankara hükümeti tarafından işlenen “suçlardan” Pravda ancak çok daha sonra bahsetti. Tersine, o dönemde, Türk-Rus dostluğunun ilerlemesine vurgu yapılıyordu.”[105]
Bu ortamda Türk müzakereciler 17 Şubat 1921’de Moskova’ya vardılar. Ermeni sorunu hâlâ gerilimin ana kaynağıydı. Hem Kızıl Ordu hem de Türk birliklerinin bulunduğu ve ikincisinin 1878’de Rusya’ya kaybettiği vilayetlerde konuşlandığı Gürcistan’da askeri bir çatışma da mümkün görünüyordu. Türk Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Avrupa başkentlerinde anti-komünist konuşmalar yapıyordu.
Sovyet hükümeti, Kemalist rejimle ittifakını sürdürmek için 16 Mart 1921’de Türkiye ile bir “dostluk ve kardeşlik anlaşması” imzaladı. Türkler 1920’de işgal edilen üç vilayeti ve diğer tavizleri ellerinde tuttu.[106] Kemalistler Türkiye’deki grupların Rusya’da pan-Turanizm propagandası yapma girişimlerini engellemeyi, Sovyet hükümeti de Türkiye’deki Kemalist hükümeti hedef alan faaliyetleri desteklememeyi kabul etti. Yine de her iki tarafta da güvensizlik hakimdi ve uygulamaya ilişkin pek çok sorun 1922’ye kadar sürdü. Ancak Kemalistlerin Anadolu’daki tüm komünist gruplara yönelik baskılarına hiçbir zaman ara verilmedi.[107]
1920-21 baskılarından sonra, Mustafa Kemal’den bağımsız örgütlü bir solun iniş çıkışları Türk-Sovyet ilişkilerinin iniş çıkışlarına paralel oldu. 1921 1 Mayıs’ında aslında İstanbul’da kitlesel işçi gösterileri vardı. Aralık 1921-Ocak 1922’de Ukrayna’daki Sovyet kuvvetlerinin başkomutanı M.V. Frunze Ankara’ya uzun bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmış olan komünistlerin bir kısmı zaten Eylül 1921’de affedilmişti ve Mart 1922’de bunlardan birkaçına “Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası”nı yeniden kurma izni verildi. Sovyet Büyükelçisi, Kemal Paşa’yı onların faaliyetlerinden gayet iyi haberdar ediyordu.
Türkiye KP’sinin Şubat 1922’de, partinin yasal statüye kavuşmasından bir ay önce yayınladığı bir broşürde hiçbir şeyden çekinilmiyordu:
“Tamamen burjuva ve despotik grup (Kemalistler -Loren Goldner’in notu)… en çok korktuğu tehlikeyi engellemeye çalışmaya başladı bile: ülkede gizlice örgütlenen genç komünistler… Kemalist hareket ilk fırsatta onları zindanlarına tıkmaya başladı.”[108]
Ancak broşür bununla da kalmadı:
“Ancak bizim için önemli olan nokta, tüm ihanet ve cinayet eylemlerinin Rusya ile yakın ittifak içindeyken işlenmiş olmasıdır… Rusya’daki temsilciler Moskova gazetesindeki uzun makalelerinde Anadolu’nun komünist olduğunu ilan ederken, bir ordu dolusu polis ve asker Anadolu’daki gerçek komünistlerin peşindeydi.”[109]
Ancak Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler, yeniden yasallaşmasına rağmen, bundan sonra yokuş aşağı gitti; Nisan 1922’de Çeka, Moskova’daki Türk büyükelçiliğini casuslukla suçladı ve Kemal Paşa büyükelçisini geri çağırdı. Daha da kötüsü, Sovyet perspektifinden bakıldığında, Kemal Paşa Basmacıların Enver Paşa önderliğindeki isyanını kınamayı reddetti. Eylül 1922’de işgalci Yunan birliklerinin nihai olarak püskürtülmesiyle soğukluk iyice belirginleşti.[110]
Komünist gruplara yönelik baskılar Ekim 1922’de daha da yoğunlaştı. İstanbul’da iktidarı henüz resmi olarak Kemalistlere devretmeyen Osmanlı sultanı, birçok işçi örgütünü yasakladı. Ancak binlerce işçi militan, Çukurova bölgesinde komünist solun önemli bir varlık gösterdiği kongrelere katıldı. Ardından, Türkiye’deki Kemalist zaferi resmen tanıyan ve cezalandırma amacı taşıyan Sevr Antlaşmasını iptal eden Lozan Antlaşması müzakereleri (Kasım 1922-Temmuz 1923) sırasında Kemalist-Komünist ilişkiler yeniden ısındı. 1923’ün başlarında çeşitli komünist gruplar kamusal alanda var olma ve yayın yapma özgürlüğüne sahipti. Sovyet basını (aşağıda belgeleneceği gibi) sıcak ve soğuk rüzgarlar estiriyor, Türkiye ile ittifakı överken Türkiye’nin İtilaf Devletleri’yle yakınlaşmasını eleştiriyordu. Ancak İtilaf Devletleri Boğazların kontrolünü Kemal Paşa’ya bıraktıktan sonra, Kemalistler İstanbul’daki komünist militanlara karşı bir polis operasyonu başlattılar. Pravda bu kez “Türkiye’de Beyaz Terör” manşetiyle çıktı. Her ne olursa olsun, 1923 1 Mayıs’ında başta İstanbul’da olmak üzere çok sayıda işçi greve gitti. Temmuz-Kasım 1923 grev dalgasında 30.000 işçinin katıldığı başka grevler de gerçekleşti (bkz. aşağıda).
VII. Türkiye Solu’nun Diğer Akımları, 1918-1925
Türkiye KP’sinin iki ana fraksiyonu haline gelen ve yukarıda tanımlanan “Spartakist” grup ile Türkiye komünist soluna ek olarak, bu belirleyici yıllarda sahneye çıkan ve bazıları KP’nin netliğini bulandıran farklı akım ve örgütleri de ayırmak gerekir.
Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve diğer on dört komünistin öldürülmesi gibi açık baskılar, Kemalist rejim altında Türkiye’deki militanların karşılaştığı zorlukların sadece bir boyutuydu (en acımasızı olsa da). Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in kuruluşuna (Ekim 1923) giden yıllarda ve sonrasında diğer akımların akıbetlerinde görüleceği gibi, baskı ve işbirliğini harmanlama konusunda da ustaydı.
a. Yeşil Ordu Cemiyeti
Savaşın hemen sonrasındaki siyasi konjonktürde İslam’ın gücünün bir göstergesi de takriben Mayıs 1920’de “Yeşil Ordu”nun kurulmasıydı.[111] Eski Rus imparatorluğundaki çeşitli Müslüman gruplar İslam’ın rengi yeşili kullanıyorlardı.
Bu milis güçlerden bazıları Transkafkasya’da savaştı ve Eylül 1918’de Bakü’nün ele geçirilmesine katkı sağladı. Kemalistler böyle bir “Yeşil Ordu” söylentisini Türk kamuoyunda laiklikle ilgili kuşkuları bastırmak için kullandılar, bu kuşkular İstanbul’daki Saltanat tarafından körükleniyordu. Gerçekteki Yeşil Ordu, Kemalistlerin irticacı İslamcı muhaliflerine karşı mücadeleyi kendi görevi olarak görüyordu.[112] Yeşil Ordu’nun pan-Asyacı, belki de pan-Turancı çağrısı “Asyalılar için Asya” şeklindeydi. Komintern’in Temmuz 1920’deki İkinci Kongresi’nde Lenin, pan-Asyacılığı “Türk ve Japon emperyalizminin” çıkarlarına hizmet etmekle suçlamıştı. Yukarıda adı geçen Çerkez Ethem, emrindeki 3.000 savaşçıyla Yeşil Ordu’nun lideri olarak ortaya çıkıp Mustafa Kemal’e rakip olma potansiyeli gösterince, milliyetçilerle bir kopuş yaşandı ve Kemal örgütü dağıtmaya kalkıştı. Ekim 1920’de cemiyetler yasası, hükümete devlet güvenliği için tehlikeli gördüğü örgütleri yasaklama hakkı verecek şekilde değiştirildi.
Başkurt Bolşeviklerinden Şerif Manatov’un Yeşil Ordu üzerindeki etkisi işleri daha da karmaşık hale getirdi. Manatov kuşkusuz ortaya çıkmakta olan komünist hareketin sol kanadındaki en ilginç figürlerden biriydi. Radikal ajitasyonun merkezi olan Eskişehir’de konferanslar veriyordu ve Eskişehir’den çıkan Yeşil Ordu basınının çoğu “çeşitli ilahiyat incelikleriyle Bolşevizm’in ilkelerinin İslam’ınkilerle aynı olduğunu” anlatıyordu.[113] Yeşil Ordu üzerindeki Komintern etkisi, Mustafa Kemal için bu hassas dönemeçte militanlarına yönelik açık bir baskının Sovyetler Birliği ile sorun yaratabileceği anlamına geliyordu. Kemal’in çözümü, Ekim ayı sonlarında devletin desteklediği “resmi” bir Komünist Parti kurmak oldu. Aralarında Çerkez Ethem’in de bulunduğu bazı Yeşil Ordu militanlarını resmi partiye entegre eden ve partinin basınını Ankara’ya taşıyan Kemal, daha sonra Yeşil Ordu’yu feshetti. Ethem’in düzensiz birliklerinin bir kısmı Kemalist orduya entegre edildi. Olayların gidişatını fark eden Ethem bir direniş başlatmaya çalışsa da bu nafile bir çabaydı. Hükümet, her ne sebeple olursa olsun düzensiz güçlerin askere alınmasını yasaklayan bir ferman yayınladı. Tamamen saf dışı kalan Ethem’in birlikleri dağıldı ya da Ocak 1921 başındaki genel baskının bir parçası olarak ezildi ve böylece Ethem de kaçtı. Kemalist hükümet bunun ardından eski Yeşil Ordu’nun yayın faaliyetlerini resmi devlet basınına entegre etti.[114] 8 Ocak’ta, Aralık 1920-Ocak 1921’deki baskı dalgasının bir parçası olarak, Kemal Ethem’i ve “komünizm propagandacılarını” Büyük Millet Meclisi huzurunda şiddetle kınadı.
b. Halk Zümresi
Halk Zümresi (Loren Goldner tarafından yanlış bir şekilde Halk Fırkası diye çevrilmiştir), Yeşil Ordu militanlarının kendilerini Kemalist kurumlara adapte edebilmelerinin bir başka yoluydu, her ne kadar bazı üyeleri bu entegrasyonu reddetse de. 1920 yazında Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekillerinin dörtte birinden fazlasını ve Kemalistlere karşı en büyük muhalefeti oluşturuyordu. Yeşil Ordu’nun Bolşevizm, İslam ve Pan-Asyacılık karışımını toptan devraldı. Bu noktada çok az insan Bolşevizmin, İtilaf Devletleri’ne karşı halk direnişi dışında ne anlama geldiği konusunda net bir fikre sahipti. Önemli bir parti sözcüsü olan Şeyh Servet Efendi, Bakü Kongresi’nin ardından, görevin Batı’ya karşı bir cihat için Bolşeviklerle ittifak yapmak olduğunu savundu. Servet’e göre Bolşevizm’in ilkeleri İslam’ın ilkeleriydi, yani “hayırseverlik ve cömertlik”.[115]
Halk Zümresi, Büyük Millet Meclisi’nde İçişleri Bakanlığı (siyasi gözetimden sorumlu) gibi güçlü bir makam için Kemalist bir adayı yenecek ve kendi üyelerinden biri olan Nazım Bey’i seçtirecek kadar güçlüydü. Mustafa Kemal bundan memnun olmadı ve Nazım Bey’i istifaya zorladı.
Ardından, Eylül ayı başlarında Halk Zümresi, mecliste açıkça bölücü bir tartışmaya yol açacak, biraz radikal önlemlerden oluşan bir program sundu. Bunlar arasında halk egemenliğinin savunulması, kafa ve kol işçilerinin gerçek iktidar kaynağı olarak belirlenmesi ve Batı’nın ahlaksızlıklarına karşı mücadele aracı olarak başta kardeşlik olmak üzere “İslam’ın kutsal ilkelerinin” teyit edilmesi yer alıyordu. Kamusal yaşamın her kademesinde demokratik meclisleri, alkolizm ve suça karşı mücadeleyi, ücretsiz ve zorunlu halk eğitimini, toprak dağıtımını ve vergi yükümlülüklerinin hafifletilmesini savunuyordu.[116]
Kemal Paşa bu tehdidi, Halk Zümresi programının büyük bir kısmını daha az kışkırtıcı bir dille kendi programına aktararak karşıladı. Üstünlüğü kaybeden Halk Zümresi boyun eğdi ve onların programı yerine Kemal’in programı anayasa komisyonuna gitti. 20 Ocak 1921 tarihli yeni Anayasa, padişah-halifenin şahsına, İslam’a ve Osmanlı saltanatının kurumlarına bağlılığı teyit ediyordu.
c. “Resmi” Türkiye Komünist Partisi
Yeşil Ordu’nun Bolşevik etkisindeki unsurlarını etkisiz hale getirmek için karman çorman bir halde yaratılan resmi Türkiye Komünist Partisi, 1920 yılının Ekim ayı sonlarında Kemalist iktidara destek olmak amacıyla kuruldu. İçişleri Bakanlığı tarafından tüm komünist gruplara faaliyetlerini durdurmaları ya da yeni partiye katılmaları emredildi. Hükümete göre, Türkiye Komünist Partisi Bolşevizmin Türkiye’ye uygun tek biçimiydi çünkü Rusya’nın aksine, Türk toplumunun tüm katmanları Batı emperyalizminin baskısına maruz kalmıştı.[117] İşçi ve asker sovyetlerinin karışmasını önlemek için M. Kemal, Batı cephesinin Kemalist komutanı Ali Fuat Paşa’ya partinin merkez komitesine üye olmasını emretti, böylece parti “ordunun en kıdemli komutanlarının kontrolünde” olacaktı.[118] Yine Ekim ayında Ankara’ya önemli bir Sovyet heyetinin gelmesi, Sovyetler Birliği’ne bir jest olarak milliyetçi basında komünizm yanlısı yazıların yayınlanmasına vesile oldu.[119] Yeni partinin programının büyük bir kısmı, garip bir şekilde Mustafa Kemal tarafından benimsenmiş olan Halk Zümresi programını andırıyordu. Parti tüzüğünde mülkiyetin ortadan kaldırılmasını savunanların “emperyalizm ve kapitalizm destekçileri” olduğu belirtiliyor, komünist ilkelerin İslam ile özdeşliği ve partinin Moskova’dan tam bağımsızlığı yeniden vurgulanıyordu. Bununla birlikte, partinin gazetesi Ocak 1921’de hükümet tarafından tüm sol örgütlere yönelik genel operasyonlar sırasında bastırıldı ve parti, kamusal varlığının ortadan kalkmasıyla sönümlendi.
VIII. Halkın Komünist Partisi: Ulusal Sorunda Son Nokta
Bu ideolojik kaymalardan ve İslamo-Komünistler gibi şüpheli yol arkadaşlarından kurtulan ve ortaya çıkan ciddi Türk komünist partisi, nihayetinde sağ kanat, Şefik Hüsnü’nün Aydınlık grubu ve sol kanat, Şerif Manatov ve Salih Hacıoğlu tarafından temsil edilen Anadolu akımı ve Manatov’un Türkiye’den sınır dışı edilmesinin ardından Hacıoğlu arasında giderek kutuplaştı.
Halkın Komünist Partisi (Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası) 1920 yazında, muhtemelen Mustafa Suphi’nin Bakü’deki örgütüyle irtibat halinde kuruldu.[120] İstanbul, Eskişehir ve Karadeniz limanlarındaki propaganda gruplarının yanı sıra Yeşil Ordu militanlarından oluşan bir ağ üzerinden ortaya çıktı. Belirtildiği gibi, Manatov[121] ve Hacıoğlu,[122] solun Türkiye ve Rusya’daki tasfiyesine kadar solun sözcüsü olmaya devam edecekti. Partinin programı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının savunulması gibi önemli bir istisna dışında, Yeşil Ordu’nunkine çarpıcı biçimde benziyordu. 14 Temmuz 1920’de Eskişehir’de yayınlanan bir bildiriyle Anadolu’nun “köylü ve işçilerine” Üçüncü Enternasyonal’e bağlı bir Türkiye Komünist Partisi’nin kurulduğu duyuruldu. Parti militanları Eskişehir’de zorunlu askerliğe karşı gösteriler düzenlemeyi bile başardılar. Parti basını ve diğer faaliyetler için finansman Ekim ayında Ankara’daki Sovyet temsilciliğinden geldi.
Mustafa Kemal “resmi” Komünist Parti[123] aracılığıyla bu gizli partiye hızla saldırdı ve Manatov’u Ekim 1920’de Türkiye’den kovdu. Gizli partinin militanlarının çoğu boyun eğmeyi reddetti ve Kasım ayında karşı saldırıya geçti. Salih Hacıoğlu ve çekirdek gruptan diğerleri, Halk Zümresi’nin sol kanadından bazı milletvekilleriyle birleşerek, Hacıoğlu’nun kilit rol oynadığı Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nı kurdular. Yeni partinin kuruluşunu ilan eden bir genelge yayınladılar ve Üçüncü Enternasyonal ve Bolşevizm adına “resmi” Komünist Parti’yi kınarken, artık işbirliği yapılan Yeşil Ordu’nun gerçek devamcısının sadece kendileri olduğunda ısrar ettiler. Parti tüzüğü ve programı yine de Aralık 1920 sonunda İçişleri Bakanlığı tarafından tanındı ve parti kısa süreliğine de olsa yasal hale geldi.
En hafif tabirle (Paul Dumont’un da altını çizdiği gibi[124]), gizlilikten çıkmak için kötü bir zamandı. Daha önce de gösterildiği gibi, 1920 sonu ve 1921 başında Kemalist rejim Anadolu solunu tasfiye etmeye kararlıydı. Parti yine de yoluna devam etti, Ocak ayı ortasında günlük gazetesi Emek’i yayımlamaya başladı ve büyük bir kargaşa yarattı. İlk sayının başyazısında Kuran’ın özel mülkiyete ve kapitalizme düşman olduğu savunuluyordu. Gazete, başkalarının komünizmi Türkiye’nin özel koşullarına uydurma çabalarına hiçbir taviz vermedi. Bununla birlikte, gazetenin kısa süreli varlığı sırasında Bolşevizm ile İslam geleneğini uzlaştırmak için büyük bir çaba gösterildi. Gazete, bir Bulgar komünist gazetesinde Kemalizm’in diktatörce doğasına saldıran ve Anadolu’da iç savaş çıkacağını öngören bir makaleyi yeniden bastıktan sonra yasaklandı. 8 Ocak’ta, daha önce de belirtildiği gibi, Mustafa Kemal şiddet içerikli anti-komünist konuşmasını yapmıştı.
Salih Hacıoğlu 11 Ocak’ta tutuklandı ve kısa bir süre sonra Müslüman din adamları, müminleri komünist gruplardan uzak durmaya çağıran bir fetva yayımladı. Ocak ayının sonunda, milletvekili dokunulmazlığı olan üç kişi dışında parti liderlerinin çoğu tutuklandı. Parti 2 Şubat’ta feshedildi. Nisan 1921’de milletvekillerinin bile dokunulmazlıkları kaldırıldı, hükümeti devirmeye teşebbüs etmekten suçlu bulundular ve 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Daha az tanınmış kişiler ise daha düşük hükümler giydi.[125]
Ancak bu şiddetli baskı Anadolu’daki komünist militanların faaliyetlerini engellemedi. Frunze’nin Aralık 1921’deki ziyaretiyle (daha önce de belirtildiği gibi) Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında başlayan yeni yakınlaşma, Salih Hacıoğlu da dahil olmak üzere tutuklananların birçoğunun affedilmesini sağladı. [126]
Paul Dumont’un bu noktada Türk komünizminin durumuna ilişkin yorumu, uzun uzun alıntılanmaya değer bir pasajda aşağıdaki gibidir:
“Halk İştirakiyyun Fırkası’nın kapatılması… Türk “solunun” tarihinde bir dönüm noktasıdır. Yaklaşık bir yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış çeşitli militan grupları faaliyetlerini yavaşlatmak zorunda kalacaklardı. THİF Mart 1922’de küllerinden yeniden doğduğunda, canlılığının ve kendiliğindenliğinin büyük bir kısmını yitirmişti. Bundan sonra aktif siyasi yaşamdan kopmuş ve Komünist Enternasyonal tarafından tamamen uysallaştırılmış doktriner bir hareketle karşı karşıyayız.
Daha sonraki dönemin bu temkinli ve donuk soluyla karşılaştırıldığında, 1920 solu genel olarak savaşçılığı, doktrin meselelerindeki açık sözlülüğü ve aynı zamanda kurnazlığıyla karakterize ediliyordu. Dahası… tek bir soldan değil, ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş birkaç soldan bahsediyoruz. Bireysel pozisyonların çokluğu sayesinde, biraz da iyi niyetle, üç ana akımı ayırt edebiliriz. Ana fikri İstanbul’dan Buhara’ya uzanan Büyük Turan Türkiyesi’ni yaratmak için komünist coşkuyu kullanmak olduğu anlaşılan milliyetçi, hatta aşırı milliyetçi bir akım. Hakkı Behiç tarafından temsil edilen, her şeyden önce toplumsal bir ayaklanmadan kaçınmaya özen gösteren ve devlet tarafından verilip yürütülen reformların savunucusu olan ılımlı bir akım. Son olarak, Ekim Devrimi’nin fikirlerine bağlı, ancak hiçbir şekilde ülkenin kültürel ve toplumsal geleneklerini bir kenara atmaya hazır olmayan “aşırı” bir akım vardı.
Bu üç akımda dikkatimizi çeken şey, İslam’a atfettikleri merkezi roldür. Gözleri Batı’da olan Osmanlı sosyalistleri, Birinci Dünya Savaşı öncesinde İslam olgusunu memnuniyetle görmezden geliyorlardı. Anadolu’nun kalbinde yerleşik, gözleri Doğu’ya sabitlenmiş 1920 Türk solu için ise İslam tam tersine daimi bir saplantıydı…
Üçüncü Enternasyonal Anadolu komünist hareketini entegre etmeyi başardığında, İslam yoluyla meşrulaştırma kaygısı Türk militanların ideolojik bagajından tamamen kayboldu. 1922’den sonra Türkiye’de, kesinlikle ikna edici, ancak ülkenin ekonomik, kültürel ve sosyal gerçeklerinden bir şekilde bihaber, alelade bir Marksizm’in hakim olduğunu görüyoruz. Fikirlerdeki bu dönüşüme örgütlenmedeki değişim de eşlik etti. Yeşil Ordu, Popülist grup, resmi Komünist Parti ve Halkın Komünist Partisi’ne İttihat ve Terakki’nin eski üyelerinden oluşan bir grup sızmıştı. Eylül 1921’de Enver Paşa’nın Mustafa Kemal hükümetine karşı planladığı darbenin başarısızlığından sonra bu İttihatçılar, Kemalist milliyetçilikle mücadelede işe yaramadıkları belli olan bu sol fikirlerden kesin olarak uzaklaştılar. Bu “aşırıcılar”, Komintern tarafından sunulan doktrinle ne yapacaklarını pek bilemedikleri ve devrim trenini kaçırdıklarının farkında olarak kendilerini kendi kaderlerine terk edilmiş buldular.”[127]
Her halükarda Dumont’un öğretici ama nihayetinde akademik görüşü budur. Ancak Dumont, Şefik Hüsnü ve Aydınlık grubuna Anadolu’dan gelen açık sol muhalefeti ve parti içinde burjuva ulusal kurtuluşuna, yani Kemalist harekete destek konusunda patlak veren tartışmalardan bihaber gibi. Salih Hacıoğlu’nun ve sol tabanın milliyetçilik karşıtı tutumu pek de “donuk” değildi.
THİF’nin yasal olarak varlığını sürdürmesine 1922 baharında izin verildi, ancak baskılar yeniden sıkılaştı ve Eylül’de parti kongresini Ankara’da gizli olarak yapmak zorunda kaldı.[128] Kongre, Komintern’in Üçüncü Kongresi’nin direktifleri doğrultusunda, şimdilik Kemalist devrimi destekleme kararı aldı. Ayrıca nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Türk köylülüğüne yönelik belirli bir yönelim de ifade etti.
Solun ağırlıkta olduğu parti militanları, Türkiye’nin güneydoğusundaki Kilikya’da önemli bir işçi konfederasyonu kurmayı başardılar. Konfederasyonun Ekim 1922 başlarında yapılan ve THİF Merkez Komitesinin tamamı ile 40 proleter delegenin katıldığı kongresinde sekiz saatlik işgünü, güvence altına alınmış asgari ücret, ücretli izinler ve toplu iş sözleşmeleri talep edildi. Kongre, Kemalist anti-komünist Başbakan Rauf Bey’in işçi karşıtı politikalarına saldırarak, “Batı emperyalizmine karşı mücadelede pek çok evladını kaybeden işçi sınıfının… artık desteğini sunmak zorunda olmadığını” ilan etti.[129]
Her ne olursa olsun, 11 Ekim’de çarpışan ordular Türk-Yunan savaşını sona erdiren Mudanya Mütarekesi’ni imzaladı ve sağa doğru yeni bir kayış yakındı. Ulusal askeri zafer kutlamalarının ortasında, THİF hükümet tarafından vatan hainliği ve Sovyetler Birliği için casusluk yapmakla suçlanarak feshedildi. Aralarında çok sayıda işçi sınıfı sempatizanının da bulunduğu altmış küsur parti militanı 20 Ekim’de Ankara’da tutuklandı ve bunu birkaç gün sonra Anadolu’nun dört bir yanındaki başka tutuklamalar izledi. Yeni Kilikya konfederasyonu da yasaklandı. Toplamda 200 kişi tutuklanmıştı. Salih Hacıoğlu ve bir avuç parti yöneticisi, Komintern’in Moskova’daki Dördüncü Kongresi’ne gitmek üzere yola çıktıkları için tutuklanmaktan kurtuldular.
Sovyet hükümeti ve Komintern için Kemalist hükümetle ilişkilerin önemi bir kez daha siyasi tutuklularla dayanışmanın önüne geçti. Sadece Fransız Komünist Partisi gazetesi l’Humanité “Ellerinizi Türkiye’den Çekin” manşetini attı. İzvestia ve Pravda Türk-Sovyet dostluğunu övmeye devam ederken, Sovyetler Birliği’nin 1923 baharında barış şartlarının kesinleşeceği Lozan Konferansı’na dahil edilip edilmeyeceği konusunda endişeliydi. Kemalistlerin 1 Kasım’da saltanatı kaldırması uluslararası komünist basında geniş bir şekilde değerlendirildi, ancak siyasi mahkumlara değinilmedi.
Sadece 15 Kasım’da İzvestia ve Pravda’nın ön sayfalarında Türkiye’deki baskılarla ilgili uzun makaleler yayımlandı. Aradan geçen iki hafta içinde Kemalistler çeşitli anti-komünist baskı politikalarına devam etmişlerdi. Ankara’daki Sovyet Büyükelçiliği ticari faaliyetlerini durdurmaya zorlanmış ve bir Sovyet kuryesinin diplomatik belgelerine el konulmuştu. Paul Dumont’un görüşüne göre bu baskı politikaları, Lozan Konferansı’na ilişkin kaygılarla birleştiğinde, tavır değişikliğine yol açan nokta atışı darbelerdi.[130]
Kasım ayı sonlarında enternasyonal komünist basında baskılar konusunda yeni bir sessizlik hakim oldu. Lozan Konferansı 20 Kasım’da Sovyetler’in de katılımıyla başladı ve Boğazların statüsüne ilişkin çözüm büyük önem taşıyordu. 22 Kasım’da Pravda’da Karl Radek tarafından kaleme alınan önemli bir makalede, Sovyetler Birliği’nin Lozan’da “Türkiye’nin meşru taleplerini destekleyeceğini” ve Batı’da Sovyet politikasının tutarsızlıklarını eleştirenlerin “temelde tutumumuzun taktik manevralardan veya Türk hükümetinin iç politikasından kesinlikle bağımsız olduğunu anlamadıklarını… Ancak tüm sapmalara ve zikzaklara rağmen Sovyet Rusya’nın, uluslararası sanayi proletaryasının uluslararası sermayeye karşı mücadelede Doğu halklarının bağımsızlık hareketleriyle birlikte yürüyebileceği büyük tarihsel yolu takip ettiğini” savunuyordu. [131]
Komintern’in Dördüncü Kongresi, Üçüncü Kongre’nin kararlarını tasdik ederek, sömürge ya da yarı-sömürge ülkelerdeki komünistleri “burjuva demokrasisi” ile işbirliği yapmaya davet etti. Komünistler, Lenin’in 1920’de söylediğinin aksine, pan-İslamcılarla bile işbirliği yapabilirlerdi.[132] Yarı-kolonyal ve kolonyal dünyasındaki milliyetçi burjuvaziye verilen bu destek Karl Radek’in bir konuşmasında yinelendi. Salih Hacıoğlu Komintern delegelerine aşağıdaki yanıtı gönderdi:
“… Sovyet hükümetinin mali ve siyasi yardımı sayesinde sınıf bilincine kavuşan milli burjuvazinin Türkiye Komünist Partisi’ne yönelttiği son saldırı ve taarruz… ne Türk komünistlerine boyun eğdirecek ne de sosyal devrimi durduracaktır.”[133]
Askeri çatışmaların sona ermesi ve ülkenin yeniden birleşmesiyle birlikte, komünist faaliyetin odağı Anadolu’dan, “sayısız zanaatkâr dükkânı, gıda endüstrisi, tabakhaneleri, tütün işleme tesisleri, tekstil endüstrileri, sabun imalathaneleri, donanma tersaneleri, liman ve demiryolu tesisleriyle Yakın Doğu’daki en önemli ‘proleter’ yoğunluğuna sahip olan İstanbul’a” kaydı.[134]
Ekim 1922’deki Anadolu baskınının ardından, Şefik Hüsnü’nün İstanbul’daki grubu yeni Türkiye’deki tek yasal sol örgüttü. Padişah, Osmanlı iktidarının son günlerinde İstanbul’da benzer tutuklamalar gerçekleştirmiş ve bazı militanları yurtdışına kaçmaya zorlamıştı. Ancak Lozan görüşmeleri sırasında İtilaf Devletleri ile Kemalist rejim arasındaki gerginlikler, Türk-Sovyet ilişkilerinde bir başka değişime neden oldu. Komintern’in Dördüncü Kongresi’nin ardından, İstanbul’da üssü bulunan Hüsnü ile Rusya’dan dönen ve Anadolu’yu temsil eden Salih Hacıoğlu, Türk komünizminin iki kilit ismi olarak bir araya geldi. Disiplinli bir Komintern partisi olarak görevi, Kemalist rejimi desteklemeye devam ederken aynı zamanda yaklaşmakta olan proleter devrime hazırlanmaktı; Hacıoğlu ve tabanı bu desteği reddetti. Hüsnü’nün Aydınlık dergisi (“Spartakist” kökenleri daha önce ele alınmıştı) partinin İstanbul’daki teorik yayın organı oldu. Hüsnü ve takipçileri yeni Üçüncü Enternasyonal’in “kitleleri fethetme” taktiğini uyguladılar ve “girecekleri” bir kitle örgütü aradılar, ancak İstanbul’daki tek gerçek işçi temelli örgüt olan, deneyimli bir sendika militanı Şakir Rasim’in Umum Amele Birliği tarafından dışlandılar. Rasim ve militan takipçileri, yabancı işletmelere karşı Kemalistlerin ve Türk işverenlerin takdirini kazanan bir mücadele vererek gerçek bir başarı elde ederken, Aydınlık grubunu kenarda bıraktılar.
Ancak TKP’nin Hüsnü fraksiyonu, “resmi” Komünist Parti’nin Şubat 1923’te İzmir’de ülke çapında bir iktisat kongresi toplayacağını duyurmasıyla bir şans yakaladı. Kongre, yeni rejim için iddialı ekonomik reformlar hazırlamak üzere köylüleri ve çiftçileri, iş adamlarını, işçileri, sanayicileri ve zanaatkârları bir araya getirecekti. Yerel düzeyde büyük bir enerjiyle öneriler ve programlar hazırlandı. Şefik Hüsnü, bir işçi komisyonu adına, diğer şeylerin yanı sıra, sekiz saatlik iş günü, çocuk işçiliğinin katiyen yasaklanması, kadınlar için ayda üç gün izin, on altı haftalık doğum izni, haftalık dinlenme süresi, grev ve örgütlenme hakkı üzerindeki tüm yasal sınırlamaların kaldırılması, bir sağlık sistemi ve hatta işçilerle patronlar arasında iletişim için “fabrika komiteleri” talep eden bir program hazırladı.[135] Aydınlık’ta yer alan ve tüm Türk ekonomisi için bir program içeren bir başka metin, Türk tarımının modernleştirilmesi ve Anadolu köylüsünün durumunu iyileştirecek bir dizi önlemin yanı sıra diğer sektörlerle de ilgilenilmesi çağrısında bulunuyordu. Bu belge, yabancı sermaye ile iş yapmanın gerekliliğini kabul etmesiyle kayda değerdi. Aydınlık, daha önce ele alınan elitist Clarté kökenlerini yineleyerek, aslında devlet destekli bir Türk kapitalist sınıfının yaratılması çağrısında bulunuyordu:
“…Devlet, iç pazara hizmet etmeyi amaçlayan kooperatiflerin kurulmasını desteklemeli ve tüm dış ticaretin idaresini üstlenmelidir…en acil olan demiryolu şirketlerinin devletleştirilmesi ya da en azından hisselerin satın alınması yoluyla kısmen devletleştirilmesidir…ve son olarak Anadolu’yu dışa açmaya adanmış gerçek bir kamu hizmetinin oluşturulmasıdır.”[136]
Kongre 1923 Şubatı’nın ortasında başladı ve on gün sürdü. Sovyet Büyükelçisi ve Azerbaycan Büyükelçisi Mustafa Kemal’le aynı trende gelmiş ve kongrenin şeref divanında yer alarak büyük gürültü koparmışlardı. Lozan’daki müzakereler sırasında “anti-emperyalizm” günün konusuydu. Yetkililer, potansiyel aykırıları bir kenara itmek amacıyla “işçi” delegeleri (çoğu işçi sınıfı kimliğine sahip olmayan toplam 187 delege) seçmeye özen göstermişlerdi. Kongre dört çalışma grubuna ayrılmıştı: tarım, ticaret, sanayi ve emek. İstanbul’dan gelen daha ihtiyatlı Umum Amele Birliği, Hüsnü’nünkinden daha ılımlı bir program sundu ve daha çok işverenlerden yardım talep etmeye yöneldi. İşçi delegasyonu, kendi değişikliklerini sunan ticaret ve sanayi kesimlerinin düşmanca tutumuna rağmen, programını hükümete iletmeyi başardı. Mevcut küçük işçi azınlığın ciddi bir düşmanca tutuma rağmen platformunu ilerletebilmesi, Şefik Hüsnü’nün Türk işçi delegasyonunu olgunluğu ve mevcut diğer sosyal sınıflara sesini duyurma becerisi nedeniyle tebrik etmesine neden oldu.[137] Hüsnü ile İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, savaşın sona ermesi ve ulusal konferansta önemli bir etki yaratılmasıyla birlikte, sonbahar tutuklamalarının soğukluğunun ardından beklenen anın geldiğini düşünüyordu.
Hüsnü ve Aydınlık grubu bir kez daha hesaplarını Türk-Sovyet ilişkilerindeki sarkacın salınımını hesaba katmadan yaptılar. Lozan’daki zaferlerinden sonra Kemalistlerin artık Sovyet ittifakına ihtiyaç duymadıkları gerçeğini gözden kaçırdılar. Lozan barış görüşmeleri sırasında, Türkiye’nin İtilaf Devletleri’ne verdiği gerçek ya da sözde tavizler üzerine propaganda bombardımanı yapılmıştı. Daha sonra maskeler düştü. Kemalist “sağlık müfettişleri” Hüsnü’nün partisinin bürolarını bastı ve Salih Hacıoğlu’nu tutukladı. 17 Mart’ta özel bir mahkeme, önceki Ekim ayında tutuklanan militanların yanı sıra Salih Hacıoğlu ve bir dizi radikal işçiyi yargılamaya başladı. Lozan’daki yumuşama sırasında Ruslar resmi yollardan tutuklananların serbest bırakılmasını sağlamaya çalışmışlardı. Birdenbire Hüsnü’nün grubu yeni bir şokla sarsıldı ve Aralık 1919 seçimlerinde kendisi de aday göstermiş olmasına rağmen, adaylar arasındaki “ilericileri” ayıklamak için sadece asgari bir program yayımlamayı başarabildi. Hüsnü destekçilerini sadece Kemalistlere oy vermeye çağırdı ve “irticaya” giden yolu kapattı. Sovyet ve Türk gazeteleri karşılıklı propaganda bombardımanına başladı. 21 Nisan’da yeni bir baskı ve ardından tutuklama dalgası geldi ve bu kez Şefik Hüsnü ile diğer parti liderleri yakalandı. Ankara’daki büyükelçi Aralov’un izne ayrılması istendi ve İstanbul’daki Sovyet konsolosluğunun birçok çalışanı Türkiye’den sınır dışı edildi.
Bunun üzerine uluslararası komünist basın harekete geçti ve Pravda Mayıs ayında “Türkiye’de Beyaz Terör” manşetini attı. Ancak sadece birkaç hafta sonra, “beyaz terör” sırasında tutuklananlar beraat etti ve Mayıs sonunda serbest bırakıldı. Ekim 1922’de tutuklananlar, idam cezasını içeren bir yasa kapsamında suçlanarak üç ay hapis ve para cezasına mahkum edildi.
Bu deneyimlerin etkisiyle uyuşan Şefik Hüsnü ve militanları, serbest bırakılmalarının ardından Rusya ile Türkiye arasındaki ortam yeniden düzeldiğinde (hiçbir zaman beceremedikleri) kitlesel çalışma çabasına girişemediler. Bunun yerine, 1923 yazındaki grev dalgasından yararlanmayı başaran oportünist, ılımlı Umum Amele Birliği oldu. Lozan Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923’te imzalanması bunun işaretini verdi. Geçmişte yaşanan uzun aşağılamalara dayanan milliyetçilik ve hatta yabancı düşmanlığı dalgası, yabancı şirketleri öncelikli hedef haline getirdi. Müslüman işçiler, Hıristiyan mavi ve beyaz yakalı işçilerin kovulmasını ve Avrupalı yöneticilerin sınır dışı edilmesini talep etti. Rum ve Ermeni göçü yoğunlaştı. Grevciler arasında yabancı karşıtı duyguların yoğunluğu ve bunun sonucu olarak yabancı şirketlerdeki militanlık, Kemalist yetkililerin kamuoyu önünde sempati duymasını mümkün kıldı. Bazı bölgelerde Türk işçiler, Türk ve Müslüman olmayan azınlıklara karşı cephe aldı. Ekim ayında, sadece ticaret ve sanayide değil, reklamlardan filmlerin altyazılarına kadar her alanda Türkçenin tek kamu dili olmasını zorunlu kılan bir dizi düzenleme yapıldı. Ekim 1923’te yabancı şirketlere sadece Türk Müslümanları çalıştırma zorunluluğu getirildi. Daha önce milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı deneyimine sahip olan Umum Amele Birliği, İngiliz İşçi Partisi ve İkinci Enternasyonal ile bağlarını geliştirirken bile bu dalgaya eşlik etmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’te ilan edilmesiyle, birçok grevcinin milliyetçi ve yabancı düşmanı ruh haline karşı çıkamayan ve işçi sınıfı içinde hiçbir zaman Anadolu fraksiyonu kadar güçlü bir şekilde kök salamayan Şefik Hüsnü’nün grubu yine izole edilmiş bir gruptu.
3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı ve Türkiye’de eğitim tamamen laikleştirildi. Grev dalgasının ardından, 1924 sendikaların genişlemesi için iyi bir yıl oldu. Şefik Hüsnü’nün Aydınlık dergisi İstanbul entelijansiyası içindeki tabanını genişletti. Demiryolu grevi sırasında, 26 Kasım 1923’te Şakir Rasim ve İstanbul Umum Amele Birliği, 19.000 işçiyi temsil eden 250 delegenin katılımıyla bir kongre topladı. Örgütün adı Türkiye Umum Amele Birliği olarak değiştirildi. Kemalistlere yakın ve Halk Fırkası üyesi bir isim başkan yardımcısı olarak seçildi ve hükümete yakınlaşarak anti-komünist açıklamalarda bulundu. Kemalist hükümet Birliğin İkinci Enternasyonal ile olan bağlarından kuşkulanmaya devam etti ve 18 Aralık’ta Birliğin dağılmasını emretti. Ancak Birliğin Kemalist başkan yardımcısının nüfuzlu arkadaşları karşı bir emir yayınladı ve Birliğin kaderi Mayıs ayına kadar belirsizliğini korudu. Ocak 1924’te, bir önceki yıl iktisat konferansında söz verildiği gibi, yeni bir iş kanunu için de baskı yapılmıştı. Sendika lideri Şakir Rasim, Kemal’in 2 Şubat tarihli mektubuyla yeni bir yasa vaadinde bulunarak ilgi çekmeye çalıştı. Şefik Hüsnü’nün Rasim’le yakınlaştığı bu çıkmaz uzadıkça uzadı. Bir diğer büyük 1 Mayıs mitinginin ardından, Mayıs ortasında bir mahkeme nihayet Birliğin faaliyetlerini durdurmasına karar verdi. Ancak işçiler 1924 Yazı boyunca yabancı şirketlerde kendiliğinden eylemlerle karşılık verdiler. Temmuz ayında bir tramvay grevi patlak verdi. Polis çağrıldı, birkaç grevci yaralandı ve 30 kişi tutuklandı. Bunu bir posta grevi izledi, lokavtla karşılık verildi ve grev kırıcıların kullanılmasıyla yenilgiye uğratıldı. İşçi ajitasyonu ilk olarak demiryolu grevleriyle, Kemalizm karşıtı politikaların ortaya çıktığı Eskişehir de dahil olmak üzere Anadolu’ya yayıldı. Hükümet buna Fransız, Yunan ve Bulgar (Hıristiyan) grev kırıcıları getirerek yanıt verdi.
Eylül 1924’te feshedilen Birlik, Kemalist bir örgüt olarak görünmeye çalışarak “Amele Teali Cemiyeti” adı altında yeniden doğdu. Ancak Rasim ve Hüsnü’nün başka fikirleri vardı. Sosyalistler ve Komünistler örgüte sızmak ve örgütü kontrol etmek için birlikte çalıştılar. Hüsnü’nün kendisi de ajitatör olarak katıldı. 1923’te olduğu gibi aynı kesimler aynı talepler etrafında harekete geçti ve bir önceki yıl olduğu gibi yenilgi üstüne yenilgi yaşandı.
Şubat 1925’te Türkiye’nin doğusunda Şeyh Said liderliğinde büyük bir Kürt isyanı patlak verdi. 4 Mart’ta Büyük Millet Meclisi hükümete tam yetki verdi ve olağanüstü hal ilan edildi. Bu ortamda işçi militanlar geri çekildi.
Kürt isyanı Kemalistleri Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya doğru itti. Türkiye’nin uluslararası konumu, İran’dan gelebilecek olası bir askeri tehdit ve Musul konusunda İngiltere ile yaşanan gerilim nedeniyle ciddi görünüyordu. Sovyetler Birliği ve Türkiye’nin bir kez daha birbirlerine ihtiyacı vardı.
Bir kez daha, Sovyet hükümetiyle yakınlaşma diyalektiği, iç baskılarla birleşerek sarkacın yeni bir salınımına işaret etti ve Hüsnü’nün Aydınlık dergisi Şubat 1925’te yasaklandı. Son sayılar giderek daha açık bir şekilde Sovyet yanlısı bir yöne doğru evriliyordu. Mayıs 1924’te Hüsnü, “emperyalistlere” karşı Kemal’e destek çağrısı yapmaya devam ederken bile “burjuva” Cumhuriyet’ten duyduğu hayal kırıklığını dile getirmişti. Rejimdeki liberal ekonomik eğilimleri eleştiriyor ve daha devletçi politikalar için çağrıda bulunuyordu. Aslında Türkiye için bir devlet kapitalizmi “aşaması” teorisi geliştiriyordu.[138] Yabancı sermaye tarafından kontrol edilen tütün tekelinin 1924 ortalarında bastırılmasından sonra Hüsnü daha fazla devlet tekeli çağrısında bulundu. Aydınlık’ta sanayi, dış ticaret, iletişim ve üçüncül sektörde devletçi önlemler desteklendi. Tarımla ilgili yazılar “büyük mülklerin kamulaştırılması” ve toprağın yoksul köylülere ücretsiz dağıtılması çağrısında bulunuyordu.
Komintern’in 1924’teki Beşinci Kongresi’nde Hüsnü ve Aydınlık, Ukraynalı Manuilsky tarafından topa tutuldular ve sınıf işbirliğiyle suçlandılar, oysa Türkler emperyalizme karşı burjuva ulusal kurtuluşunu destekleyen Komintern çizgisini titizlikle uyguluyorlardı. Manuilsky, sömürge ve yarı-sömürge dünyanın tüm partilerinin menfaati için Türkleri ibretialem olarak kullanıyordu. Şefik Hüsnü ise cevaben Türkiye’nin ulusal kurtuluşunun henüz başında olduğunu savundu. Bu eleştiri Hüsnü’yü ve parti militanlarını işçi kesimlerine daha fazla ilgi göstermeye itti.
Ocak 1925’te Türkiye Komünist Partisi, Hüsnü’nün İstanbul’daki evinde, yine Komintern yetkililerinden oluşan büyük bir grubun hazır bulunduğu gizli bir Üçüncü Kongre düzenledi. Hapisten yeni çıkmış olan Salih Hacıoğlu da kongreye katıldı, ancak Stalinistlerin desteğiyle kontrolü tamamen ele geçirmiş olan Aydınlık hizbine karşı bariz biçimde azınlıkta kalmıştı. Kongre, bir önceki yıl Manuilsky tarafından yapılan suçlamaların bir değerlendirmesini yaptı ve Şefik Hüsnü, genel sekreter olarak kalırken, özeleştiri vermek zorunda kaldı. Yeni merkez komitesi Aydınlık’ın yayın kurulu ile aynıydı. Partinin ajitasyon dergisi yeniden canlandırıldı ve Amele Teali Cemiyeti ile daha yakın ilişkiler kurulması planlandı. Sol, daha sonra sağcı liderliğe ateş püskürdü:
“Merkez Komite’nin yönetici grubu, …Aydınlık’ın yayın kurulundan başka bir şey değildir… Bu kurul, proleter kitlelerle hiçbir bağı olmayan sekter yazarlardan oluşmaktadır… Bu gazete işçilere ulusal sermaye birikimini artırmalarını söylemektedir…”[139]
Mayıs ortasında, Kürt isyanının ardından devam eden baskılar sırasında kırk parti üyesi tutuklandı. Hüsnü önlemini almıştı -sol, rejimin içindeki dostları tarafından önceden uyarıldığını ima ediyordu- ve Almanya’ya kaçtı. İstanbul’daki yerüstü örgütü çökertilmiş, neredeyse tüm üyeler saklanmış ya da sürgüne gönderilmişti. Duruşmalar, Kürt isyanı bastırıldıktan sonra, Ağustos ortasında başladı. Şefik Hüsnü ve sürgüne giden diğerleri gıyaben 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. O andan itibaren, en fazla 500-600 üyesi olan parti yeraltına çekilmek zorunda kaldı.
Sol ise olaya oldukça farklı bir açıdan baktı:
“Bu merkez komitenin sınıfsal temeli, hükümet Aydınlık’ı kapattıktan sonra açıkça belli oldu… Elbette Merkez Komite’nin diğer tüm üyeleri, İstanbul ve Almanya’daki soylu akrabalarının evlerine sığınmak için harika bir zaman buldular. Belki de tutuklamalardan önce hükümetten birileri tarafından uyarılmışlardır.”[140]
Salih Hacıoğlu Kasım 1925’te Komintern’in Doğu bürosunda Aydınlık grubunun parti liderliğinden alınması için son bir çağrı yaptı, ancak Stalin artık kontrolü tamamen ele geçirmişti ve Hacıoğlu hiçbir sonuç alamadı. Bu sırada partinin sol kanadı dağılmış, hapishanelerde, sürgünlerde ve gittikçe artan bir şekilde Sovyetler Birliği’ndeki kamplarda bulunuyordu:
“Yapılan her eleştirel açıklama için işçi yoldaşlarımız SSCB’nin uzak köşelerine sürgün ediliyor. Orada işçi yoldaşlarımıza açlıktan, donarak ölmekten ya da intihar etmekten başka bir seçenek bırakılmıyor. Bu nedenle, Merkez Komite’nin mevcut üyelerinin asil ellerinin, ölen ya da intihar eden yoldaşlarımızın kanıyla kızıla bulandığını ilan ediyoruz.”[141]
Salih Hacıoğlu’nun partinin Merkez Komitesinden alınması (1926), partiden ihraç edilmesi (1928) ve nihayet tutuklanıp kamplara sürülmesi (1929), bu dağılım sürecinin doruğa ulaşması ve daha az bilinen pek çok ismin ortadan kaybolmasıyla, Türkiye komünist solunun gerçek tarihsel varlığı sona ermiştir. Onların hikayesini, mümkün olan en erken zamanda, Sovyet hükümetinin burjuva rejimleriyle (özellikle Türkiye ve İran) yakınlaşmasındaki “anti-emperyalizm” gerçeğini gören ve bu ülkelerdeki komünist militanlar kurşuna dizilip hapse atılırken, Türkiye örneğinde Sovyet silahları ve parasıyla “anti-emperyalizm” gerçeğini gören bir akımın dikkate değer bir örneği olarak anlatmak faydalı olacaktır. Bugünün “anti-emperyalist” şakşakçıları, kendi ideolojilerinin işçi sınıfı karşıtı itkisini anlamakta ve “gelişmekte olan” dünyada olduğu gibi “gelişmiş” dünyada da kapitalizmi kesintisiz bir bütün olarak görerek, onu yalnızca yeniden düzenlemek yerine gerçekten ötesine geçecek olanlar için aynı görevleri ortaya koymaktadır. Bu 1920’lerin başında Türkiye’de doğruydu ve bugün Venezuela, Bolivya, İran ve Afganistan’da daha da doğrudur. Enternasyonalizmi benimsemek için ulusal kurtuluşa “eleştirel desteği” reddetmek, önceki dönemin Türk komünist solunun en büyük erdemiydi ve biz de aynısını yaparak onların hikayesini tarih kitaplarından çıkarıp canlı gerçekliğe çekebiliriz.
Kaynakça
Allsworth, E.A. ed. The Tatars of Crimea. 1998.
Bennigsen, A. et al. Sultan Galiev. Le pere de la revolution tiers-mondiste. (1986)
Biarnes, P. Pour l’empire du monde. Les americains aux frontiers de la Russie et de la Chine. Paris, 2003.
Carr, E.H. The Bolshevik Revolution. Vol. 3. 1954.
Catagatay, E. et al. eds. The Turkic Speaking Peoples. 2006.
Chaqueri, C. The Soviet Socialist Republic of Iran, 1920-1921. Pittsburgh, 1995.
Dumont, P. Du socialisme ottoman a l’internationalisme anatolien. Istanbul, 1997.
Dumont, P. Mustafa Kemal Invente la Turquie Moderne.
Glenny, M. The Balkans, 1804-1999. New York, 1999.
Heyd, U. Foundations of Turkish Nationalism. The Life and Teachings of Ziya Goekalp. 1950.
Harris, G.S. The Origins of Communism in Turkey. 1969.
Harris, G.S. The Communists and the Kadro Movement, 2002.
Haupt, G. et al eds. La Deuxieme Internationale et l’Orient. Paris, 1967.
Hopkirk. P. Like Hidden Fire. New York, 1994.
Hopkirk, P. Setting the East Ablaze. New York, 1984.
Hostler, C.W. Turkism and the Soviets. 1957.
International Communist Current. Left Wing of the Turkish Communist Party: 1920-1927 (n.d)
Jacobson, J. When the Soviet Union Entered World Politics. Berkeley, 1994.
Kohn, Hans. Pan-Slavism. New York, 1960. .
Lerner, W. Karl Radek. The Last Internationalist. 1970.
Lewis, B. The Emergence of Modern Turkey. Oxford, 3rd. ed. 2002.
Mazower, M. Salonica. City of Ghosts, 1430-1950. New York, 2004.
Molnar, M. Marx, Engels et la Politique Internationale. Paris 1967.
O’Connor, T.E. Diplomacy and Revolution. G.V. Chicherin and Soviet Foreign Policy, 1918-1930. 1988.
Revolutionary History, Vol. 8, No. 3. The Balkan Socialist Tradition and the Balkan Federation, 1871-1915.
Shaw, S. and Shaw, E.K. History of the Ottoman Empire and Modern Turkey. Vol. II. Cambridge UP, 1977.
Suny, R.G. The Baku Commune, 1917-1918. 1972.
Trotsky, L. The Balkan Wars, 1912-1913. 3rd. ed. 1993.
Ullman, R. The Anglo-Soviet Accord. Vol. III. Princeton 1972.
Vourkoutiotis, V. Making Common Cause. German-Soviet Relations 1919-1922 (2007)
Williams, G. The Crimean Tatars. 2001.
Ek: ana kronoloji
Bu makale için materyal toplarken (Ekim-Kasım 2009) bizzat ben de anlatının karmaşıklığını ve birbiriyle ilişkili olayların eşzamanlılığını takip etmekte zorlandım. Okuyucu için bu sorunu gidermek üzere, az çok anlaşılabilir olan bu kronolojiyi ekliyorum.
-1876’dan 1908’e: Osmanlı donanma tersanelerinde, tütün tekelinde ve demiryollarında zaman zaman önemli grevler yaşandı.
-Pan-Turanizm’in ilk temsilcisi, 1878’de ilk Türkçe gazete olan Tercüman’ı kuran Kırım Türkü İsmail Gaspıralı’dır (1841-1914).
-Tatar entelektüel Şehabeddin Mercani (1818-1889) de muhtemelen Türk dünyasında modern bölgesel bir ulus ideolojisinin ilk örneği olan “Tatar ulusu” fikrini dile getirmiştir (Osmanlıların bölgeler üstü kurumlarının aksine)
-Türk milliyetçiliğinin en önemli kurucu teorisyeni olan Ziya Gökalp (1875-1924), Pan-Slavizm’in Pan-Türk karşılığını yaratmak için Herderyan ve daha geniş anlamda Alman romantik kültürel fikirlerini kullanmıştır.
-1908: Jön Türkler (İttihat ve Terakki Cemiyeti-İTF) iktidarı ele geçirdi.
-1909: Jön Türklere yönelik dini kurumlar tarafından muhafazakar karşı saldırı
-1909: Buna karşılık İTF, padişahın ve kabinesinin gücünü ciddi ölçüde azaltan, parlamentonun gücünü artıran, bürokrasiyi azaltan, vergileri makul hale getiren ve silahlı kuvvetleri modernleştiren anayasal reformları hayata geçirdi.
-1910: Osmanlı ve Balkan İkinci Enternasyonal yandaşları Belgrad’daki bir konferansta konfederasyon girişiminde bulundu.
-1911: Gaspıralı’nın kayınbiraderi Türk Yurdu adlı bir dergi kurdu
-1911-1912: İtalya’nın Libya’yı ilhak etmesinin ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun İtalya ile savaşı
-1911: İtalya’nın Libya’yı işgali Selanik’te 10.000 işçinin gösterisine yol açtı; İkinci Enternasyonal İtalyan emperyalizmini kınadı. 1911’deki 1 Mayıs gösterisine 20.000 Selanikli işçi katıldı
-1912-1913: İki genel Balkan Savaşı; Yunanistan Selanik’i ilhak etti; Osmanlı İmparatorluğu nüfusunun %69’unu ve Avrupa’daki topraklarının %83’ünü kaybetti
-1914 öncesi: İngiliz gözetiminde donanmanın yeniden örgütlenmesi
-1914: Alman General Liman von Sanders, Osmanlı 1. Ordusu’nun komutasını doğrudan devraldı
-Eylül 1914: Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na İttifak Devletleri tarafında katıldı.
-Eylül 1914: Sırp Sosyal Demokratlar savaş kredilerine karşı oy kullandı
-Eylül 1914: Enver Paşa ve İTF’deki yandaşları, daha önce Batılı güçler tarafından kontrol edilen gümrük vergilerinin kontrolünü ele geçirerek Kapitülasyonların kaldırılmasını sağladı.
-1914: Alman General von Seeckt Osmanlı Genelkurmay Başkanı olur, diğer üst düzey Alman subaylar Harbiye Nezareti’nde Harekât, İstihbarat, Demiryolları, İkmal, Mühimmat, Kömür ve İstihkâm daireleri de dâhil olmak üzere diğer kilit görevleri devraldı.
-1915: Ermeni soykırımı; 1 milyondan fazla insan katledildi
-1915-16: Mahkemeler, okullar ve dini vakıflar tamamen laikleştirildi.
-1915: Kemal Paşa Gelibolu’daki Osmanlı kuvvetlerinin komutanlığına getirildi
-Şubat 1917: Rusya’da devrim sonucu burjuva geçici hükümeti kuruldu
-Kasım 1917: Bolşevik Devrimi
-Ocak 1918: Osmanlı ordusu kuzeydoğu Anadolu’daki Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas şehirlerinde Sovyet hareketini bastırdı. Sovyetler çok ulusludur ve Rus Devrimi’nin ardından radikalleşen Rus Ordusu birliklerinden kısmen etkilenmişlerdir.
-Temmuz 1918: Moskova’da Türk komünistlerin ilk konferansı
-Eylül 1918: Bakü’nün ele geçirilmesi
-Ekim 1918: Osmanlı’nın teslimiyeti. Enver Paşa ve diğer üst düzey İTF üyeleri Almanya’ya kaçmak zorunda kaldı (Temmuz 1919’da gıyabında idama mahkum edildiler)
-Ekim-Kasım 1918: İtilaf Devletleri orduları Yunan birlikleriyle beraber İstanbul’u işgal etti
-Kasım 1918: Almanya ve Avusturya-Macaristan teslim oldu; devrim patlak verdi
-Ocak 1919: Savaş sırasında Almanya’da sürgünde olan bir grup Türk, Spartakusbund ile sokaklarda; Marksizm’e kazanıldı ve Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası’nda (TİÇF) örgütlendi.
-1919 yılının ortaları: TİÇF’nin entelektüel çekirdeği, liderleri Ethem Nejat ve Şefik Hüsnü ile birlikte Türkiye’ye döndü; Kurtuluş dergisinin yayınına devam etmek için izin alındı.
-1919: Enver Paşa ve sürgündeki diğer Jön Türkler, Kemal Paşa’ya karşı mali ve siyasi destek umuduyla 1919’da Bolşeviklere yanaştı
-Mart 1919: Enver Paşa, Karl Radek aracılığıyla Bolşeviklerle ilk kez Radek’in Berlin’deki hapishane hücresinde temas kurdu,
-1919 baharı: Freikorps ile ilişkileri bulunan ve Radek’in bağlantılarından biri olan General von Seeckt, Enver Paşa’nın Moskova’ya gönderilmesini önerdi.
-Mart 1919: Mustafa Kemal, Osmanlı hükümetinin ve İngiliz işgal kuvvetlerinin çağrısı üzerine oradaki toplumsal çalkantılar üzerine Samsun’a gitti; milliyetçi isyanın mitleşen başlangıcı
-Ekim-Kasım 1919: İTF ile Bolşevikler arasındaki yakınlaşmanın ikinci adımı, Şalva Eliava şahsında Karakol İTF örgütüyle yapılan görüşmelerde atıldı. Emekli subay Baha Sait 1919 sonlarında Bakü’ye gitti ve Ocak 1920’de Avrupa emperyalizmine karşı bir saldırı paktı ile Müslüman ülkelerdeki devrimci çabaların desteklenmesi için bir anlaşma imzaladı.
-1919-1922: Türk-Yunan Savaşı; Yunanistan İtilaf Devletleri tarafından desteklendi. Türkiye Komünist Fırkası’nı (Eylül 1920’de kuruldu) oluşturan unsurlar “milli kurtuluş savaşını” destekledi.
-1920 başları: 1920 başlarında Bakü’de “Türkiye Komünist Fırkası” adı verilen ilk parti kuruldu; çoğunlukla İttihatçı isimlerden oluşuyordu
-Mayıs 1920: Türkiye KP’sinin çok erken tarihinin kilit ismi Mustafa Suphi, Komintern’in tam desteğiyle Bakü’ye (Azerbaycan) geldi.
-Mayıs 1920: “Yeşil Ordu”nun kuruluşu
-Haziran 1920: Şerif Manatov, Türkiye Komünist Partisi’nin sovyetler, özel mülkiyetin kaldırılması ve kamulaştırmalar çağrısında bulunan Genel Tüzüğü’nü yazdı.
-1920 yazı: Yeni “Komünist Parti”deki İttihatçılar Bolşeviklerle görüşmelerini sürdürerek Kemalist direniş için silah ve altın temin ettiler.
-1920 Yazı: Mustafa Suphi, Bakü grubunu Türk KP’sinin “Bakü seksiyonu” olarak yeniden yapılandırdı ve bazı şüpheli isimleri ihraç etti.
-1920 Yazı: Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası (THİF) muhtemelen Mustafa Suphi’nin Bakü’deki örgütüyle temas halinde olarak Anadolu’da kuruldu.
-1920 Yazı: Şerif Manatov, radikal ajitasyonun merkezi olarak öne çıkan Eskişehir’de konferanslar verdi.
-Temmuz 1920: Mustafa Suphi Mustafa Kemal’e bir temsilci göndererek Ankara hükümetinden Türk Bolşeviklerinin Anadolu’da yasal bir örgüt kurup kuramayacaklarını sordu.
-1920 yazı: Çerkez Ethem, 3.000 savaşçısıyla Yeşil Ordu’nun lideri olarak ortaya çıktı ve Mustafa Kemal’e rakip olma potansiyelini gösterdi. Ethem Kemalistlerden koptu ve Kemal örgütü dağıtmaya çalıştı.
-14 Temmuz 1920: Eskişehir’de yayınlanan bir bildiriyle Anadolu’daki “köylü ve işçilere” Üçüncü Enternasyonal’e bağlı bir Türkiye Komünist Partisi’nin kurulduğu duyuruldu. Parti militanları Eskişehir’de zorunlu askerliğe karşı gösteriler düzenledi. Eskişehir’de yayınlanan Manatov’dan etkilenen Seyyare-i Yeni Dünya gazetesi yaz aylarında “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” sloganını kullanmaya başladı. Atatürk, Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, “devrimci hareketini desteklemek için talimatlara uyma konusunda sadece bu organın sözünü tutmadığını” söyledi.
-Temmuz 1920: Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Kongresi. Lenin pan-Asyacılığı “Türk ve Japon emperyalizminin” çıkarlarına hizmet ettiği gerekçesiyle kınadı.
-1920 yazında: Yeşil Ordu militanlarının kendilerini Kemalist kurumlara adapte edebilmelerinin bir başka yolu olan Halk Zümresi, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nde milletvekillerinin dörtte birinden fazlasını oluşturarak Kemalistlere karşı en büyük muhalefeti oluşturdu.
-Ağustos 1920: Sovyet destekli bir Anadolu istilasıyla Mustafa Kemal’in yerini almayı hayal eden Enver Paşa, Sovyetlerin daha fazla askeri ve mali desteği karşılığında Komünistlerin anti-emperyalist programı için mücadele edecek bir “İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı” kurulmasını önerdi.
-Ağustos 1920: Altın sevkiyatı biçimindeki önemli Sovyet desteği Anadolu’ya ulaşmaya başladı; Aralık ayında bunu daha fazlası izledi.
-10 Ağustos 1920: Müttefiklerin kinci Sevr Barış Antlaşması (diğer hususların yanı sıra Türkiye’yi tartışmalı üç Ermeni vilayetinden mahrum bırakan ve İstanbul’da hayatta kalan Osmanlı hükümetine dayatılan)
14 Ağustos 1920: Mustafa Kemal, Ankara’daki (isyancı) Büyük Millet Meclisi’nde İslam’ın komüniter ruhu ile Bolşevizm arasındaki benzerlikler üzerine bir konuşma yaptı,
-Ağustos 1920: Kemal, Kızıl Ordu’nun Polonya’da bozguna uğramasını fırsat bilerek Anadolu’daki komünist faaliyetlere karşı tavrını sertleştirdi ve Halk Zümresi’nin popülist retoriğini çaldı (bkz. aşağıda).
-Ağustos 1920: Halk Zümresi Büyük Millet Meclisi’nde, İçişleri Bakanlığı (siyasi gözetimden sorumlu) gibi güçlü bir makam için Kemalist bir adayı yenecek kadar güçlendi ve üyelerinden biri olan Nazım Bey’i seçti. Bundan memnun olmayan Mustafa Kemal, Nazım Bey’i istifaya zorladı.
-Eylül 1920: Bakü Doğu Emekçileri Kongresi. Komintern Başkanı Grigori Zinovyev, Batı’ya karşı “cihat” çağrısında bulundu.
-Önemli bir İslami-Komünist olan Şeyh Servet Efendi, Bakü Kongresi’nin ardından, acil görevin Batı’ya karşı bir cihat için Bolşeviklerle ittifak yapmak olduğunu ileri sürdü. Servet’e göre Bolşevizm’in ilkeleri İslam’ın ilkeleriydi, yani “hayırseverlik ve cömertlik”.
-Eylül 1920: Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş kongresi, ilkbaharda kurulan örgütün yerini alan parti, Doğu Emekçileri Kongresi’nin hemen ardından Bakü’de toplanır. Azınlıktaki Salih Hacıoğlu ulusal kurtuluş savaşlarına karşı çıktı.
-Eylül 1920: Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’nin Anadolu’daki komünist faaliyetlerin yasal olarak tanınması talebine muğlak bir yanıt verdi. Salih Hacıoğlu ve Şerif Manatov, Mustafa Suphi’yi Türkiye’ye dönecek Türk KP’si üyelerini bekleyen tehlikeler konusunda uyardı.
-Eylül 1920 başları: Halk Zümresi, Büyük Millet Meclisi’nde bölünme yaratabilecek radikal önlemler içeren bir program sundu. Kemal Paşa bu tehdidi Halk Zümresi programının büyük bir kısmını kendi programına aktararak karşıladı. Üstünlüğü kaybeden Halk Zümresi boyun eğdi ve anayasa komisyonuna onların programı yerine Kemal’in programı gitti.
-Ekim 1920: cemiyetler yasası, hükümete devlet güvenliği için tehlikeli gördüğü örgütleri yasaklama hakkı verecek şekilde değiştirildi.
-Ekim 1920: Ankara’ya önemli bir Sovyet heyetinin gelmesi, Sovyetler Birliği’ne bir jest olarak milliyetçi basında komünizm yanlısı yazıların yayınlanmasına vesile oldu.
-Ekim 1920: Ekim sonunda devlet tarafından desteklenen “resmi” bir Komünist Parti’nin kurulması. Bazı Yeşil Ordu militanlarını (Çerkez Ethem dahil) resmi partiye entegre eden ve partinin basınını Ankara’ya taşıyan Kemal, daha sonra Yeşil Ordu’yu feshetti. Ethem’in düzensiz birliklerinin bir kısmı Kemalist orduya entegre edildi. Ethem direniş başlatmaya çalıştı, ancak nafile. Hükümet, herhangi birinin düzensiz kuvvetlere katılmasını yasaklayan bir ferman yayınladı. Tamamen saf dışı kalan Ethem’in birlikleri dağıldı ya da Ocak 1921 başındaki genel baskının bir parçası olarak ezildi ve böylece Ethem de kaçtı. Kemalist hükümet bunun ardından eski Yeşil Ordu’nun yayın faaliyetlerini resmi devlet basınına entegre etti
-Ekim 1920: Mustafa Kemal “resmi” Komünist Parti aracılığıyla yeni gizli Komünist Partiye saldırır; Şerif Manatov’u kovdu. İşçi ve asker sovyetlerinin karışmasını önlemek için Kemal, Batı cephesinin Kemalist komutanı Ali Fuat Paşa’ya resmi KP’nin merkez komitesine üye olmasını emretti.
-1920 Sonbaharı: Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki başlıca anlaşmazlık noktası, Bolşeviklerin kendi kaderini tayin etme hakkını güvence altına aldığı, Kemal Paşa’nın ise Türkiye adına daha önce Çarlık Rusya’sına kaptırılan üç vilayeti istediği Ermenistan. Kemalist güçler 1914 öncesi Türk sınırlarının ötesine geçerek açıkça ilhakı hedefledi. Çiçerin (o sırada Sovyet dış politikasından sorumluydu) ve Sovyet hükümeti, Kemal ile Müttefikler arasında İngiltere’nin yeni bir Sovyet karşıtı cephe açmasını sağlayacak gizli bir anlaşmadan şüpheleniyordu
Kasım 1920: Stalin Bakü’de yaptığı konuşmada Sovyet-Türk ilişkilerinden övgüyle söz etti.
Kasım 1920: Mustafa Suphi, Kemal’in akredite KP heyetinin Ankara’ya gideceğini bildiren mektubuna cevap verdi ve milliyetçi mücadele kuvvetlerini bölmeyeceğine dair söz verdi.
-Kasım 1920: Gizli partinin militanlarının çoğu tasfiye emrini reddederek “resmi” KP’ye katıldı; Kasım ayında karşı saldırı başlattı. Salih ve çekirdek gruptan diğerleri Halk Zümresi’nin sol kanadından bazı milletvekilleriyle birleşerek Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkasını kurdular. Üçüncü Enternasyonal ve Bolşevizm adına “resmi” Komünist Parti’yi kınarken yeni partinin kuruluşunu ilan eden bir genelge yayınlarlar.
-Kasım 1920: Wrangel’in Beyaz ordusunun Kırım’da çöküşü. Ardından binlerce Kızıl Ordu askerinin Kafkasya’ya gönderilmesi. Kemalistler sakinleşti ve Ermenistan’ın bazı parçalarını ilhak etmeye odaklandı.
-Aralık 1920: Yeni Komünist Parti’nin tüzük ve programı Aralık 1920 sonunda İçişleri Bakanlığı tarafından tanındı; parti kısa süreliğine de olsa yasal hale geldi.
-1920 sonları: Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal, Bakü Doğu Emekçileri Kongresi’nin etkisi altında Komintern çizgisini uygulayarak ve Türkiye Sosyalist Partisi’nin giderek artan çöküşünden yararlanarak Türkiye KP’sinin kontrolünü yeniden ele geçirdi. 1920-21 yıllarında, gerçek bir işçi sınıfı tabanına sahip olan ve İkinci Enternasyonal’e bağlı olan Türkiye Sosyalist Partisi, işgal altındaki İstanbul’da genel grev tehdidiyle militan bir dönüşüm yaşadı (Ocak 1921). Nisan ayında havagazı fabrikalarında bir başka grev tehdidi gerçekleşti ve bunu eşi benzeri görülmemiş büyüklükteki 1 Mayıs gösterisi izledi.
-Aralık 1920 başları: Mustafa Suphi ve yirmi yoldaşı, anlaşılan Kemal’in mektubundan hoş karşılandıklarına ikna olarak Bakü’den Türkiye’ye doğru yola çıktılar. Kars’ta, Doğu cephesinin Kemalist komutanı Kazım Karabekir tarafından resmi bir karşılama aldılar. Bu sırada hükümet Komünistlerin Rusya’ya dönmesine karar vermiştir. Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit Bey’e, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Türkiye’de kalmaktan vazgeçirmek için onlara karşı bir basın kampanyası başlatmasını ve “uygun gösteriler” yapmasını emretti.
-8 Ocak 1921: Aralık 1920-Ocak 1921’deki baskı dalgasının bir parçası olarak Kemal, Büyük Millet Meclisi huzurunda Ethem’i ve “komünizm propagandacılarını” şiddetle kınadı. KP gazetesi, Bulgar komünist gazetesinde Kemalizm’in diktatörce doğasına saldıran ve Anadolu’da iç savaş çıkacağını öngören bir makaleyi yeniden bastıktan sonra yasaklandı.
Salih 11 Ocak’ta tutuklandı; kısa bir süre sonra Müslüman din adamları müminleri komünist gruplardan uzak durmaya çağıran bir fetva yayınladı. KP yine de yoluna devam etti ve Ocak ayı ortasında günlük gazetesi Emek’i yayınlamaya başladı. Gazete, hükümet tarafından tüm sol örgütlere yönelik genel bir baskıyla bastırıldı; ve parti, kamusal varlığı olmaksızın sönümlendi.
-Ocak 1921: Tamamen saf dışı kalan Ethem’in birlikleri genel baskının bir parçası olarak dağıldı ya da ezildi; ve böylece Ethem de kaçtı. Kemalist hükümet bunun ardından eski Yeşil Ordu’nun yayın faaliyetlerini resmi devlet basınına entegre etti.
-20 Ocak 1921: Yeni anayasa, padişah-halifenin şahsına, İslam’a ve Osmanlı saltanatının kurumlarına sadakati teyit etti.
-22 Ocak 1921: Erzurum’da öfkeli bir kalabalık Mustafa Suphi ve yoldaşlarının tren istasyonundan ayrılmasını engelledi ve onlar da her yerde anti-komünist hakaretler yağdıran ve taş atan kalabalıklarla karşılaşarak sahile doğru geri döndüler.
-Ocak 1921’in sonları: Parlamenter dokunulmazlığı olan üç kişi hariç, KP liderlerinin çoğu “yabancı bir güç için casusluk yapmakla” suçlanarak tutuklandı. Parti 2 Şubat’ta feshedildi. Liderler uzun yıllar hapse mahkum edildi.
-28 Ocak 1921: Suphi ve 14 KP’li Trabzon’a vardılar ve hemen bir tekneyle yola çıktılar. Başka bir tekne tarafından yakalanıp öldürüldüler ve denize atıldılar. (Motoru öneren yerel vapurcu Yahya cinayetlerden dolayı tutuklandı. Gözaltındayken “konuşmakla” tehdit etti ve bunun üzerine öldürüldü. Cinayetlerin arkasında kimin olduğuna dair çok sayıda teori var).
-Ocak-Şubat 1921: Türkiye’deki anti-komünist baskı Moskova’da hiçbir yorum almadı. “Türk-Rus dostluğunun ilerlemesine vurgu yapılıyordu”.
-Şubat 1921: Halk İştirakiyyun Fırkası’nın feshi.
-17 Şubat 1921: Türk müzakereciler Moskova’ya vardı. Ermeni meselesi hâlâ gerilimin ana kaynağı. Hem Kızıl Ordu hem de Türk birliklerinin bulunduğu Gürcistan’da askeri çatışma da mümkün görünüyordu. Türk Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Avrupa başkentlerinde komünizm karşıtı konuşmalar yaptı.
-Mart 1921: Sovyetler Birliği’nde Kronstadt isyanı, Anglo-Sovyet ticaret anlaşması, “Yeni Ekonomi Politikası‘nın (NEP) uygulanması, Almanya’da “Mart Eylemi”nin yenilgisi, Rus Devrimi’nin izolasyonunu belirginleşti.
-16 Mart 1921: Sovyet hükümeti, Kemalist rejimle ittifakını sürdürmek için, Moskova’da imzalanan Anglo-Sovyet ticaret anlaşmasıyla aynı gün Türkiye ile bir “dostluk ve kardeşlik anlaşması” imzaladı. Kemalist hükümet Rusya’yı hedef alan pan-Turanist ajitasyonu engellemeyi, Sovyet hükümeti de Türkiye’de anti-Kemalist ajitasyonu teşvik etmemeyi kabul etti.
-Nisan 1921: Komünist milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, hükümeti devirmeye teşebbüsten suçlu bulundular ve 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Daha az tanınmış kişiler ise daha az hüküm giydi.
-TSP tarafından 1921 1 Mayıs’ında düzenlenen kitlesel gösteri
-Mayıs 1921: Sovyet basınında Mustafa Suphi ve diğerlerinin Ocak ayındaki cinayetlerinden ilk kez söz edildi.
-Haziran-Temmuz 1921: Komintern Üçüncü Kongresi. Bir Türk komünist, Ankara hükümeti için çalışan “provokatörler”, Enver Paşa’nın takipçileri ve Yeşil Ordu’nun pan-Turanistleri de dahil olmak üzere partinin tüm istenmeyen unsurlardan arındırılması çağrısında bulundu.
-Temmuz 1921’in sonları: Kemalistlere karşı bir Yunan zaferi yakın görünmektedir; Enver Paşa Sovyet parası ve silahlarıyla Türkiye’yi istilaya hazırlanmaktadır.
-Eylül 1921: Kemal’in Sakarya zaferi Yunanlıların aleyhinde gelişti; Yunan Komünistlerinin savaş karşıtı ajitasyonu on binlerce Yunanlının firar etmesine neden oldu. Enver Paşa Sovyetlerle ilişkisini keser ve Sovyet karşıtı Basmacı isyanını örgütlemeye başladı.
-29 Eylül 1921: Büyük Millet Meclisi, para ve silah ihtiyacı nedeniyle Sovyetler Birliği ile yeni bir yakınlaşmaya girerek bir önceki Ocak ayında tutuklanan komünistleri affetme kararı aldı. Bu noktada Kemalist hükümet, Sovyetlerin Enver Paşa’ya verdiği desteği silmeye, Rusya’daki kıtlık mağdurlarına yardım sağlamaya ve 13 Ekim’de doğudaki sınır anlaşmazlıklarına son veren Kars Antlaşması’nı imzalamaya karar verdi. Kemalist rejim, yakınlaşmanın bir parçası olarak Salih Hacıolğlu da dahil olmak üzere 1921 yılı başındaki baskılardan hüküm giyen komünistleri affetti.
-Aralık 1921-Ocak 1922: Ukrayna’daki Sovyet kuvvetlerinin başkomutanı M.V. Frunze’nin Ankara’ya yaptığı uzun ziyaret ilişkilerde bir dönüm noktası oldu.
-Ocak 1922: İstanbul’da önemli tramvay grevi.
-Mart 1922: Serbest bırakılan komünistlerden bazıları “Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası”nı yeniden kurma yetkisi aldı.
-Nisan 1922: Çeka, Moskova’daki Türk Büyükelçiliğini casuslukla suçladı; Kemal Paşa büyükelçisini geri çağırdı. Kemal Paşa ayrıca Enver Paşa liderliğindeki Basmacı isyanını kınamayı da reddetti.
-1922 yazı: Komünist Parti militanları Türkiye’nin güneydoğusundaki Kilikya’da önemli bir işçi konfederasyonu kurmayı başardı.
-Eylül 1922: İşgalci Yunan birliklerinin nihai olarak ezilmesi; Türk-Sovyet ilişkilerindeki soğukluk belirginleşti.
-Ağustos sonları-Eylül başı 1922: Ankara’daki Komünist Parti kongresi yasaklandı, gizlilik içinde gerçekleşti.
-Ağustos 1922: Türkmen Basmacı gerillalarının lideri Enver Paşa Kızıl Ordu ile girdiği çatışmada öldürüldü.
-Ekim 1922: Komünist Parti Merkez Komitesi’nin tamamı ve 40 proleter delegenin katıldığı Kilikya Konfederasyonu kongresinde sekiz saatlik iş günü, güvence altına alınmış asgari ücret, ücretli izinler ve toplu iş sözleşmeleri talep edildi. Komünist gruplara yönelik baskılar daha da yoğunlaştı.
-11 Ekim 1922: Savaşan ordular, Türk-Yunan savaşını sona erdiren Mudanya Mütarekesi’ni imzaladı, Askeri zaferin ulusal kutlamalarının ortasında, THİF, kendisini vatana ihanet ve Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlayan hükümet tarafından kapatıldı. Aralarında çok sayıda işçi sınıfı sempatizanının da bulunduğu altmış küsur parti militanı 20 Ekim’de Ankara’da tutuklandı ve bunu birkaç gün sonra Anadolu çapında başka tutuklamalar izledi. Yeni Kilikya konfederasyonu da yasaklandı. Toplamda 200 kişi tutuklanmıştı. Sovyet hükümeti ve Komintern için Kemalist hükümetle ilişkilerin önemi bir kez daha siyasi tutuklularla dayanışmanın önüne geçti. Fransız Komünist Partisi gazetesi l’Humanité sadece “Ellerinizi Türkiye’den Çekin” manşetini attı. İzvestia ve Pravda Türk-Sovyet dostluğunu övmeye devam ederken Sovyetler Birliği’nin Lozan Konferansı’na dahil edilip edilmeyeceği konusunda endişelenmektedir.
-1 Kasım 1922: Kemalist hükümet Osmanlı saltanatını kaldırdı.
-Kasım 1922: Ekim ayındaki Anadolu baskısının ardından Şefik Hüsnü’nün İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası yeni Türkiye’deki tek yasal sol örgüttür. Ancak Lozan görüşmeleri sırasında Müttefikler ve Kemalist rejim arasındaki gerginlikler Türk-Sovyet ilişkilerinde bir başka değişime neden oldu. Komintern’in Dördüncü Kongresi’nden sonra, İstanbul’da üssü bulunan Hüsnü ile Rusya’dan dönen ve Anadolu’yu temsil eden Salih Hacıoğlu, Türk komünizminin iki kilit ismi olarak ortaya çıktı. Hüsnü’nün Aydınlık dergisi (“Spartakist” kökenleriyle) partinin teorik yayın organı haline geldi. Hüsnü ve takipçileri yeni Üçüncü Enternasyonal’in “kitleleri fethetme” taktiğini uygular ve “girecekleri” bir kitle örgütü aradılar. İstanbul’daki tek gerçek işçi temelli örgüt olan Şakir Rasim’in Umum Amele Birliği’nden dışlandılar. Rasim ve militan takipçileri, yabancı işletmelere karşı Kemalistlerin ve Türk işverenlerin takdirini kazanan bir mücadele vererek gerçek bir başarı elde ederken, Aydınlık grubunu kenarda bıraktılar.
-15 Kasım 1922: Türkiye’deki baskılarla ilgili uzun makaleler nihayet İzvestia ve Pravda’nın ön sayfalarında yer aldı. Aradan geçen iki hafta içinde Kemalistler çeşitli anti-komünist tacizlere devam etmişlerdi. Ankara’daki Sovyet Büyükelçiliği ticari satış noktasını kapatmaya zorlandı ve bir Sovyet kuryesinin diplomatik kesesine el konuldu.
-Kasım 1922 sonları: Enternasyonal komünist basında baskılar konusunda yeni bir sessizlik çöktü. Lozan Konferansı 20 Kasım’da Sovyetlerin de katılımıyla başladı ve Boğazların statüsüne ilişkin çözüm büyük önem taşıyordu.
-22 Kasım 1922: Pravda’da Karl Radek tarafından kaleme alınan önemli bir makalede Sovyetler Birliği’nin Lozan’da “Türkiye’nin meşru taleplerini
destekleyeceği” belirtti. Komintern’in Dördüncü Kongresi, Üçüncü Kongre kararlarını yeniden teyit ederek, sömürge ya da yarı-sömürge dünyanın komünistlerini “burjuva demokrasisi” ile işbirliğine davet etti. Komünistler, Lenin’in 1920’de söylediğinin aksine, pan-İslamcılarla bile işbirliği yapabilirlerdi. Dördüncü Kongre’de Salih Hacıoğlu TKP solu adına ulusal kurtuluş savaşlarını eleştirir; mağlup oldu.
-Aralık 1922: Komünistler, “resmi” Komünist Parti’nin Şubat 1923’te İzmir’de toplanmak üzere ülke çapında bir iktisat kongresi toplayacağını duyurmasıyla tecridi sona erdirme şansını elde ettiler. Kongre, köylüleri ve çiftçileri, iş adamlarını, işçileri, sanayicileri ve zanaatkârları yeni rejim için ekonomik reformlar önermeye davet etti. Şefik Hüsnü, bir işçi komisyonu adına sekiz saatlik iş günü, çocuk işçiliğinin katiyen yasaklanması, kadınlar için ayda üç gün izin, on altı haftalık doğum izni, haftalık dinlenme süresi, grev ve örgütlenme hakkı üzerindeki tüm yasal sınırlamaların kaldırılması, bir sağlık sistemi ve hatta işçilerle patronlar arasında iletişim için “fabrika komiteleri” çağrısında bulunan bir program hazırladı. Aydınlık’ta yer alan bir başka metin, Türk tarımının modernleştirilmesi ve Anadolu köylüsünün durumunun iyileştirilmesi için bir dizi önlem alınması çağrısında bulundu. Bu belge, yabancı sermayeyle geçici bir süre için iş yapmanın gerekliliğini kabul etmiştir. Aydınlık aslında devlet destekli bir Türk kapitalist sınıfının yaratılması çağrısında bulunuyordu.
-1923 başları: Çeşitli komünist gruplar kamusal alanda var olma ve yayın yapma özgürlüğüne sahip. Askeri çatışmaların sona ermesi ve ülkenin yeniden birleşmesiyle birlikte komünist faaliyetlerin odağı Anadolu’dan İstanbul’a kaydı.
-Kasım 1922-Temmuz 1923: Türkiye’deki Kemalist zaferi resmen tanıyan ve 1920 tarihli cezalandırma amacı taşıyan Sevr Antlaşmasını iptal eden Lozan Antlaşması için müzakereler. Kemalist-Komünist ilişkileri yeniden ısındı. Sovyet basını Türkiye ile ittifakı överken Türkiye’nin İtilaf Devletleri ile yakınlaşmasına saldırdı.
-Şubat 1923: 10 günlük ulusal ekonomik kongre. Sovyet büyükelçisi Mustafa Kemal’le aynı trende gelir ve kongrenin şeref divanında yer alarak büyük gürültü kopardı. Yetkililer potansiyel aykırıları bir kenara itmek amacıyla “işçi” delegeleri (çoğu işçi sınıfı kimliği taşımayan toplam 187 delege) seçti. İstanbul’dan gelen daha ihtiyatlı Umum Amele Birliği, Hüsnü’nünkinden daha ılımlı bir program sundu ve işverenlerden yardım talep etmeye yöneldi. Düşmanca tutumlara rağmen, işçi delegasyonu programını hükümete iletmeyi başardı. Şefik Hüsnü, Türk işçi delegasyonunu olgunluğu ve sesini duyurma becerisi nedeniyle tebrik etti. Hüsnü ile İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, savaşın sona ermesi ve ulusal konferansta önemli bir etki yaratılmasıyla birlikte, sonbahar tutuklamalarının soğukluğunun ardından beklenen anın geldiğini düşünüyordu.
-Mart 1923: Hüsnü açısından ne yazık ki Türk-Sovyet ilişkilerindeki sarkacın yeni bir salınımı gerçekleşti. Lozan’daki zaferlerinden sonra Kemalistlerin artık Sovyet ittifakına ihtiyacı kalmamıştır. Müttefikler Boğazların kontrolünü Kemal Paşa’ya bırakınca, Kemalistler İstanbul’daki komünist militanlara karşı bir polis operasyonu başlatır. Kemalist “sağlık müfettişleri” Hüsnü’nün partisinin bürolarını bastı ve Salih Hacıoğlu’nu tutukladılar.
-17 Mart 1923: Özel bir mahkeme, önceki Ekim ayında tutuklanan militanların yanı sıra Salih Hacıoğlu ve bir dizi radikal işçiyi yargılamaya başladı.
-Mart 1923: Şefik Hüsnü taraftarlarını yaklaşan ulusal seçimlerde Kemalistlere oy vermeye çağırdı ve “irticaya” giden yolu kapattı.
-21 Nisan 1923: Komünistlere yönelik yeni bir tartaklama ve ardından tutuklama dalgası, bu kez Şefik Hüsnü ve diğer parti liderleri yakalandı. Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Aralov’un izne ayrılması istendi ve İstanbul’daki Sovyet konsolosluğunun birçok çalışanı Türkiye’den sınır dışı edildi.
-1923 1 Mayıs’ı: Başta İstanbul’da olmak üzere grevler yeniden başladı.
-Mayıs 1923: Pravda Nisan tutuklamaları hakkında “Türkiye’de Beyaz Terör” manşetini attı. Ancak sadece birkaç hafta sonra tutuklananlar beraat etti ve Mayıs sonunda serbest bırakıldı. Ekim 1922’de tutuklananlar, idam cezasını içeren bir yasa kapsamında suçlanarak üç ay hapis ve para cezasına mahkum edildiler. Bu deneyimlerin etkisiyle uyuşan Şefik Hüsnü ve militanları, serbest bırakılmalarının ardından Rusya ile Türkiye arasındaki ortam yeniden düzeldiğinde kendilerini yeniden kitlesel çalışmaya veremediler.
-24 Temmuz 1923: Lozan Antlaşması’nın imzalanması Kasım ayına kadar sürecek bir grev dalgasının işaretiydi. Oportünist, ılımlı Umum Amele Birliği bundan yararlanmayı başardı. Geçmişte yaşanan uzun aşağılamalara dayanan bir milliyetçilik ve hatta yabancı düşmanlığı dalgası yabancı şirketleri öncelikli hedef haline getirdi. Müslüman işçiler, Hıristiyan mavi ve beyaz yakalı işçilerin kovulmasını ve Avrupalı yöneticilerin sınır dışı edilmesini talep etti. Rum ve Ermeni göçü yoğunlaştı. Grevciler arasındaki yabancı karşıtı duyguların yoğunluğu ve bunun sonucu olarak yabancı şirketlerdeki militanlık, Kemalist yetkililerin kamuoyu önünde sempati duymasını mümkün kıldı.
-Ekim 1923: Sadece ticaret ve sanayide değil, reklamlardan filmlerin alt yazılarına kadar her alanda Türkçenin tek kamu dili olmasını zorunlu kılan bir dizi düzenleme yapıldı. Yabancı şirketlere sadece Türk Müslümanları çalıştırma zorunluluğu getirildi. Daha önce milliyetçilik ve yabancı düşmanlığını denemiş olan Umum Amele Birliği, İngiliz İşçi Partisi ve İkinci Enternasyonal ile bağlarını geliştirirken bile bu dalgaya kapıldı.
-29 Ekim 1923: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı. Şefik Hüsnü’nün grubu yine izole edilmiş bir grup.
-18 Kasım 1923: Demiryolu grevi Avrupa Türkiye’sinin demiryolu ağını tamamen felç etti.
-26 Kasım 1923: Demiryolu grevi sırasında Şakir Rasim ve İstanbul Umum Amele Birliği, 19.000 işçiyi temsil eden 250 delegenin katılımıyla bir kongre topladı. Örgütün adı Türkiye Umum Amele Birliği olarak değiştirildi. Kemalistlere yakın anti-komünist bir ismin başkan yardımcısı olmasına rağmen, sendikaya 18 Aralık 1923’te dağılması emri verildi. Hükümet sendikanın İkinci Enternasyonal ile bağlarından şüphelendi.
-Ocak 1924’te Türkiye Umum Amele Birliği’nin nüfuzlu arkadaşları fesih kararına karşı bir emir yayınladılar. Bir önceki yıl ekonomik konferansta söz verildiği gibi yeni bir iş kanunu için baskı yapıldı. Şakir Rasim, Kemal Paşa’nın yeni iş kanunu vaat eden 2 Şubat tarihli mektubunu kamuoyuna açıkladı.
-3 Mart 1924: Halifelik kaldırıldı. Kemalistler ekonomik reformlar yaptı ve eğitimi tamamen laikleştirdi.
-1924 1 Mayıs’ı: Büyük işçi gösterileri.
-Mayıs 1924: Aydınlık’ta Hüsnü, “burjuva” olarak nitelendirdiği Cumhuriyet’e karşı hayal kırıklığını dile getirir, ancak “emperyalistlere” karşı Kemal’i desteklemeye devam etti. Hüsnü devletçi politikalar için çağrıda bulundu. 1924 ortalarında yabancı tütün tekelinin bastırılmasından sonra Hüsnü devlet tekelleri, sanayide, dış ticarette, iletişimde, üçüncül sektörde devletçi önlemler, büyük mülklerin kamulaştırılması, toprağın yoksul köylülere serbestçe dağıtılması çağrısında bulundu.
-Mayıs 1924 ortaları: Mahkeme, Birlik’in faaliyetlerini durdurmasını emretti. Buna karşılık, 1924 yazında yabancı şirketlerde kendiliğinden eylemler görüldü. Temmuz ayında tramvay grevi. Polis çağrıldı, birkaç grevci yaralandı, 30 kişi tutuklandı. Posta grevi, lokavt. Grev kırıcılar grevi kırdı. Ajitasyon Anadolu’ya yayıldı. Eskişehir de dahil olmak üzere demiryolu grevleri patlak verdi. Hükümet Hıristiyan grev kırıcıları (Fransız, Yunan, Bulgar) getirdi.
-Haziran-Temmuz 1924: Komintern’in Beşinci Kongresi. Hüsnü’nün Aydınlık fraksiyonu Manuilsky tarafından “sınıf işbirliği” nedeniyle polemik yoluyla topa tutuldu. Hüsnü cevaben Türkiye’nin ulusal kurtuluşun henüz başında olduğunu savundu. Eleştiri, Hüsnü ve diğerlerini işçi çevresine daha fazla ilgi göstermeye itti.
-24 Eylül 1924: Birlik, Kemalist bir örgüt görünümünde “Amele Teali Cemiyeti” adı altında yeniden doğdu. Sosyalistler ve Komünistler örgüte sızmak ve örgütü kontrol etmek için birlikte çalıştılar. Ajitasyon yeniden başladı, ancak yenilgi üstüne yenilgi yaşandı.
-Ocak 1925: KP’nin gizli 3. Kongresi. Hapisten yeni çıkmış olan Salih Hacıoğlu da katıldı.
-Şubat 1925: Türkiye’nin doğusunda Şeyh Said liderliğinde büyük bir Kürt isyanı.
İsyan Kemalistleri Sovyetler Birliği’ne doğru geri itti. Türkiye ayrıca İran’dan gelebilecek olası bir askeri tehditle karşı karşıyadır ve Musul konusunda İngiltere ile gerginlik yaşanmaktaydı. Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin bir kez daha birbirlerine ihtiyacı vardı.
-4 Mart 1925: Büyük Millet Meclisi hükümete tam yetki verdi; olağanüstü hal ilan edildi. İşçi örgütleri geri çekildi.
-Mayıs 1925 ortası: 40 Türk KP’li tutuklandı. Hüsnü Almanya’da. Duruşmalar Ağustos ortasında başladı. Hüsnü ve diğerleri gıyaben 15 yıl ağır hapis cezası aldı. O andan itibaren parti gizlenmek zorunda kaldı. Baskılar sırasında partinin 500-600 üyesi vardı.
17 Kasım 1925: Salih Hacıoğlu Komintern Doğu Bürosu’nda TKP’nin Aydınlık hizbini kınadı; Komintern ve SSCB’ye karşı çıkmakla tehdit etti.
Daha sonra TKP Merkez Komitesi’nden (1926), partinin kendisinden (1928) ihraç edildi ve nihayet Sovyetler Birliği’ndeki kamplara gönderildi (1929) ve 1954’te orada öldü.
[1] Yeryüzü Postası’nın notu: Loren Goldner’ın bu yazısını, Türkçe tercümeyi yapan Heimatlos Kültü internet sitesinden aldık. Ancak çevirmenin kişisel deneyimlerini aktardığı notunu dahil etmemeyi ve çevirin aslını bozmamaya çalışarak okumayı kolaylaştıracağını düşündüğümüz birkaç düzeltmeyle yayımlamayı uygun gördük.
[2] Jan M. Meijer (org.), The Trotsky Papers, 1917-1922, 2 cilt, Londra, Lahey ve Paris: Mouton, 1964, 1971, cilt II, sayfa 209.
[3] libcom’un notu: sahte bir anti-Semitik belge
[4] Bu da bize Kenneth Rexroth’un (Otobiyografik Roman’ında) Leninizmin “eleştirel destek”, “demokratik merkeziyetçilik” ya da “devrimci sendikacılık” gibi terimler üretme konusunda bir dehaya sahip olduğu ve ismin her zaman sıfata galip geldiği yönündeki esprisini hatırlatıyor.
[5] E.H. Carr’a göre bu anlaşmalar, “Moskova ile dış dünya arasındaki ilişkilerin ağırlıklı olarak hükümet temeline oturtulması sürecinde yeni bir aşamaydı.” Cf. The Bolshevik Revolution, cilt 3, (1954) syf. 290.
[6] Gilan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Sovyet-İran ilişkilerine kurban edilmesi konusunda bkz. Chaqueri, C. The Soviet Socialist Republic of Iran, 1920-1921. Pittsburgh, 1995.
[7] Atatürk’ün Afganistan’da otoriter bir modernleşme rejimi üzerindeki etkisi hakkında bkz. L. Poullada, Reform and Rebellion in Afghanistan, 1919-1929 (1973). 1918’den sonra Almanya’ya sığınan bir Jön Türk olan Cemal Paşa, Kral Amanullah’ın danışmanı olmuştur (Carr, op. cit. s. 290
[8] Bilgisiz okuyucuya not (bu çalışmaya başlamadan önce benim gibi): Türkçe’de “Paşa” unvanı sadece “komutan” anlamına gelir ve soyadını takip eder. Böylece Mustafa Kemal, Kemal Paşa olur. Daha sonra “Atatürk”, “Türklerin Babası” terimi türetilmiştir; dolayısıyla aşağıda Mustafa Kemal, Kemal Paşa ve Atatürk isimlerinin hepsi aynı kişiyi ifade etmektedir.
[9] Bu az bilinen ve son derece önemli hikayenin ayrıntıları için International Communist Current’ın [Enternasyonal Komünist Akım veya EKA] “Türkiye Komünist Partisi’nin Sol Kanadı, 1920-1927” broşürüne bakınız.
[Yeryüzü Postası’nın notu: EKA’nın söz konusu broşüründe yer alan yazılara aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi
Ermeni ve Makedonya Sosyalizminin Sol Kanadı’nın Gelişimi
Jön Türklerin Yükselişi ve Sosyalistlerin Tutumu
1908 İsyanı Sonrası: Kitle Grevleri ve Sosyalist Hareket
Savaşlar ve Soykırımlar: Osmanlı Sosyalizminin Ateşle İmtihanı ]
[10] Çin’deki 1911 devrimi sırasında, Kırım Tatarı Ismael Bey Gasprinski (bkz. aşağıda) tarafından teorize edilen Herder’den ilham alan Türk milliyetçiliği, Türk tüccarlar ve tacirler aracılığıyla kuzeybatı Çin’e ulaşmıştır. Bkz. James Millward, Eurasian Crossroads. A History of Xinjiang. Columbia UP, 2007, syf. 171-174.
[11] Türk dil ve kültür alanına genel bir bakış için bkz. Catagatay, E. et al eds. The Turkic Speaking Peoples. 2006.
[12] Ahmed Midhad (1844-1912) gibi bazı erken dönem Türk romantikleri 1860’larda daha yerel bir Türkçe edebi dil yaratmaya çalışıyorlardı. Çatagatay, a.g.e., syf. 239.
[13] Bkz. M. Mazower. Salonica. City of Ghosts. Christians, Muslims and Jews 1430-1950. New York 2004. İkinci Dünya Savaşı öncesi Selanikteki işçi sınıfına dair mükemmel bir tarihsel bakış A. Stinas, Memoires (Paris 1990). İngilizce alıntılara http://libcom.org/history/revolutionary-defeatists-greece-world-war-ii-aghis-stinas adresinden ulaşabilirsiniz.
[14] Marx, İngiliz başbakanı Palmerston’un fiilen ücretli bir Rus ajanı olduğunu savunan bir dizi makale bile yazmıştır. Bkz. Rabehl, B. ed. Karl Marx. Geschichte der Geheimdiplomatie.1972.
[15] Bkz. Rozdolksi, R. Engels and the “nonhistoric” peoples : the national question in the Revolution of 1848 . Glasgow : Critique Books, 1986.
[16] 1. cildin 1874 yılında yapılan Rusça çevirisi, kitabın herhangi bir yerde yapılan ilk çevirisiydi.
[17] Bkz. Shanin, T. The Late Marx and the Russian Road. 1993. Ayrıca Rubel, M. Marx-Engels: Die russische Kommune. 1972.
[18] Osmanlı dünyası sadece bir imparatorluk değil, aynı zamanda 500 yıl boyunca, Atatürk’ün 1924’te halifeliği kaldırmasına kadar “Muhammed peygamberin doğrudan halefleri” olan halifeliğin de merkeziydi. Bu yüzyıllar boyunca Osmanlı iktidarı, kendisinden önceki Arap halifeleri gibi İslam’ı şekillendirmiş ve iktidarın Batı’ya kayışını her yerdeki Müslümanlardan gizlemiştir; Napolyon’un askeri üstünlüğünün yarattığı şok da bundan kaynaklanmaktadır.
[19] Aralık 1876’da, Bismarck’ın aracılık ettiği konferanstan önce, parlamentoya Balkanların “tek bir Pomeranyalı el bombacısının kemikleri kadar bile değeri olmadığını” beyan etti. Ayastefanos Antlaşması’nın gözden geçirilmiş (1878) halinde, Osmanlı’nın Balkanlar’da elinde kalan tek topraklar Makedonya ve Arnavutluk’tu. Misha Glenny (The Balkans. Nationalism, War and the Great Powers, 1804-1999. 1999, s. 156) Makedonya sorununu “Balkan milliyetçiliğinin boyun eğmeyen felsefe taşı” olarak adlandırmıştır.
[20] Bkz. Misha Glenny. A.g.e.
[21] Bkz. R.W. Seton-Watson. “Disraeli, Gladstone and the Eastern Question” (Disraeli, Gladstone ve Doğu Sorunu). 1935; 1972 yeniden basım.
[22] Peter Hopkirk’ün kitaplarına, özellikle de The Great Game’e bakınız. 1992. Ayrıca Karl Meyer/S. Blair Brysac The Tournament of Shadows. 1999.
[23] Bkz. Brian Cooper Busch, Britain, India and the Arabs, 1914-1921. 1971.
[24] Örneğin 17. yüzyılda etkin bir şekilde birleşmiş klasik ulus devletlerden biri olan Fransa’nın 19. yüzyılın sonlarında hâlâ ülkenin birçok bölgesinde Fransızcayı ulusal dil olarak kabul ettirmek ve farklı taşra gruplarına Fransız ulusal kimliğini empoze etmek için mücadele etmek zorunda kaldığını göz önünde bulunduralım (bkz. Eugen Weber, Peasants into Frenchmen, 1870-1914: the Modernization of Rural France (1976). Her ikisi de 1870’te ulusal birleşmelerini tamamlayan Almanya ve İtalya, 20. yüzyıla kadar bölgesel lehçelere sahipti ve bunların çoğu bugün hâlâ günlük yaşamın ilk dilidir; yine ulusal birleşmenin “ilk dalgasının” bir ürünü olan İspanya, 1970’lerin sonunda farklı gruplar için geniş bölgesel siyasi ve dilsel özerklik tanımak zorunda kaldı. Bu gerçekler göz önüne alındığında, Marx ve Engels’in 1870’ler öncesinde Slavların çoğu ve özellikle de Güney Slavları söz konusu olduğunda “tarihsiz halklara” karşı körlüğü neredeyse anlaşılır bir durumdur. Çeçenistan halklarının ya da Buhara Hanlığı’nın ulus-devlet oluşumunu hiç düşünmek zorunda kalmadıkları ise kesindir.
[25] Bkz. Catagay, E. ve diğerleri, op. cit. Paris’teki sürgünde bir araya gelen Jön Türkler, Montesquieu, Rousseau, Smith ve Ricardo okumalarına dayanan benzer bir gündemle Genç Osmanlılar tarafından öncelenmişti. Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, (2002 ed.), s. 173.
[26] Alman romantik popülizminin sömürge ve daha sonra Üçüncü Dünya’ya geçişi konusunda klasik bir örnek için bkz. Bassam Tibi, Arab Nationalism (1980).
[27] “Pan-Slavism was the father of Pan-Turanism” [Pan-Slavizm, Pan-Turanizmin babasıydı]. Cf. Hans Kohn. Pan-Slavism: Its History and Ideology. New York 1960, p. 259.
[28] Bu tartışmadaki çalışmalardan biri M.F. Köprülüzade, Influence du chamanisme turco-mongole sur les ordres mystiques musulmans, İstanbul 1929.
[29] Mart 1921 tarihli Türk-Sovyet dostluk ve ticaret anlaşmasında Kemalist hükümet Rusya’yı hedef alan pan-Turanist ajitasyonu bastırmayı, Sovyet hükümeti de Türkiye’de anti-Kemalist ajitasyonu teşvik etmemeyi kabul etti.
[30] Pan-İslamizm, 19. yüzyılın sonlarında Batı’ya karşı genel bir Müslüman isyanından korkan Batılı hükümetleri de rahatsız etmiştir. Bolşevik Devrimi’nden sonra bu korkular Bolşevik-Müslüman ittifakı hayaletiyle daha da arttı. Cf. Paul Dumont, Du socialisme ottoman a l’internationalisme anatolien. İstanbul 1997, s. 225.
[31] Cf. Uriel Heyd. Türk Milliyetçiliğinin Temelleri. The Life and Teachings of Ziya Goekalp (1950); C.W. Hostler, Turkism and the Soviets (1957); Alexandre Bennigsen’in neredeyse tüm yazıları ve özellikle Sultan Galiev: Le pere de la revolution tiers-mondiste (1986). Enver Paşa’nın 1918’de Türkiye’den ayrıldıktan sonraki maceraları hakkında bkz. Hopkirk, Setting the East Ablaze, Bölüm 11.
[32] Fransız yazar Edmond Demolins, 1897 yılında A quoi tient la superiorite des Anglo-Saxons? (Anglo-Sakson Üstünlüğünün Temeli Nedir?) başlıklı bir kitap yayınlamıştı. Anahtarın bireycilik eğitimi olduğunu vurgulayan bu kitap hem Türk hem de Arap dünyasında önemli bir etki yaratmıştır (Lewis, a.g.e., s. 303-304)
[33] a.g.e syf. 238.
[34] Tatarların Rusya’daki Türk nüfusu için bu önceliği A. Bennigsen tarafından Sultan Galiev: le pere de la revolution tiers-mondiste (1986), s. 16ff’de de belirtilmiştir. 1900 yılına gelindiğinde, Tatarlar New York’taki kürk ticaretine bile hakimdiler ve 19. yüzyılın sonunda Avrupa Rusya’sındaki orandan daha yüksek olan %20’lik bir okuma yazma oranına sahiptiler. Ancak 1878’den sonra, “Boğaziçi’nden Çin sınırlarına kadar Müslümanlar… toplumda köklü bir değişiklik yapılmazsa tüm Müslüman dünyasının mahkum olduğunu anladılar.” (s. 26) Bennigsen’e göre (s. 33), 1905’e kadar bu Tatar mayası Tatar yanlısı olarak kaldı, ancak bu durum Japonların Rusya’ya karşı kazandığı askeri zaferle sarsıldı. 1906’ya gelindiğinde İslami bir sol ortaya çıkmıştı. Sufi kardeşlikler de sömürge dünyası aracılığıyla kutsal savaş fikrini canlandırarak bu mayalanmanın bir parçası oldular. Osmanlı Türkleri, İranlılar ya da Araplardan önce Marksizm’i ilk tartışanlar Rus Müslümanlardı (s. 40). Petrol başkenti Bakü’de (Azerbaycan) Rus Sosyal Demokratlarına (RSDLP) bağlı bir grup, Bolşeviklerin ilk ve tek kez hem ulusal hem de mezhepsel bir gruba izin vermesidir. Rusya’daki Pan-Türk milliyetçileri Marksizm’i her şeyden önce bir örgütlenme teorisi olarak görüyorlardı. Yusuf Alecura (1876-1933) Avrupa’da eğitim görmüş ve 1906’dan 1917’ye kadar yayınlanan bir Tatar gazetesi çıkarmış bir başka Tatar milliyetçisidir. Alecura, Atatürk’ün yükselişinden sonra her zamankinden daha fazla ön plana çıkmış ve 1932’de Türk Tarih Kurumu’nun ilk kongresine hâkim olmuştur. Çağatay op. cit. s. 238.
Bir diğer önemli Tatar milliyetçi entelektüel, Genç Tatarların teorisyeni olan Abdürreşid Meddi’dir. Onun konuşmalarında, diye yazıyor G. Williams (a.g.e. s. 319-320), “ilk kez Kırım’ı Rus İmparatorluğu’nun bir vilayeti, Darü’l-İslam’ın bir parçası ya da daha büyük bir Türk yurdunun eklentisi olarak değil, Kırım Tatar ulusunun mirası olarak tanımlayan bir dil duyuyoruz. Meddi, 1910 yılında yaptığı bir konuşmada… klasik Alman milliyetçiliğinin dilini çağrıştıran toprakla karışık kan alegorilerini kullanır.”
[35] E. Cagatay et al. eds. Op. cit. p. 235.
[36] G. Williams, The Crimean Tatars, 2001. p. 312.
[37] Heyd’e göre, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Türk ulusal rönesansı, “Türklere İslam’dan yüzyıllar öncesine dayanan bir kültürel geleneğe sahip büyük bir ulusa ait olduklarını gösteren Avrupalı Türkologların araştırmalarından doğmuştur.” (a.g.e., s. 105) Fransız yazarlar Lamartine ve Loti de Türk kültürünü övmüşlerdir. Alman kültürel milliyetçiliğinin aracısı, 1890’larda Petersburg Üniversitesi’nde hem sosyalizm hem de pan-Slavizm ile karşılaşan Kafkasyalı Hüseyinzade Ali’ydi. Ali, 1897 Türk-Yunan savaşından sonra Bakü’ye gitti ve Sünni ve Şiileri Türkiye ile daha yakın bir birlik içinde birleştirmeye çalıştı. Daha sonra Gökalp gibi, kendisi de Rus gizli cemiyetlerini örnek alan C.U.P.’nin bir üyesi oldu.
[38] Heyd, op. cit. p. 165.
[39] Mazzini, İtalya’nın birleşme sürecinin çeşitli milliyetçiler tarafından yakından takip edildiği ve Sırbistan’ın nihai bir Balkan birleşmesinde kendisini bir “Balkan Piyemontesi” rolünde hayal ettiği Balkanlar’da da önemli bir figürdü.
[40] Heyd, s. 168. Heyd’e göre, “Gökalp’in toplum, seçkinler ve lider anlayışının Atatürk’e giden yolu hazırladığına” dair çok az şüphe vardır (s. 140). Gökalp aynı zamanda Alman tüccar Friedrich List’in de hayranıydı. Gökalp’in etkisi altında, yerel folklorun incelenmesi için her Türk kasabasında Halkevleri kurulmuştur. “Treitschke’nin Durkheim tarafından takdir edilmesi Gökalp için her şekilde geçerli görünmektedir” (s. 163)
[41] Yeryüzü Postası’nın notu: Yazar burada, 1927’de Şefik Hüsnü ile yaşadıkları ihtilaf nedeniyle TKP’den ayrılan bir grubun Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi Mustafa Kemal’e yakın isimlerle birlikte 1932-1935 yılları arasından çıkardıkları sol Kemalist çizgideki dergiye atıf yapmaktadır.
[42] İki savaş arası dönemde diğer bazı gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi (örneğin Brezilya, Arjantin) Türkiye’de de eski komünistler kalkınma devletinin inşasında önemli rol oynamışlardır. Türkiye’de bunun en iyi örneği 1930’ların başındaki Kadro grubuydu. Partinin eski genel sekreterlerinden Vedat Nedim Tör, 1930’ların başında bir teorisyen hareketi haline gelmiştir. Diğer kilit isimler, 1919 civarında, doğrudan Henri Barbusse’ün -geleceğin bir başka Stalinofili- Fransız Clarte dergisini model alan Aydınlık grubunun bir parçasıydı. Bir Türk KP tarihçisinin belirttiği gibi: “Ana fikirleri, Türkiye’deki elit kesimin toplumdaki devrimci güç olarak tarihi rolüne uyanması ve “kitlelerin ataletini yenmesi” olarak kaldı. George S. Harris, The Origins of Communism in Turkey, (1969). s. 146 ve daha sonra yazdığı The Communists and the Kadro Movement (2002) adlı kitabında bu hareketin tüm kilit isimlerinin Aydınlık grubundan geldiğini göstermektedir. Durkheim ayrıca Gökalp’e toplumun birey üzerindeki üstünlüğüne dair teorik bir gerekçe sağlamıştır.
[43] “20. yüzyılın daha sonraki felaketleri, Jön Türk devriminin çağdaş etkisini gizlemiştir. Yine de devrimin önemi 1917 Rus Devrimi ve 1989’da Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşüyle kıyaslanabilir. Sultanın iktidarının çöküş hızı büyük güçleri şaşırtmış ve devrimcilerin kendilerini de gafil avlamıştır.” (Glenny, op. cit. s. 216). Bu sonraki felaketler, ulusal burjuvazi ile “anti-emperyalist” ittifakların kaynağı olarak Türkiye, İran ve Afganistan’daki 1917-1921 olaylarını da gizlemiştir. “
[44] a.g.e syf. 120.
[45] Shaw, S. and Shaw, E.K. History of the Ottoman Empire and Modern Turkey. Vol. II. 1977. P. 300.
[46] Kapitülasyonlar, Osmanlı’nın gerileme yüzyılları boyunca, İngiltere ve Fransa’ya (öncelikle) maliye, finans politikası ve gümrük idaresinin farklı alanlarının kontrolünün verilmesi yoluyla, Osmanlı devletinin egemenliğinin kısmen Batılı güçlere bırakılmasıydı.
[47] Shaw and Shaw, op. cit. p. 313.
[48] “Jön Türkler” terimi burada resmi adları olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile birbirinin yerine kullanılmaktadır.
[49] P. Dumont, op. cit. s. 15 vd. Bu makale için önemli bir kaynak olan Dumont’tan yapılan tüm alıntılar benim çevirilerimdir. Dumont’un kitabı, bu hikayeye dair bir rehber olarak ICC broşüründen sonra ikinci sıradadır. Kitap, tüm ayrıntı zenginliğine rağmen, yine de Türk komünistlerinin sol kanadını gözden kaçırmakta ve Şefik Hüsnü ve Aydınlık grubunun sağ kanadına aşırı ağırlık vermektedir.
[50] a.g.e syf. 35.
[51] Bkz. Devrimci Tarih, Cilt 8, No. 3. Balkan Sosyalist Geleneği ve Balkan Federasyonu, 1871-1915
[52] Enver Paşa’nın sicili, Dünya Savaşı’ndaki bazı feci askeri yenilgilerin komutanı olmasının yanı sıra, Ermeni katliamlarına karışmasını da içeriyordu. Grigori Zinovyev onun başlıca Bolşevik sponsoru oldu (Carr, a.g.e., s. 265)
[53] 1919-1922 yıllarında Enver Paşa hakkında bkz. Helene Carrere d’Encausse, Reforme et Revolution chez les Musulmans de l’Empire Russe (1981), s. 263-266. Daha genel olarak İslamo-Komünizm hakkında bkz. A. Bennigsen, op. cit.
[54] Ankara’daki büyük Atatürk (“Türklerin Babası”) anıt mezarına defnedilen Mustafa Kemal’in yükselişi büyük bir ulusal mitolojiyle çevrelenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı komutanı olarak kazandığı askeri zaferlerin ardından Mayıs 1919’da Samsun’a hareket etti ve burada Müttefiklere ve Yunan işgaline karşı direnişi harekete geçirmeye başladı.
[55] Osmanlı ve Türk tarihinin bu dönemine aşina olmayan okuyucular, Kemalist milliyetçiler 1921 sonbaharında Yunan işgaline karşı gelgiti değiştirene kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun (nihayet 1922’de lağvedildi) hala uluslararası alanda tanınan ve başkenti İstanbul’da olan bir devlet olduğunu unutmamalıdır. Mustafa Kemal, yeni Cumhuriyet’te İstanbul’un prestijini azaltmak için Aralık 1919’da Anadolu’nun ortasındaki küçük Ankara kasabasını yeni başkent haline getirdi. Büyük Millet Meclisi Nisan 1920’de buraya taşındı. Dolayısıyla bu metinde Kemal’in hükümetine yapılan atıflar, Müttefiklere, Yunanlılara ve cezalandırıcı Sevr Antlaşması’na (1920) karşı henüz tanınmayan ayrılıkçı milliyetçi isyan – Osmanlılar için Versay Antlaşması’nın Almanya için olduğundan daha cezalandırıcı – anlamında anlaşılmalıdır.
[56] Savaşın hemen sonrasındaki siyasi konjonktürde İslam’ın gücünün bir tezahürü de “Yeşil Ordu”nun kurulmasıydı. Mayıs 1920. Eski Rus imparatorluğundaki çeşitli Müslüman gruplar İslam’ın rengi olan yeşili kullanıyordu. Bu milislerden bazıları Transkafkasya’da savaştı ve Eylül 1918’de Bakü’nün ele geçirilmesine katıldı. Kemalistler böyle bir “Yeşil Ordu” söylentisini Türk kamuoyunda laiklikle ilgili şüpheleri bastırmak için kullandılar, bu şüpheler İstanbul’daki Sultanlık tarafından körükleniyordu. Gerçek Yeşil Ordu, Kemalistlerin gerici İslamcı muhaliflerine karşı mücadeleyi kendi görevi olarak görüyordu. (Dumont, a.g.e., s. 349). Yeşil Ordu’nun pan-Asyacı, muhtemelen pan-Turancı çağrısı “Asyalılar için Asya” idi. Komintern’in Temmuz 1920’deki İkinci Kongresi’nde Lenin pan-Asyacılığı “Türk ve Japon emperyalizminin” çıkarlarına hizmet etmekle suçladı (a.g.e., s. 351). Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu’nun güçlü lideri olarak öne çıkması ve Mustafa Kemal’e rakip olma potansiyeli göstermesi üzerine 1920’de milliyetçilerle bir kopuş yaşandı ve Kemal örgütü feshetme girişiminde bulundu. Ekim 1920’de cemiyetler yasası, hükümete, devlet güvenliği için tehlikeli gördüğü örgütleri yasaklama hakkı verecek şekilde değiştirildi. (a.g.e. s. 355)
[57] Özellikle Grigori Zinovyev’in Batı’ya karşı “cihat” çağrısına yanıt veren ve bugün İslami köktendincilerden biraz daha fazlası olarak değerlendirilebilecek çok sayıda Müslüman delegenin varlığı nedeniyle “kötü şöhretli” Bakü Konferansına 235 Türk, 192 “Fars ve Parsi”, 8 Çinli, 8 Kürt, 157 Ermeni ve 100 Gürcü katılmıştır (Carr, op. cit. s. 260.)
[58] Bunlar arasında Ludendorff’un kurmay başkanı ve daha sonra Çan Kay Şek’in askeri danışmanı olan Albay Max Bauer de vardı.
[59] V. Vourkoutiotis, Making Common Cause: German-Soviet Relations 1919-1922 (2007), p. 36.
[60] Dumont, op. cit. . 139.
[61] a.g.e syf. 140.
[62] a.g.e syf. 141.
[63] Türkiye KP’si böylece bir sürgün partisi olarak başladı. Azerbaycan’ın petrol zengini başkenti Bakü, önemli işçi sınıfı içindeki sayısız etnik grubu (Çarlık imparatorluğunun diğer Türki bölgelerinden gelen çok sayıda Müslüman işçi de dahil) kapsayan çalkantılı bir Sovyetleşme sürecinden geçti. Şehir 1917’den çok önce zengin bir işçi sınıfı faaliyeti tarihine sahipti. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Bakü’deki grevler herhangi bir Rus kentinde olduğundan daha uzun, daha sık ve daha başarılıydı. Ronald Suny, The Baku Commune, 1917-1918 (1972), s. 47. Bakü tesadüfen Sovyet devrimci stratejisinin merkezi olmadı. Azeri dili İstanbul Türkleri, Tebriz’deki Farslar, Kürtler, Transkafkasya’daki Türk halkları, Gürcüler ve Ermeniler tarafından anlaşılabiliyordu. Azerbaycan, Paul Dumont’un deyimiyle “Yakın Doğu’nun başlıca devrimci kavşaklarından biri”, “anti-emperyalist mücadelenin Mekke’si” idi. (Dumont, s. 286)
[64] A.g.e. s. 142. Bu kurucular arasında I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı subayı olan Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa da vardı; Halil Paşa Ağustos 1919’da Mustafa Kemal tarafından milliyetçi hareket için Bolşeviklerle temas kurmakla görevlendirilmişti. Eski Osmanlı bürokratı Salih Zeki, 1916’da kendi bölgesindeki Ermenilere yönelik bir katliamı organize etmişti. Dr. Fuad Sabit, Mustafa Kemal tarafından Temmuz 1919’da Azerbaycan’a gönderilmiş ve orada da Bolşeviklerle temas kurmuştu. Bakü’de bir “Türk Komünist Partisi” kurmaları, Ruslara yaranmak amacını taşıyordu.
[65] KP’nin Bakü’deki sürgündeki kurucularının yanı sıra, Kasım 1918’deki Müttefik işgalinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren çok sayıda sosyalist ve komünist grup vardı. İstanbul’da (İkinci Enternasyonal) Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından düzenlenen Mayıs 1920 tramvay grevi gibi önemli grevler de oldu. TSF’nin o dönemde 5000 üyesi vardı. Haliç tersanelerindeki grevler gibi 1920’nin başlarındaki grevler de partinin üye sayısını artırmıştı. 1 Mayıs 1921, İstanbul tarihinin en büyük 1 Mayıs gösterisine sahne oldu. Fransız istihbarat servisleri de Rus ajitatörlerin ortaya çıkmasından rahatsızdı. Şubat 1919’da İstanbul’da “Türkiye Komünist Partisi” adını kullanan ve Rus göçmenler, Yahudiler, bazı Müslümanlar ve bazı Rumlardan oluşan bir propaganda grubunu açığa çıkardılar. (Bu bilgi Dumont tarafından derlenmiştir, op. cit. s. 197-226.) Almanya’da sürgünde bulunan başka radikalleşmiş unsurlar da ortaya çıkmış, bazıları savaşın sonunda Spartakusbund ile bağlar geliştirmiş (a.g.e. s. 231) ve Ocak 1919’da onlarla birlikte sokaklara çıkmıştır. Bunların bir kısmı Ocak 1921’de Trabzon açıklarında 15 komünistin öldürülmesi olayında hayatını kaybetmiştir.
[66] Kızıl Ordu ancak Nisan 1920’de Bakü’ye girerek İttihatçıların ilhak hayallerine son verdi.
[67] A.g.e., s. 143, dipnot 1. Atatürk, 1919 Macar Bela Kun Devrimi’nin yenilgisini ve Sovyetler Birliği ile ortak bir sınırın olmamasının izolasyonunda nasıl önemli bir faktör olduğunu fark etmişti.
[68] Türk KP’sinin ilk aşamasının ana figürü Mustafa Suphi’ydi (1883-1921). Paris’teki eğitiminin ardından Türkiye’de İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefette çalışmış ve hapse atılmıştır. Rusya’ya kaçtı ve burada Bolşeviklerle temasa geçti. Devrimden sonra Türk içişleriyle temas kuran kilit isim oldu ve Stalin’in Milliyetler Komiserliği’nde çalıştı. Mart 1919’da Üçüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresinde Türkiye’yi temsil etti. Mayıs 1920’de Bakü’ye geldi ve o yılın başlarında kurulan sürgün partisinin yeniden örgütlenmesini üstlendi. Mustafa Kemal’den TKP’nin yasallaşmasını talep etmek üzere 1920 sonunda Türkiye’ye döndü. Kendisi ve beraberindekiler doğu illerindeki milliyetçiler tarafından düzenlenen anti-komünist gösterilerle karşılandı ve kendisi ile birlikte on dört komünist Ocak 1921 sonunda öldürüldü. a.g.e. s. 143 dipnot 3.
ICC’ye göre (s. 5) Mustafa Suphi, Sultan Galiev’in İslamo-Komünizminden de etkilenmişti ve bu etkiden hiçbir zaman tamamen kurtulamadı.
[69] A.g.e. s. 145. Dumont bu mektubu, Kemal’e bu işbirliğinin onu sola çekmeyeceğine dair güvence verme çabası olarak yorumlar.
[70] A.g.e. s. 147. Hem Bolşevikler hem de Bakü’deki Müslüman devrimciler, anlık ittifakın amacı doğrultusunda, gerçekte farklı olan bakış açıları hakkında “i’nin noktasını koymama” konusunda dikkatli bir sözlü oyun oynadılar. (a.g.e. s. 299)
[71] a.g.e syf. 149.
[72] a.g.e syf. 151
[73] a.g.e
[74] a.g.e syf. 157.
[75] Hem ICC broşürü hem de Dumont, savaşa karşı Yunan Komünist ajitasyonunun Kemalist zaferlerde önemli bir faktör olduğuna dikkat çekmektedir. Dumont, bir Sovyet kaynağına dayanarak şöyle yazmaktadır (s. 392, dipnot 2) “Yunan Komünistleri 1920 ortalarından itibaren Küçük Asya’da savaşa karşı ayaklandılar. Öyle görünüyor ki, aktif anti-militarist propagandalarıyla, Anadolu’ya gönderilen birliklerin başarısızlığa uğramasına önemli ölçüde katkıda bulundular. 1920’nin sonlarından itibaren, Yunan ordusundaki firarlar çoğaldı ve İzmir çevresindeki kışlalarda belirli sayıda isyanın meydana geldiğine dair her türlü kanıt mevcuttur. Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde Yunanistan Komünist Partisi delegesi olan N. Dimitratos’a göre, savaşın ilk iki yılında 100.000’den fazla “işçi ve köylü” firar etmişti. Bu rakam biraz Homerosvari görünebilir, ancak yine de olgunun boyutları hakkında belli bir fikir vermektedir.”
[76] Sovyet hükümeti, 1919 sonlarında Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’daki Sovyet karşıtı güçleri desteklemeye devam eden İngiliz müdahalesine karşı mücadelelerinde Mustafa Kemal ile yakın ilişkiler kurmak istiyordu. Sovyetler ayrıca böyle bir ittifakın Rusya içindeki Türk nüfusuna yönelik cazibelerini güçlendireceğini umuyordu. O sırada Sovyet dış ilişkilerinden sorumlu olan Çiçerin, Eylül 1919’da, tam da Mustafa Kemal’in milliyetçi hareketin lideri olarak Yunan işgalcilere karşı mücadeleyi sürdürmek için kendini dayattığı sırada, “Türkiye’nin işçi ve köylülerine” doğrudan bir çağrıda bulundu. Kemal ise, kendisini komünizmden açıkça ayırırken, Sovyet ittifakı ihtimalini Batılı güçleri telaşlandırmak için kullanıyordu. Aynı zamanda Sovyet askeri yardımının hayatta kalması için elzem olduğunun da farkındaydı. Bunun karşılığında Kemal Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın Sovyetleştirilmesine yardım etti. a.g.e. s. 169-170.
[77] H. Carrere d’Encausse, op. cit. a.g.e.
[78] Programda 8 saatlik iş günü, yasal asgari ücret, çocuk işçiliğinin kaldırılması, köy kooperatiflerinin kurulması, toplu taşıma araçlarının, madenlerin, ormanların vb. kamulaştırılması yer alıyordu.
[79] Bu sol kanat hakkında bildiklerimi, Uluslararası Komünist Akım’a (ICC) katılmadan önce bana Türkiye Komünist Partisi’nin Sol Kanadı adlı broşürlerini gönderen Türk yoldaşlara borçluyum. Bu broşür çevrimiçi değil ama ICC’den temin edilebilir. Bu makalenin yazılmasında bu yoldaşlarla yapılan e-posta iletişimi ve müteakip konuşmalar çok değerli olmuştur. Broşür bundan böyle “ICC broşürü” olarak anılacaktır.
[80] Şerif Manatov, Güney Urallar’daki Başkurt bölgesinden bir imamın oğluydu. Dumont’a göre, siyasi kariyerine Başkurt meclisinin en sağındaki bir militan olarak başladı. Manatov 1913 yılında İstanbul’a gelmişti. “1914’te savaş karşıtı tutumu onu İsviçre’ye göç etmeye zorladı ve burada Lenin’le tanışıp arkadaş oldu. (1917’den sonra)… Başkurtistan’a geri döndü… ve hatta Başkurt Sovyeti’nin başkanlığına seçildi“… Başlangıçta Başkurt ulusal kurtuluş hareketinin bir parçasıydı” ancak hareketin lideri Beyazların tarafına geçince Manatov hareketten koptu ve hapse atıldı. (ICC broşürü). Bolşeviklere geçti ve 1918’de Stalin (Milliyetler Komiseri) onu Merkezi Müslüman Komiserliği’nin başkan yardımcısı yaptı. Başkurt milliyetçi hareketi içinde çalıştı ve Bakü’ye, oradaki Musavat hükümetine gönderildi. Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi hükümetinde Başkurt temsilcisi olarak Ankara’daydı. Daha sonra Anadolu’daki en aktif Bolşevik propagandacılardan biri oldu ve kısa sürede etkileyici bir militan ağı kurdu. Ankara’da Ekim Devrimi’nin fikirleri üzerine konferanslar vermeye başladı. Eskişehir’in işçileri ve ileri gelenleri üzerindeki etkisi sayesinde bu şehir Anadolu komünist mayasının ana kalesi haline geldi (Dumont, s. 374-375). George Harris onu “Türkiye topraklarında Lenin’in ‘Marksizm’den farklı bir doktrin icat ettiğini’ ilan eden ilk ses” olarak tanımlar. Görünüşe göre Attatürk’ü Bolşevizm’e döndürmeye çalışmıştır. Haziran 1920’de Türkiye Komünist Partisi’nin sovyetler, özel mülkiyetin kaldırılması ve millileştirmeler çağrısında bulunan Genel Tüzüğü’nü yazdı. (Harris, op. cit. s. 70-72). Türkiye’den 1920 sonbaharında sınır dışı edildikten sonra Sovyetler Birliği’ne döndü ve daha sonra öldürüldü (ICC broşürü). Salih Hacıoğlu, 1880 doğumlu bir veterinerdi. I. Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde askeri veteriner olarak görev yaptı ve bu deneyim onu isyan ettirdi. Ankara’ya gitti ve Manatov ve seminerleriyle karşılaştı. Manatov’la birlikte Türkiye Sosyalist Fırkası’nın Eskişehir’deki yerel örgütünü devraldı ve kısa ömürlü Emek gazetesini çıkardı. Ocak 1921’de Halk Komünist Partisi’nin bastırılmasından sonra 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılan isimlerden biriydi. (Ancak yıl sonunda affedildi.) Hem o hem de Manatov, önceki sonbaharda Mustafa Suphi’yi Türk KP üyelerini bekleyen tehlikeler konusunda uyarmışlardı (ICC broşürü).
[81] ICC broşürü, s. 15, 22. Safarov, Kasım 1925’te Salih Hacıoğlu’nun Türk partisinin sağcı Aydınlık liderliğini görevden alma talebini dinledi. Safarov’un Sovyet basınına ve Komintern’in yarı-sömürge ve sömürge dünyasındaki burjuva devrimlerini desteklemeye ilişkin çeşitli Kongre kararlarına karşı oynadığı rol, Sovyetlerin Türkiye, İran ve Afganistan’la yaptığı anlaşmalara rağmen Komintern’in tek sesle konuşmadığını göstermektedir. Safarov daha sonra Almanya’ya gitti ve Komünist muhalefet grubu Leninbund ile çalıştı, ardından Rusya’ya döndü ve daha sonra vuruldu.
[82] ICC broşürü, syf. 3.
[83] a.g.e..
[84] Moskova’daki Kemalist temsilci ise, Sovyet hükümetinden silah ve mühimmat talep etmesi, ancak Kızıl Ordu’nun Türk milliyetçileriyle ihtilaflı bölgelere müdahalesini önlemek için elinden gelen her şeyi yapması konusunda kesin talimat almıştı.
[85] Dumont, op. cit. s. 276.
[86] İkinci Kongre, ciddi tartışmalardan sonra, burjuva milliyetçi “anti-emperyalist” mücadelelerin desteklenmesi fikrini onayladı. Konferansa sömürge ve yarı-sömürge dünyasından Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Buhara, Hindistan, Türkiye, İran, Çin ve Kore’den delegeler katıldı. (Carr. op. cit. s. 251)
[87] Dumont, a.g.e., s. 272. ICC broşürü çok daha serttir: “Kongrenin çoğunluğu, tıpkı Doğu Halk Kongresi’ne katılan çoğunluk gibi, milliyetçi ideolojiden kopmayı başaramamıştı ve bazıları Batılılara karşı tartışmasız oldukça ırkçı duygular besliyordu.” (p. 9)
[88] “Çağrı“nın programatik noktaları arasında grev hakkının tanınması, genel oy hakkı, daimi ordunun yerini halk milislerinin alması, mali reform, zorunlu ve ücretsiz ilköğretim, yoksul köylülere toprak dağıtımı ve işçilerin koşullarının iyileştirilmesi yer alıyordu. (op. cit. s. 275)
[89] Lenin, 1917 devriminden önce Çarlık Rusya’sının üç doğu Türk vilayetini (Kars, Ardahan ve Batum) işgal etmesine zaten karşı çıkmıştı.
[90] Cf. T.E. O’Connor. Diplomasi ve Devrim. G.V. Chicherin and Soviet Foreign Affairs, 1918-1930 (1988).Çiçerin Türkiye’yi İngiliz-Sovyet ilişkileri için “hayati” olarak değerlendirmiş (s. 121) ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin Türkiye, İran ve Afganistan ile bir savunma ittifakı kurmasını tasarlamıştır (s. 142). Çiçerin Haziran 1920’de diplomatik bir notayla Kürdistan, Lazistan, Batum bölgesi, Doğu Trakya ve birçoğu Kemalistlerin göz diktiği çeşitli Türk-Arap bölgeleri için plebisit çağrısında bulunmuştu. Ancak ertesi gün Kemal, Sovyet silah ve mühimmatından oluşan büyük bir sevkiyat hakkında bilgilendirildi. (Dumont s. 293)
[91] R. Hovannisian, Ermenistan Cumhuriyeti.Cilt IV. Berkeley 1996, s. 343. Stalin ayrıca Bakü’de yeni kurulan Türk KP’nin lideri Mustafa Suphi aracılığıyla Kemal’e Sovyet hükümetinin “Anadolu’daki milliyetçi direniş hareketini tüm Doğu halkları için bir model olarak gördüğünü…” iletti. Suphi, Stalin’in mesajına, Yunan kuvvetlerine karşı savaş devam ederken partinin “aşırılık yanlısı her türlü girişimden kaçınacağı” güvencesini de ekledi. (Dumont, op. cit. s. 181)
[92] 7 Kasım 1920’de “Çiçerin, Türklerin gelecekteki askeri yardımın Ermenistan’la Sovyet arabuluculuğunda bir ateşkesi kabul etmelerine ve Batum’u işgal etmeye kalkışabilecek herhangi bir İtilaf kuvvetini çıkarmayı taahhüt etmelerine bağlı olduğu konusunda uyarılması talimatını verdi. O sırada hala Bakü’de bulunan Stalin’e, gerekirse sevkiyatları askıya alma yetkisi verildi.” a.g.e.. syf. 344.
[93] a.g.e syf. 347.
[94] Dumont, a.g.e., syf. 176.Aynı zamanda, söz konusu dönemde (1917-1925) Türkiye’deki komünist militanların sayısının 20.000’i geçmediğini akılda tutmak önemlidir (ICC broşürü)
[95] Doğu Ordusu Komutanı Karabekir, Ağustos 1920’de Kemal Paşa’ya bazı Türk komünistleri yatıştırmak için onları “onurlu görevlere” getirmeyi önermiştir (a.g.e. syf. 276). Ona göre komünist hareket etkisiz hale getirilmeliydi çünkü “kontrolsüz bir ajitasyon sadece Halife’ye sadık güçlerin anti-komünist duygularını istismar etmekte tereddüt etmeyecek olan İngilizlerin işine yarayabilirdi.” (a.g.e.)
[96] a.g.e syf. 177.
[97] a.g.e syf. 277.
[98] a.g.e syf. 278.
[99] A.g.e. Ekim ayında Kemal, sol içindeki mayayı kontrol atlına almak için “resmi bir Komünist Parti” kurmaya çalışmış, ancak ciddi militanlar yeraltında kalmıştı.
[100] Solun sözcüsü Salih Hacıoğlu, partinin Bakü’deki kuruluş kongresinde Suphi’yi Türkiye’ye dönmenin tehlikeleri konusunda uyarmıştı.
[101] a.g.e syf. 279.
[102] Paul Dumont ise cinayetleri Karabekir ya da Hamit Bey’in organize ettiğini düşünmüyor. Aralarındaki telgraflarda grubun şiddetle karşılaşmaması gerektiği belirtiliyordu. Motoru öneren ve vahşiliğiyle yerel bir üne sahip olan Yahya Kâhya , Suphi’nin Anadolu’daki komünist faaliyetleri finanse etmek için taşıdığı parayı almak için bu cinayetleri işlediğinden şüphelenilmektedir. Ancak tutuklandıktan sonra “ağzındaki baklayı çıkarmakla” tehdit ettiği için kendi başına hareket ettiği fikrine şüpheyle yaklaşılıyor. Kimin baklalarını? Dumont, Trabzon’da birlikte çalıştığı İttihatçıları, bazı yerel eşrafı ya da Ankara hükümetinin bir ajanını ihtimaller arasında sayıyor. Kazım Karabekir İttihatçıları bu işin arkasında olmakla suçladı. Ancak tüm bunlar varsayımın ötesine geçmedi. A.g.e. syf. 282.
[103] a.g.e syf. 183.
[104] E.H. Carr’ın (a.g.e., s. 301) kuru bir şekilde ifade ettiği gibi: “Son kez olmasa da ilk kez, hükümetlerin Sovyet hükümetinin iyi niyetini kaybetmeden kendi ulusal Komünist Partileriyle sert bir şekilde başa çıkabileceği gösterildi.” Londra’da Anglo-Sovyet ticaret anlaşmasının imzalandığı gün imzalanan anlaşmanın giriş bölümünde “emperyalizme karşı mücadelede dayanışma ”dan söz ediliyordu. Sovyetler Birliği için olduğu gibi Türkiye için de bu, “yabancı müdahalecilerin Transkafkasya’dan ve Karadeniz kıyılarından dışlanması anlamına geliyordu… Bu avantajlar her iki taraf için de Türk komünistlerine yapılacak muamele konusundaki farklılıklardan daha ağır basıyordu” (Carr. op. cit. s. 303.)
[105] A.g.e.. syf. 185. Dumont bu pasaja düştüğü dipnotta şöyle devam etmektedir: “Bu gazetede bulduğumuz Ankara hükümetine düşmanca ilk yazı 26 Ekim 1922 tarihlidir… On beş gün önce Türkiye Müttefiklerle Mudanya Mütarekesi’ni imzalamıştı. Bundan sonra Bolşevikler Kemalist hükümete karşı saldırılarını artıracaklardır. Sovyet gazetelerinde Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinden ilk kez Mayıs 1921’de bahsedilir (Carr op. cit. s. 304) . Temmuz 1921’de İslamcı Komünist Sultan Galiev’in Suphi hakkındaki bir başka Sovyet yayınında yer alan makalesinde Suphi’nin ölüm koşullarından neredeyse hiç bahsedilmemektedir. (Dumont, s. 283) Çiçerin konuyu Şubat ayında dostluk ve ticaret anlaşmasını müzakere eden Türk delegasyonuna açmış, ancak delegasyon Kemalist hükümetin olaya karışmadığını söylemiştir. Büyükelçi, Aralık-Ocak baskılarında komünistlerin tutuklanmasının kendi “taktik hatalarından” kaynaklandığını, çünkü “Anadolu’da toplumsal bir devrimi” zamanından önce başlatmaya çalıştıklarını ileri sürdü (a.g.e.).
[106] Antlaşma aynı zamanda Kafkasya (Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan) üzerindeki anlaşmazlıkları da çözüme kavuşturmuştur. O’Connor op. cit. s. 142.
[107] Haziran-Temmuz 1921’de toplanan Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi, yeni “kitleleri fethetme” stratejisiyle genel bir uyum içinde Kemalistleri destekleme çağrısı yayınladı. G.S. Harris, The Origins of Communism in Turkey (1969), s. 102. Komintern Yürütme Komisyonu sekreterinden gelen bir mektupta, büyükelçi Aralov’a, “ulusal entelektüel çevreleri anlamsız ‘sol komünist’ darbelerle korkutacağından” korktukları yerel komünistleri “yönetme” talimatı verildi. (ICC broşürü) Aralov “yönetmekten” fazlasını yaptı. Anılarında, 1922’de Komünist lider Nazım Bey’in kendisine, Sovyet hükümetinin kendisini desteklemesi halinde Ankara’da Bolşevik yanlısı bir hükümet kurabilecek durumda olduğunu ve bu hedefinde 120 milletvekili tarafından desteklendiğini söylediğini aktarır. Aralov, Kemalist yetkilileri olan bitenden haberdar etmek için acele ettiğini iddia eder. (Dumont, s. 395)
[108] ICC broşüründen alıntılanmıştır, syf. 12.
[109] a.g.e
[110] İlginç ve anlamlı bir şekilde, Komintern yönetimi tam da bu sırada “İşçiler, Doğu’da yeni bir savaşa karşı çıkın!” başlıklı bir çağrı yayınlayarak, Kemalist Türkiye’ye son üç yıldır verilen “anti-emperyalist” desteği tersine çevirdi. Türkiye işçi sınıfının Ankara’daki “kast hükümetine” karşı tekrar mücadeleye başlayacağını öngörüyorlardı. Öte yandan Radek, Türk işçilerini ulusal kurtuluş hareketinin “meşru taleplerini” desteklemeye devam etmeye çağırdı. “Nihai mücadele için zamanın henüz gelmediğini ve uzun bir süre burjuva unsurlarla birlikte hareket etmek zorunda kalacağınızı anlamalısınız…”. P. Dumont, op. cit. s. 195, Komintern’in 30 Eylül 1922 tarihli Uluslararası Yazışmalarından alıntı. Radek, Türk komünistlerin tutuklanmasının Kemalist hareketin “muhafazakâr fraksiyonu” tarafından emredildiğini iddia edecek kadar ileri gitmiş ve Atatürk’ü aklamıştır. G.S Harris, Kadro Hareketi, s. 55.
[111] G.S. Harris’e göre, “Anadolu’daki az çok muhafazakâr bazı politikacılar 1920 baharında bu kaba saba İslami Komünizme çekildiler”. Harris, The Communists and the Kadro Movement, (2002), s. 45.
[112] a.g.e syf. 349.
[113] A.g.e., s. 354. Aslında, 1920 yazında Eskişehir’den gelen bildiriler, bir sonraki Eylül ayında Bakü’de Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş kongresinde kabul edilen programdan daha radikaldi. Eskişehir grubu, ulusal kurtuluş hareketinin “burjuvazinin elinde” olduğunu belirtiyor, Kemalist rejimde eski İttihat ve Terakki (Jön Türk) üyelerinin öne çıkmasına işaret ediyor ve ne İstanbul’daki Osmanlı hükümetini ne de Ankara’daki Kemalistleri desteklediğini söylüyordu. Zorunlu askerliği, dini ve aileyi eleştiriyordu. (ICC broşürü, s. 8)
[114] Yeşil Ordu’nun dağıtılması ve devlet organları tarafından absorbe edilmesine ilişkin bu anlatım Dumont, s. 354-358’den alınmıştır.
[115] a.g.e syf. 360.
[116] a.g.e syf. 362.
[117] a.g.e syf. 369.
[118] a.g.e
[119] G.S. Harris ise Ekim 1920’yi Anadolu’daki komünist varlığının burjuva egemenliğindeki Büyük Millet Meclisi için gerçekten endişe verici hale geldiği an olarak tanımlar. Kemal “tüm hareketini mevcut burjuva elitine dayandırmıştı”. Aynı ay içinde İktisat Bakanı, Sovyetler Birliği ile işbirliğinin pratik zorlukları üzerine bir rapor sundu. Bu raporu izleyen tartışmalarda milletvekillerinin çoğu Sovyet güdülerinden kuşkulanmaya başladı. Ertesi gün Atatürk “resmi” TKP’nin kurulduğunu açıkladı.(G.S. Harris, The Communists and the Kadro Movement, 2002, s. 27-34.)
[120] a.g.e syf. 374.
[121] Şerif Manatov, Güney Urallar’daki Başkurt bölgesinden bir imamın oğluydu. Dumont’a göre, siyasi kariyerine Başkurt meclisinin en sağındaki bir militan olarak başladı. Manatov 1913 yılında İstanbul’a gelmişti.“1914’te savaş karşıtı tutumu onu İsviçre’ye göç etmeye zorladı ve burada Lenin’le tanışıp arkadaş oldu.(1917’den sonra)… Başkurtistan’a geri döndü… ve hatta Başkurt Sovyeti’nin başkanlığına seçildi“… Başlangıçta Başkurt ulusal kurtuluş hareketinin bir parçasıydı” ancak hareketin lideri Beyazların tarafına geçince Manatov hareketten koptu ve hapse atıldı. (ICC broşürü). Bolşeviklere geçti ve 1918’de Stalin (Milliyetler Komiseri) onu Merkezi Müslüman Komiserliği’nin başkan yardımcısı yaptı. Başkurt milliyetçi hareketi içinde çalıştı ve Bakü’ye, oradaki Musavat hükümetine gönderildi. Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi hükümetinde Başkurt temsilcisi olarak Ankara’daydı. Daha sonra Anadolu’daki en aktif Bolşevik propagandacılardan biri oldu ve kısa sürede etkileyici bir militan ağı kurdu. Ankara’da Ekim Devrimi’nin fikirleri üzerine konferanslar vermeye başladı. Eskişehir’in işçileri ve ileri gelenleri üzerindeki etkisi sayesinde bu şehir Anadolu komünist mayasının ana kalesi haline geldi (Dumont, s. 374-375). George Harris onu “Türkiye topraklarında Lenin’in ‘Marksizm’den farklı bir doktrin icat ettiğini’ ilan eden ilk ses” olarak tanımlar. Görünüşe göre Atatürk’ü Bolşevizm’e döndürmeye çalışmıştır. Haziran 1920’de Türkiye Komünist Partisi’nin sovyetler, özel mülkiyetin kaldırılması ve millileştirmeler çağrısında bulunan Genel Tüzüğü’nü yazdı. (Harris, op. cit. s. 70-72). Türkiye’den 1920 sonbaharında sınır dışı edildikten sonra Sovyetler Birliği’ne döndü ve daha sonra öldürüldü (ICC broşürü)
[122] Salih Hacıoğlu, 1880 yılında doğmuş bir veteriner hekimdir. Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde askeri veteriner olarak görev yaptı ve bu deneyimden çok etkilendi. Ankara’ya gitti ve Manatov ve seminerleriyle karşılaştı. Manatov’la birlikte Türkiye Sosyalist Partisi’nin Eskişehir’deki yerel örgütünü devraldı ve kısa ömürlü Emek gazetesini çıkardı. Ocak 1921’de Halk Komünist Partisi’nin bastırılmasından sonra 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılan isimlerden biriydi. (Ancak yıl sonunda affedildi.) Hem o hem de Manatov, önceki sonbaharda Mustafa Suphi’yi Türk KP üyelerini bekleyen tehlikeler konusunda uyarmışlardı (ICC broşürü).
[123] Eskişehir’de yayınlanan Manatov etkisindeki Seyyare-i Yeni Dünya gazetesi yaz aylarında “Dünya İşçileri Birleşin!” sloganını başlatmıştı. Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, Atatürk, “sadece bu organın, devrimci hareketini desteklemek için talimatlara uyma sözünü tutmadığını” söyledi. G. Harris içinde. Komünistler ve Kadro Hareketi (2002), s. 27.
[124] Dumont, op. cit. s. 379.
[125] Bu anlatım yine Dumont, s. 380-381’den alınmıştır. Ancak 29 Eylül 1921’de, Sakarya’da kazanılan ve savaşın gidişatını Yunanlılara karşı değiştiren askeri zaferden iki hafta sonra, Büyük Millet Meclisi, para ve silah ihtiyacı nedeniyle Sovyetler Birliği ile yeni bir yakınlaşmaya girerek, bir önceki Ocak ayında tutuklanan komünistlerin affedilmesi yönünde oy kullandı. Bu noktada Kemalist hükümet, Enver Paşa’ya (Sakarya zaferi onun için bir jübile olmuştu) Rusya’daki kıtlıktan zarar görenlere yardım sağlaması için verilen Sovyet desteğine ilişkin geçmişe sünger çekmeye ve 13 Ekim’de doğudaki sınır anlaşmazlıklarına son veren Kars Antlaşmasını imzalamaya karar verdi. (Dumont, s. 384).
[126] Dumont bu affı, Kemalistlerin Sakarya zaferinden sonra Yunanlılara karşı harekâtı sürdürmek için silah ve paraya çok ihtiyaç duydukları bir dönemde Sovyet hükümetine yönelik bir jest olarak yorumlar (a.g.e., s. 383). 1922 ortalarında yeni bir kriz ortaya çıkar. “Hükümet ile Anadolu komünist hareketi arasındaki ilişkiler elbette birbirine paralel bir evrim izleyecekti. Bir yandan, Sovyetleri geliştirmek gerektiğinde, Türk militanlar hayırsever bir kayıtsızlıktan yararlanacaklardı. Öte yandan, İtilaf Devletleri ile barış yakın göründüğünde, Komünistler tam tersine taciz, kınama ve nihayetinde baskı ile uğraşmak zorunda kalacaklardı. Kısacası, 1920-1921 ile aynı senaryo (a.g.e., s. 384).
[127] Dumont (a.g.e., s. 384), 1922 öncesi ve sonrası döneme ilişkin bu nitelemesinde Şefik Hüsnü ve Aydınlık fraksiyonunun hakimiyetinden bahsetmektedir. Onun portresi, ICC broşüründe tanımlanan sol kanadı tamamen göz ardı ediyor gibi görünmektedir. G.S. Harris de (Kadro Hareketi, s. 40) “neredeyse tüm diğer komünist hareketlerden farklı olarak” erken dönem Türk komünizminde üç akıma dikkat çeker. Komintern’in Haziran-Temmuz 1921’deki Üçüncü Kongresi’nde bir Türk komünist, PCPT’nin Ankara hükümeti için çalışan “provokatörler”, Enver Paşa’nın takipçileri ve Yeşil Ordu’nun pan-Turanistleri de dahil olmak üzere tüm istenmeyen unsurlardan arındırılması çağrısında bulunmuştu. (Dumont, s. 385). Görünüşe göre Bulgarların başını çektiği Balkan partileri bu düzeltme sürecine dahil oldular, ancak birçok yerel örgüt Enverciler ve “resmi” Komünist Parti üyeleri gibi “heterodoks” unsurlardan kurtulmak için acele etmiyordu. Bu, Üçüncü Kongre tarafından ortaya konan yeni “kitlelerin fethi” stratejisinin bir parçasıydı.
[128] Dumont (a.g.e., syf. 400) gizli konferansta sol kanadın varlığını kabul ediyor gibi görünse de ayrıntı vermemektedir: “Yetkililer tarafından benimsenen yeni tutum (yani baskı -Loren Goldner) karşısında partinin Kemalist hareketi desteklemekten vazgeçmesi gerekmez miydi? Tartışmanın yoğun geçtiğine inanmak için birçok neden var. Ancak Zorine ve Komintern’den gelen diğer delegeler Enternasyonal’in direktiflerine uyulmasını sağlamak için oradaydılar. Oluşmakta olan baskı iklimine rağmen, kongre …(partinin) … hükümetin eylemlerini desteklemeye devam edeceğine karar verdi.” ICC, Şefik Hüsnü’nün Aydınlık fraksiyonunun, sol kanadın ulusal kurtuluş hareketlerine karşı tutumu nedeniyle kongreyi boykot ettiğini ve solun merkez komiteye hakim olduğunu söyleyerek yine oldukça farklı bir tablo çizmektedir. Sol, Komintern yetkililerinin belirgin etkisiyle ulusal kurtuluş hareketlerine muhalefetini kabul ettirmeyi başaramamıştır. (ICC broşürü, syf. 14).
[129] a.g.e syf. 408.
[130] a.g.e syf. 411. Tutuklamalar ile Sovyet ve Komintern’in resmi tutumu arasındaki gidip gelmelerin tamamı a.g.e. syf. 408-415’te anlatılmaktadır.
[131] a.g.e’den alıntılanmıştır syf. 414-415.
[132] a.g.e syf. 415.
[133] ICC broşürü, syf. 16.
[134] Dumont, syf. 419. Türk KP, Yunan Komünistlerinin ajitasyonunun Yunan ordularından önemli firarları kışkırtarak 1919-1922 savaşının sonucunu belirlemedeki rolünü kabul etmenin yanı sıra, İtilaf işgali altındaki İstanbul’daki komünist işçileri buradaki İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleriyle dostluk kurmaya çağırmıştır. (ICC broşürü, s. 18)
[135] a.g.e syf. 430. Hüsnü kimi zaman “tüm ulusların emperyalizm tarafından edildiği” gerekçesiyle Türkiye’de sınıfların varlığını inkâr edecek kadar ileri gitmiştir.
[136] a.g.e syf. 431. Dumont, bu yabancı-karşıtı fikirlerin “havada uçuştuğunu” ve o dönemde birçok Türk gazetesinde yer aldığını belirtiyor. Hüsnü’nün programı, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının temelden sarsılması çağrısıyla öne çıkıyordu. G.S. Harris, Hüsnü’nün daha 1921’de Aydınlık’ta “devlet kapitalizminin desteklenmesi gerektiğini” ve “Türkiye örneğinde küçük burjuvazinin desteklenmesinin nihai sınıfsız topluma daha etkin bir geçiş sağlayacağını” savunduğunu, Hüsnü’nün ayrıca “zanaatkârları ve küçük ölçekli girişimcileri yatırım yapmaktan veya işletmelerini modernleştirmekten caydıracak önlemlere karşı çıktığını” belgelemektedir. (Harris, The Kadro Movement, syf. 53.)
1930’a gelindiğinde, Aydınlık’ın çeşitli eski üyeleri, kendisini Kemalizm için bir “düşünce kuruluşu” olarak tasarlayan, açıkça devletçi olan Kadro grubuna yönelmişlerdi. Bunlar arasında 1920’lerin sonunda Milli Eğitim Bakanı olan Şevket Süreyya Aydemir ve eski Komünist Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör de vardı (Harris, Origins of Communism, s. 142-143.) Kadro grubunun tüm kilit isimleri Aydınlık geçmişinden geliyordu.
[137] a.g.e syf. 436.
[138] Bu devlet kapitalizmi, 1930’ların başında, daha önce de belirtildiği gibi eskiden Aydınlık’ta olan işbirlikçilerinden oluşan Kadro grubunun ideolojisinde bir kez daha tamamen açık hale gelecektir. G. Harris’in Kadro grubu üzerine daha önce alıntılanmış olan kitabına bakınız.
[139] ICC broşüründe alıntılanmıştır, syf. 20.
[140] A.g.e’den alıntılanmıştır. “Bildirinin sonuna parti yönetiminde ve muhalefette yer alanların sosyal sınıf geçmişlerini gösteren bir liste eklendi; gerçekten de eskiden Aydınlık yayın kurulundan oluşan Merkez Komite içinde yer alanlar arasında; işçi sınıfından gelen tek bir kişi bile yoktu.”
[141] ICC broşüründe alıntılanmıştır, syf. 20.
Bir yanıt yazın