Cemal Selbuz tarafından yazılan Kıyısız bir Nehir: Anarşizm[1] başlıklı yazı ilk olarak Birikim dergisinin Ekim 2023 tarihli, 414. sayısında yayımlanmıştır.
(Görsel: Katharina ve Alexander Atabekian)
Osmanlı coğrafyasında ilk anarşist hareketler, 1890’larda Bulgaristan’dan Cenevre’ye giden küçük bir grubun Rus anarşistleriyle ilişki kurmasıyla başlar. Bu ilişki daha sonra Makedonya ve Trakya’daki devrimci hareket üzerinde önemli etkisi olan ve zamanla kitlesel bir harekete ulaşan Bulgar anarşist hareketine dönüşür ve yine aynı tarihlerde ve aynı şehirde ilk Ermenice anarşist dergi, broşür ve kitapçıklarıyla Ermeni topluluğu içinde anarşist propagandaya önemli katkısı olan Aleksander Atabekyan ve onun bu faaliyetlerinden etkilenen, İmparatorluğun merkezindeki Ermeni anarşistlerle devam eder (hemen hemen bütün Güney Avrupa ve Balkanlardaki ilk anarşistler daha önce Cenevre’ye gidip, Rus anarşistleriyle ilişki kurmuş kişilerden oluşmaktadır. Osmanlı münevverleri de aynı dönemde gazetelerinden birini (Osmanlı) orada çıkartmalarına rağmen, Cenevre’nin bu anarşizan havası kendilerine pek dokunmaz). Hiç şüphesiz, kısa süreli de olsa İmparatorluğa karşı eylemlerin gelişmesinde etkisi olan İtalyan anarşistlerini de buna dahil etmek gerekir.
Her başkentte bolca bulunan “etno-politik” tarih yazıcılarını bir tarafa bırakacak olursak, çok az kaynağın dışında “Osmanlı’da modern siyasal düşünceler” tarzı araştırmalar –anarşizm de dahil– daha çok Osmanlı münevverleri hakkında yapılmaktadır. “Osmanlı-müslüman aidiyeti” dışındaki topluluklar, ancak Osmanlı münevverlerinin farklı dönemlerde kurdukları teşkilatlarda yer almışlarsa veya kısa süreli geçici ortak ittifaklar oluşturmuşlarsa gündeme gelmektedirler. Keza sol-marksist tarih yazımında da Osmanlı’da ilk sosyalist düşüncelerin, sendikal örgütlenmelerin öncüleri olmuş olan diğer topluluklara ait şahsiyetler ancak “tarihten portreler” adı altında yer bulmaktadırlar.
80’lerin ortalarında şekillenen ve geçen 30 senelik sürede artık siyasal bir hareket olan anarşistler de, Osmanlı dönemine ilişkin az sayıda kısa metin yayınladılar/yayınlıyorlar. Bu metinlerde kaynak olarak daha çok Osmanlı aydınları üzerine yapılmış modern tarih yazımlarından yararlanılıyor veya Avrupa’da kronolojik–Anarchismus im Halbmond gibi– yazılmış makalelerden aktarmalar yapılıyor. Yayınlanmış metinlerden, Süreyya Evren’in Kara Bayrağın Türkiye’de Yirmi Yılı isimli kitabı dışında, örneğin Ermeni anarşistlerden ya hiç bahsedilmiyor ya da değinmekle yetiniliyor.
Hiç şüphesiz bu konuda; arşivlerin kapalı, kaynakların dağınık olması ve bunlara ulaşılma zorluklarından başka, “bu coğrafya”yla başlayan anlatımlar ve metinlerde anarşizmi daha çok –şayet varsa– Osmanlı aydınları çevresinde arama veya modernizm dışı heretik geleneklerinin içinde, az da olsa liberter duyarlıkları tamamen anarşizan gösterme arzusu da görülmektedir.
Osmanlı’daki Bulgar ve Ermeni Anarşistler
Devrimci ve özgürlükçü sosyalistlere!
Bütün ülkelerin devrimcilerine!
“… Bizim davamız sizin davanızdır. Doğuda yükselen sosyal devrim şafağının bütün dünyaya yayılmayacağını kim söyleyebilir! Sizlerin desteğine bağlı olduğumuzu ve kongre delegelerinden, Ermenilerin davası için kendi ülkelerinde […] bir propagandaya başlamalarını istiyoruz”.
Bir grup Ermeni liberter, 18 Temmuz 1896
(Der Sozialist, 26 Eylül 1896, Nr. 39, Berlin)
Liberterler Londra kongresine gönderdikleri bu bildiride, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni halkına uygulanan baskı ve katliamlara karşı, dünya işçileriyle dayanışma içinde bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi verdiklerini yazıyorlar.
Atabekyan, Ermeni liberterlerin ilk defa kendi adlarına yazdıkları bu bildiriyi, 1896’da Londra’daki Sosyalist Enternasyonal’e gönderir. Ermeni Devrimci Federasyonu da (EDF), liberterlerin bildirisinden altı gün sonra aynı kongreye, Fransızca kaleme aldıkları kendi bildirilerini yollar:[2]
“Atabekyan, Libertaires Arméniens (Özgürlükçü Ermeniler) imzalı Aux socialistes revolutionnaires et libertaires (Devrimci ve Özgürlükçü Sosyalistlere) başlığını taşıyan bildiriyi Londra’daki Enternasyonal Kongreye gönderdi (18 Temmuz 1896). Aynı bildiriyi ben de Der Sozialist için çevirdim (26 Eylül 1896)” (M. Nettlau, Anarchisten und Syndikalisten, Band V, s. 482).
Bu bildiriye kadar liberterlerin EDF içindeki mücadelelerinden, Atabekyan’ın Jaques Gross’a gönderdiği bir mektupta da bahsedilir:
“…Burada tanıdığım ve bu süre içinde derin bir dostluğu paylaştığım mümtaz bir yoldaşın, bana nasıl bir ruh dinginliği verdiğini tahmin edemezsin…O, her an sadece özgürlüğünü değil aynı zamanda hayatını da riske eden, yanlış anlaşılmış asilerden, Konstantinopollü bir mülteci. Bizlerin düşüncelerine inanmış bir liberter olmasına rağmen, Doğudaki liberterler az sayıda ve zayıf durumda olduklarından Ermeni Devrimci Federasyonu’yla birlikte mücadele ediyor…” (Aleksander Atabekyan’ın 16/28 Kasım 1896’da Sofya’dan Jaques Gross’a yazdığı mektup, IISG Amsterdam)
Bu dönemdeki anti sömürgeci bağımsızlık hareketlerinin kurucularının anarşizme sempati duydukları, hatta bu hareketler içinde anarşistlerin aktif oldukları, Ermeni Devrimci Federasyonu’nda da görülmektedir; 1890’da Tiflis’te kurulan EDF’nin ilk dönemlerinde anarşistler, sosyalistler ve milliyetçiler vardı. Hatta kurucularından Kristapor Mikaelyan’ın bir dönem Bakuninci olduğu ve her zaman doğrudan eylem ve öz yönetim taraftarı olduğu söylenir (A. T. Minassian). Militanlığı ve deneme yazarlığıyla Ermeni edebiyatında bir özgürlük ikonu olarak kabul edilen K. Mikaelyan’ın da Atabekyan ve diğer İstanbullu liberterler gibi yolu Bulgaristan’a düşer. Yıldız’da Sultan II. Abdülhamit’e atılacak bombayı denerken, Bulgaristan’da ölür (Fedailer, Avetis Aharonyan).
EDF’nin müslüman ahaliye yönelik propaganda faaliyetleri, Babıali’ye karşı, anarşizme sempati duyan Dimitar Vlahof-Gurin’in yönettiği İstanbul’daki Makedonya Lokal Komitesi’yle[3] Edirne ve İstanbul’da düzenledikleri ortak militan eylemler, ikinci Jön Türkler hareketini başlatan münevverleri de etkiler:
“1894-1895 Ermeni katliamları ve EDF’nin eylemleri Osmanlı münevverlerinin düşünce dünyalarını tamamen etkiledi. Jön Türklerin bildirisi, Osmanlı İmparatorluğu halklarını despotik rejime karşı ortak savaşa çağırmaktaydı” (Y. A. Petrosyan, Jön Türkler)
Osmanlı’daki liberterlerin bağımsızlık hareketleri içinde yer almalarında, sayılarının az olmasının ötesinde, 19. yüzyıl sömürgecilik karşıtı hareketlerin içinde kendilerine en yakın olarak anarşistleri görmelerinin de büyük etkisi var; anarşistlerle dönemin bağımsızlık hareketleri arasındaki ilişkilerin yoğun yaşandığı coğrafyalardan biri de Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğu. Bu konuda en çok Bulgar anarşistlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki son bölgeleri Trakya ve Makedonya’daki etkileri dikkat çeker. Makedonya ulusal-kurtuluş hareketi içindeki Bulgar anarşistlerin tayin edici bir faktör olmaları, anarşizmden etkilendikleri 1890’lı yıllara kadar uzanır.
1890’larda Rus göçmenlerin yoğun yaşadığı, Bakunin ve Neçayev’in etkilerinin hâlâ hissedildiği İsviçre’ye gelen küçük Bulgar grubunu; başta Kropotkin’in eserleri olmak üzere Bakunin ile Fransa’dan Jean Grave ve Emile Henry kalıcı bir şekilde etkiler. Bu grup tarafından kurulan MSRC (Makedonya Gizli Devrimci Komite) içinde, sosyal demokratların dışındaki iki akım olan nihilistler ve anarşistler daha etkindir. MSRC[4] Balkanlarda birçok akım ve komiteyle ilişki kurarken, özellikle orta Avrupa, Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni devrimcileriyle ilişkilerine daha çok önem verir (Stefan Troebst).
Dönemin anti sömürgecilik hareketleriyle –Küba, Filipinler ve Balkanlar– nerdeyse Enternasyonal bir dayanışma içinde olan anarşistlerin Osmanlı coğrafyasındaki etkisi hakkında –Bulgaristan’da yapılmış çok az çalışmanın dışında– “Makedonya sorunu” veya “Balkan savaşları” başlıkları altında yapılan tarih yazımı ne yazık ki oldukça yetersizdir. Anarşizm, Türkiye ve Balkanlardaki bu etno-politik tarih yazımında ya ancak bir düşünce olarak yer bulur ya da Osmanlı’ya karşı düzenledikleri ve bütün bir bölgeyi etkileyen çeşitli dönemlerdeki militan eylemler “teröre karşı mesafeli durmak” gerekçeleriyle ısrarla görülmek istenmez. Buna karşılık, anti sömürgecilik hareketi içindeki anarşistlerin rolü ve etkisi üzerine yapılmış yeni anarşist tarih çalışmalarında, bugüne dair benzerlikler veya farklılıklar da içeren farklı bakış açıları tartışmaya açılmaktadır.
Anti sömürgecilik hareketi içinde dünya genelinde bir iletişim ağına sahip olan anarşistler, bu hareketi iki yönlü etkiler ya da onlardan etkilenir diyebiliriz. Dönemin anarşist hareketini, anti sömürgeciliğin salt bağımsızlık hareketi içinde kalan ve zamanla bunun içinde eriyen bir akım ve bu mücadeleyi aynı zamanda devletlere karşı sınıf mücadelesine dönüştürmeye çalışan bir akım olarak ikiye ayırmak mümkün. Bu her iki akımı, Balkanlardaki mücadelede tayin edici bir role sahip olmuş anarşistler arasında daha net görebiliyoruz. Trakyalı ve Makedon anarşistlerin bir kısmı bir taraftan İmparatorluğun Türk yoksullarını da düşman ilan ederek, milliyetçi söylemleri daha yüksek bir sesle ifade ederlerken, diğer taraftan bağımsızlık hareketini anti otoriter, sosyal bir devrime dönüştürmek için etkin mücadele içindeydiler.[5] Trakya devrimci komutanı bir demecinde, etnik sınırların ötesinde, Türk köylülerini de kapsayan bir dava için mücadele ettiklerini şöyle ifade eder:
“Silahlarımızı zorbalar ve zalimlere karşı kullanıyoruz, bizler, özgürlük ve insanlık için mücadele ediyoruz, bizim davamız her türlü ulusal ve etnik farklılığın üzerindedir… Sultanın karanlık İmparatorluğu altında acı çeken herkesle birlikteyiz, buna, Türk köylüleri de dahildir.” (Lucien van der Walt and Michael Schmidt, Black Flame, s. 319)
Makedonya üzerine yaptığı önemli çalışmalarıyla tanınan S. Troebst, Osmanlı coğrafyasındaki bütün politik ve sosyal süreci etkilemiş olan ve hâlâ büyük bir boşluk olarak duran anarşist hareketin araştırılmasının önemine dikkat çeker. Bu konuda S. Troebst’in de, özellikle Balkanlar ve “Makedonya sorunu” konusundaki önemli katkılarından dolayı önemsediği, Avrupa’daki Bulgar göçmen anarşistleri içinde etkin bir şahsiyet olan Gr. Balkanski’nin (Georgi Grigorov) 1969’da yayınlanan anıları, bu coğrafya için hâlâ çevrilmeyi bekliyor.
“Bütün bu olanlar, oldukça yaygınlaşan sosyal demokrasinin yanında 1912’den 1918’e kadar süren savaşlar ve ardından ortaya çıkan komünizm ve diktatörlük rejimlerinin Makedonya’da sürdürdükleri, hiç bitmeyen milliyetçi hengameyi göstermektedir. Bulgaristan, mücadeleci anarşizmin bir ülkesi olarak bazen İspanya’nın bir parçası gibi, sayısız ölümleri ve korkunç trajedileri (Jambol)[6] gördü. Ama, o, gerçek anlamda anarşizmin yaşandığı tek Doğu Avrupa ülkesidir.” (Max Nettlau, Band V, s. 477)
Aleksander Atabekyan[7]
(Atabekyan’a ilişkin iki çalışmam daha önce yayınlandığı için burada kısaca bahsedeceğim, bkz. Siyahi, nr. 9)
1886’da Şuşi’deki liseden mezun olduktan sonra tıp okumak için Cenevre’ye gelen Atabekyan, 1889 yılında Cenevre’de sosyal demokrat “Hınçak” partisine katılır. Ermeni sosyalist Avetis Nazarbekyan tarafından çıkartılan aynı isimli Hınçak (Çan) gazetesinde gönüllü dizgici olarak çalışan Atabekyan, bir sosyalist olarak, Osmanlı İmparatorluğu ve Kafkasya’daki Ermenilere yapılan katliam, baskı ve sürgünlere karşı etkin bir mücadele sürdürür. (Max Nettlau).
Dönemin genç anarşistlerini oldukça etkileyen ve yaygın bir dolaşımı olan Peter Kropotkin’in Bir Asinin Sözleri adlı broşürü genç Atabekyan’ı da etkiler (1890). Ve kısa bir sürede bir taraftan anarşist-komünistlerle ilişki kurarken, diğer taraftan anarşist metinleri Ermeniceye çevirmeye başlar. Max Nettlau, Ermenice anarşist yayınların tanınmasının (1891–1894), Atabekyan’ın özverili çalışmasıyla gerçekleştiğini yazıyor.
Atabekyan, Ermenice, Rusça makaleleri derlemek için önce Cenevre’de anarşistlerin hemen hemen tek adresi olan yaşlı Ukraynalı Kuzman’ın matbaasında çalışmaya başlar. Daha sonra kaldığı pansiyonda kurduğu çok yönlü bir baskı tekniğiyle, Paris imzalı “Ermeni köylülerine”, “Uluslararası anarşist bir gruptan Ermeni devrimcilere mektup” (1891) başlıklı bildirileri basar. Daha sonra Anarchiceskaya Biblioteka adı altında, dönemin en çok okunan anarşist makalelerinin Ermenice çevirilerini yayınlar:
Sofya Baradina’nın söylevi
Malatesta [?] Çiftçiler Arasında
Peter Kropotkin, Devletin Yıkılması, Anarşizm, Siyasal Haklar (Paris 1893)
Elisé Recluss, Çiftçi Kardeşe (Paris 1893) (Mechitaristler Kütüphanesi Viyana) Bu mini kitapçığın kapağında, Osmanlı maarifinde izin alındığına dair, Osmanlıca yazılmış ibare bulunmaktadır.
Atabekyan, dönemin anarşistlerinin merakla tanışmak istedikleri Kropotkin’le, 1891’de Londra’da buluşur ve güney Rusya’da oluşan ilk anarşist grup için Rusça metinleri basma ve ulaştırma işini üstlenir. Cenevre’ye döner dönmez Bakunin’in, Rusça Paris Komünü ve Devlet Düşüncesi’nin birinci cildini, Rusya’ya göndermek üzere basar. (M. Nettlau, Anarchisten und Syndikalisten, Band V)
Atabekyan’ın yayınladığı kitapçıkların, Ermeni göçmenler içinde yaygın bir dolaşımı olur (M. Nettlau). Güney Kafkasya ve Balkanlardaki dağıtımı, Paris’ten sürgün edildikten sonra Bulgaristan’a gelen Stoianoff tarafından organize edilir. Jason Adams da Atabekyan’ın kitapçıklarının Türkiye’deki Ermeni devrimci hareketleri içinde yaygın bir şekilde dağıtıldığını, başka kaynaklar da İstanbul ve İzmir’e de ulaştığını ifade ediyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni katliamlarının (Sason, Samsun, Zeytun, …) sürekli ve kitlesel bir hal alması ise Atabekyan’ı çok etkileyecektir.
“… 1895’lerde yaşananlar Atabekyan’ı o kadar huzursuz etmişti ki, bildiğim kadarıyla anarşist faaliyetlerine devam edemeyecek duruma gelmişti.” (Max Nettlau, Age.)
Atabekyan, daha önce Paris’teki anarşist faaliyetlerinden dolayı verilmiş olan sürgün kararının tebliğ edilmesiyle Avrupa’yı terk ederek, önce Bulgaristan’a daha sonra da on altı yıl[?] kalacağı İran’ın Reşt bölgesine gider.
Hamayankh
Atabekyan’ın çıkarttığı, Ermenice ilk anarşist dergi olan Hamayankh (Komün), 1894’te Paris’te beş sayı basılır. (Max Nettlau) Sekiz sayfa çıkan derginin ilk sayfaları anarşizm ve genel olarak Ermeni devrimci hareketine ilişkin makaleler içermektedir. Diğer sayfalar “Uluslararası İhtilalci Hareket” başlığı altında dünyadan anarşist harekete ve siyasal olaylara dair kısa haberler vermektedir. Ermeni katliamı ve direnişlerine ilişkin makalelerin bir kısmı EDF’nin (Ermeni Devrimci Federasyonu) yayınladığı kitapçıklardan oluşur. [?] Adams, Ermeni direnişine yönelik makalelerdeki nihilist retoriğin Atabekyan’a ait olduğunu yazar. Örneğin Hamayankh’ın ilk sayısındaki, “Sason-Muş direnişleri” Alfred Telvo[?] ismiyle, lirik, nihilist bir retorikle yazılmıştır. Hamayankh’ta bu tarz metinlerin dışında, Ermeni devrimci hareketlerinin merkeziyetçi ve otoriter yapılarını da eleştiren metinler bulunmaktadır.
Hamayankh’ta Atabekyan imzasıyla yazılmış makale veya yazı bulunmuyor. Kendisinin Paris’teki polis takibatı ve hakkında verilmiş olan sürgün kararından dolayı başka bir isim altında yazmış olması mümkün görünüyor. Anahide Ter Minassian da Atabekyan’ın isminin bulunmayışının, o dönemde anarşistlerin sürekli olarak izlenmesine ve kovuşturulmasına karşı bir önlem olabileceğini yazmaktadır.
Moskova
Atabekyan uzun yıllar doktorluk yaptığı kuzey İran’ın Reşt şehrinden 1917’de ayrılarak Moskova’ya gelir. İran’daki yılları hakkında, A. Birukov’un yazdığı, Atabekyan’ın 1914 yılının sonlarında Rus ordusuna katıldığına, Kafkas cephesinde sahra hastanesi şefi olarak çalıştığına [?] dair kısa bilginin dışında ise başka belge bulunmamaktadır.
Atabekyan, Moskova’daki anarşist federasyonun gazetesi olan Anarxia’da Ekim devrimine ilişkin tartışmalara katılır. Ekim devrimini anarşist bir devrime dönüştürme umudunu ve daha sonra Bolşeviklerin iktidar hakimiyetine karşı mücadeleyi de içeren 30 makalesi yayınlanır.
Atabekyan 1918’de G. Sandomirsku’yla birlikte, kooperatif tarzı örgütlenen, Moskova’nın ilk anarko-kooperatif matbaası Poçin’i (İnisiyatif) kurar. Dizgi ve mizampajını Atabekyan’ın yaptığı Poçin yayınevinde, daha çok kendisinin yazdığı 24 kitap ve kitapçık basılır. 1919’da da aynı isimli Poçin dergisini çıkarırlar (A. Birukov). 11 sayı yayınlanan Poçin’de, Atabekyan’ın her zaman büyük bir hayranlık duyduğu Kropotkin’in mektupları, anıları, kendisinin Kropotkin’le mektuplaşmaları ile Ortadoğu ve Kafkasya’yla ilgili deneyimleri yer alır.
Ocak 1921’de Dimitrov’daki evinde ağır hasta olan Kropotkin’in yanında dostu ve doktoru Atabekyan vardır. Durumu gün geçtikçe ağırlaşan Kropotkin, 13 Şubat 1921’de vefat eder. Bolşeviklerin resmî devlet töreni önerisi ailesi tarafından reddedilir. Cenaze töreni, Emma Goldman, Aleksander Berkman, Aleksander Atabekyan ve diğer anarşistlerle birlikte, Rusya genelinde kurulan anarşist komite tarafından yapılır. Bu ise, Rusya’da yapılan en büyük ve son anarşist gösteri olur.
Kronstadt isyanıyla başlayan, anarşistlere yönelik temizlik hareketinden Atabekyan da nasibini alır. 1920’de Çeka tarafından, basın yasasına muhalefetten dolayı tutuklanır ve altı aylık bir toplama kampı cezası alır. 1921’de tekrar tutuklandığında, bu defa Kafkasya’ya sürgün cezası alır. Kropotkin’in ailesinin girişimi sonucu bu sürgün durdurulur (Répression de l’anarchisme en Russie soviétique, Editions de la “Librairie sociale” Paris).
Atabekyan’ın 1921’den sonraki durumuna ilişkin elimizde farklı kaynaklardan farklı bilgiler vardır: Atie van der Horst ve Elly Koen’in IISG için hazırladıkları Atabekyan Papers arşivi 1940’ta Sovyet Rusya’daki işçi kamplarında öldüğünü, A. Birukov 1933’te Moskova’da öldüğünü, Fransa’daki kaynaklar (Editions de la “Librairie sociale”, age.) ile Paul Avrich Rus Devriminde Anarşistler kitabında sürgünde kaybolduğunu, G. P. Maximoff ise sürgünde öldüğünü yazar.
Atabekyan’a ilişkin araştırmalarım sırasında Ermenice kaynaklar için bana yardımcı olan dostum Diran’a, Rusya’da Atabekyan’ın hâlâ hayatta olan yakınlarının olup olmadığını araştırmasını rica ettim. Gönderdiği haber benim için bulunmaz bir değerdeydi. Diran, Atabekyan’ın torununun torunu Andrew Birukov’un Moskova’da yaşadığı bilgisine ulaştı. 2008’de A. Birukov’u ziyaret ettiğimde, en çok merak ettiğim soruyla başladım; 1920’lerdeki tutuklamalar ve sürgünler sırasında Atabekyan’a ne olmuştu? Çünkü, bugüne kadar bilinen bütün anarşist kaynaklarda kayıp veya sürgünde öldüğü yazılmıştı. Andrew, dosyalarından çıkarttığı, Sovyet dönemine ait bir belgeyi göstererek ‘büyük dedem yakılmış’ dedi. O an, bugüne kadar yazılmış olanların dışında, tahmin edemeyeceğim yepyeni bir şey duymuştum. Biraz hüzünle, biraz da şaşkınlıkla…
Uzun süreden beri tüberküloz hastalığından muzdarip olan Atabekyan, hastalığın ağırlaşmasının ardından bilincini yitirmiş, 1933’te Moskova’da ölmüş, akabinde de yakılmıştı.
Atabekyan’ın Bulgaristan ve İran dönemlerinde kendisinden uzun süre haber alınamaması, kırılganlığı, özellikle de Ermeni katliamlarına karşı duyduğu derin hüzün ve çaresizliğin etkileri mektuplaşmalarından da anlaşılmaktadır. Keza Osmanlı Rus savaşında Kafkasya cephesinde sahra hastanesine doktor olarak gönüllü katıldığı (Birukov, büyük dedesinin Rus ordusuna doktor olarak katılmasını kendisi Rus olduğu için anlaşılabilir buluyor) bu süre boyunca da –ailesi dışında– kendisinden haber alınamaz. Fakat 1920’den ölümüne kadar olan dönemin anarşist kaynaklarda muamma olması, Sovyetler genelinde anarşistlere karşı yürütülen temizlik ve sürgün hareketinin; anarşistler arasında görüşme ve haberleşmeyi tamamen ortadan kaldırması ve Atabekyan’ın ölümcül bir hastalığa yakalanması yüzündendir. Öyle ki, bu temizlik hareketinden kurtulup Berlin ve Paris’te mülteci olan az sayıdaki anarşist, Sovyetlerde kalanların sürgün edilmiş, tutuklanmış veya öldürülmüş olmalarından başka bir olasılık göremiyorlardı. Bu terör dalgası sırasında ikinci tutuklanışı Kropotkin’in ailesi tarafından durdurulan Atabekyan, ulaşabileceği hiç kimsenin kalmadığı bir dönemde tekrar doktorluk mesleğine dönse de, bunu ilerlemiş hastalığından dolayı bırakır. Ancak aile yakınlarının yardımıyla dışarı çıkabilen Atabekyan, 1933 yılına kadar habersiz, kayıp ve tamamen eve kapanmış bir şekilde yaşar.
Baha Tevfik
“…Hiçbir otorite tanımayan nihilist, aykırı biri…, dönemin hâkim düşünce, inanç ve kabullerine savaş ilan etmiş muhalif bir kişilik, hiçbir partinin yakınında dahi olmamış…”
Bu satırlar, Baha Tevfik hakkında dönemin edebiyat ve siyasal çevrelerinde söylenenlerin hemen hemen ortak ifadesi olmaktadır.
Baha Tevfik, Osmanlı münevverlerinin memur-aydın tipine hiç uymayan tamamen farklı bir şahsiyet, “minnete tahammül” etmediğinden dolayı defalarca memurluktan ayrılır. (Rıza Bağcı) Materyalist-evrimci felsefeyi (Jön Türkler hareketi içinde de yaygın bir eğilim olan 19. yüzyılın biyolojik-evrimci materyalizmini Baha Tevfik de savunur) tanıtan ve en çok etkilendiği kişilerden biri olan Nietzsche’nin Hayatı ve Felsefesi kitabını yayınlayan Baha Tevfik, dönemin ahlak ve değer anlayışına açıktan karşı çıkarak ateist olduğunu çekinmeden ifade eder. Milliyetçiliğin etkin olduğu bir dönemde “…Bu hususta en evvel her türlü istibdattan kurtulmak lazımdır.. Mazi gibi milliyet de istibdattır.” (Rıza Bağcı, Baha Tevfik Üzerine) ifadesiyle, milliyetçiliğe karşı özgürlükçü bir tavır alır. Bazı kaynakların Baha Tevfik’i Osmanlı Sosyalist Fırkası ve çevresiyle ilişkilendirmesine Rıza Bağcı, bu konudaki kaynakların dayanaksız olduğunu, onun daha İzmir yıllarında sosyalizmi ideolojik olarak reddettiğini, topluma karşı bireyciliği esas aldığını belirtir.
Baha Tevfik, II. Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan yoğun yayın faaliyeti içinde onlarca gazete, dergi ve Selanik’ten sonra ikinci felsefe dergisi olan Felsefe Mecmuası’nı çıkarır. Yedi yılda, daha çok toplumsal ve felsefi düşünceleri içeren, bir kısmı ortak yazılmış 17 ciltlik eser yayınlar. B. Tevfik bu eserlerinde en çok, Osmanlı’nın toplumsal ve siyasal düşüncesinde hiç gündeme gelmeyen ve hayattaki en önemli varlık olarak gördüğü bireyi işler.
Baha Tevfik bireyin toplumdaki önemini ve değerini tanıtmaktan ziyade, bireyin toplumsal ve siyasal yaşamın esası olduğunu, Antik Yunan düşünürlerinden Eflatun’un (Platon) bireye hiç önem vermediğini, bireyi topluma feda ettiğini ifade ederek, bireyi siyasi bakış açısının merkezine alır:
“…Bugün en müfrit iştirakiyyun (sosyalistler) bile tasdik ederler ki beşeriyetin saadeti ve selameti Eflatun’un esasatı iştirakiyesinden ziyade Aristo’nun nazariyati-ferdiyesiyle mümkün olabilmektedir.” (Felsefe-i Ferd)
B. Tevfik bu satırlarda sosyalistlere seslenmesiyle birlikte onun birey anlayışı, topluma “feda” veya “fedakârlık” şeklinde yamanmış olan “sosyalist-birey” tahayyülü içermez. Ona göre birey, toplumdan ayrı ve her şeyde temel alındığı sürece özgürleşebilir. Ancak ileride de görüleceği gibi, Baha Tevfik sosyalizmi bireyin özgürlüğü için “makul” bir düşünce ve yönetim biçimi olarak görmektedir.
Felsefe-i Ferd’in son bölümünde “gelecekteki anarşizm” ifadesi de dikkate alındığında, B. Tevfik’in birey esaslı toplumsal ve siyasal düşüncelerinin liberter eğilimler içerdiği söylenebilir. (Bir dönem, Baha Tevfik’e liberal diyen M. Ö. Alkan, nihilist olabileceğini söyleyen Rıza Bağcı ve kesin anarşist olduğunu söyleyen Burhan Saylı arasındaki tartışmalara girmeden, bu kısa değerlendirmeyi bir akıl yürütme olarak serbest atışlara açık bırakıyorum) Tevfik’in birey tahayyülünün anarşizan olup olmadığını daha iyi anlamak için sakallılara bakmakta hâlâ fayda var.
Anarşizmin iki akımını, bireyci ve kolektif anarşizmi bir araya getirmeye çalışmış olan Bakunin, gerçek bireysel özgürlüğün ancak özgür ve adil bir toplumda mümkün olabileceğini, bireyin toplumla birlikteliğinin iradi ve gönüllülük temeline dayandığını ve bireyin her zaman bu birliktelikten vazgeçebileceğini ifade eder. Burada dikkati çeken bir husus da; Bakunin’in bu çabasını “ortaklığa feda”dan daha çok “bireyci” bir damardan yapmasıdır.
Her şeyden önce B. Tevfik, anarşizmin bu iki akımının ayırt edici özelliği olan, bireye en çok hükmeden “devletin reddi”nden ayrılır. Adem-i merkeziyetçilik üzerine yazdığı uzun metinlerinde; merkezi yönetimlerin bireyin özgürlüklerini kısıtladığını, liberal-adem-i merkeziyetin “tercihe şayan” olduğunu ifade eder. Çok açık olarak görülüyor ki, B. Tevfik liberal bir devletin bireyin hak ve özgürlükleri için iyi olacağını öngörür. Aynı şekilde, her durumda bireyi esas alan görüşüyle, bireyin gerçek gelişiminin ancak toplumsal alanın da özgürleşmesiyle mümkün olabileceğini söyleyen kolektif-anarşizmin bu yönüyle ayrılır. Ama bireyci anarşizmin bu konudaki evrimci tarafıyla birleşir.
Baha Tevfik anarşizme ilişkin öngörülerini, “Çağın Sonu ve Birey Felsefesinin Sonucu” makalesinde şu şekilde ifade etmektedir:
“Ben bu yeni çağın içinde ‘anarşizmi’ görüyorum. Kanımca kölelikten, ücretli köleliğe ve ücretli kölelikten, sosyalistliğe geçen insanlık en sonunda anarşizme ulaşacak ve orada bireyselliğin bütün bağımsızlığını, bütün azametini duyumsayacaktır.” (Felsefe-i Ferd, s. 112)
Osmanlı münevverleri içinde genel kabul gören evrimci-materyalizmi Baha Tevfik’in de savunduğunu daha önce belirtmiştim. Hatta Felsefe-i Ferd’in önsözünde bu konuda Emile Durkheim’i kendisine örnek aldığını da söylemesi, yukarıdaki satırların evrimci bir bakış açısıyla yazıldığını daha iyi anlatmaktadır. B. Tevfik burada sosyalizmi “ideal” olandan çok “makul” olan bir yönetim olarak görür. Yukarıdaki alıntının öncesinde bahsettiği anarşizm ile sosyalizm arasındaki fark bölümünde: “Bence sosyalizm; birey ve bireyin meziyetleri aleyhine toplum hayatını güçlü kılmaya çalışan bir toplumsal öğretidir.” (Felsefe-i Ferd) şeklinde ifade etmesi, onun sosyalizmle arasındaki temel düşünce farklılığını göstermektedir. Ona göre “nihai” olana ulaşmak için sosyalizm de liberal devlet öngörüsünde olduğu gibi, bireyin özgürlüğü için dengeleyici ve iyi bir yönetim biçimidir.
‘Devlet-toplum’a karşı bireyi esas alan, insanlığın nihai geleceğini anarşizmde gören liberter tarafı ve buna karşı birey için makul olabilecek devleti isteyen liberal-evrimci tarafıyla Baha Tevfik, 19. yüzyılın, en asgari yönetim taraftarı olan, devlete karşı bireyin bütün haklarını savunan liberter oldukları kadar liberal de denilebilecek İngiliz sosyal bilimcileri John Stuart Mill, Herbert Spencer ve Edward Carpenter’a daha mı yakın durur?
“Kıyılı bir nehir” isteyen Abdullah Cevdet
“… Umumi silahsızlanma! Karanlık tiranların keyfi uğruna birbirini duygusuzca öldürmekten yorgun düşen savaşan halklar için ne tatlı hayal! Gerçeği ve yalanı tefrik edebilenler için ise ne düzenbazca bir entrika. Taç giyen en korkunç kafalardan birinin geliştirdiği ikiyüzlülük!… Artık otokratlar eski hükümdarlık biçimlerini tebdil etmek ihtiyacını duyuyorlar… Halklar insanlıklarının değerini anlamadıkları [ve devleti ortadan kaldırmadıkları??] sürece tiranlar, Demokles’in kılıcı gibi halkın üzerinde sallanacaklardır…”
(Abdullah Cevdet, “Désarmement”, Les Temps Nouveaux Supplément littéraire, No 9, 24-30 Haziran 1899 [Şükrü Hanioğlu, A. Cevdet’in yazısının önemli bir bölümünde Tolstoy’un 15 Şubat 1899’da Daily Chronicle’da yayınlanan mektubundan yararlandığını belirtir.])
Jean Grave tarafından çıkartılan La Revolte’nin devamı olan Les Temps Nouveaux Supplément littéraire’in o dönemdeki sürekli yazarları arasında, Jean Grave, Peter Kropotkin, Elisé Reclus, Bernard Lanarc, Octave Mirbeau bulunmaktaydı. A. Cevdet’in “Désarmement” (silahsızlanma) makalesi dışında ayni dergide çıkan ve oldukça ilgi çeken (Max Nettlau) diğer bir makalesi de “Un Précurseur Anarchiste, Ebou-Ala- El- Muarri” (Anarşist bir öncü Ebu’l Alâ el-Maarrî) idi (bkz. Ek)
Ş. Hanioğlu, A. Cevdet’in felsefi olarak da anarşizme ilgi duyduğunu belirttikten sonra; onun El-Maarrî makalesini “ilginç” bulur ve o, “dinsel düşüncede serazadlık ile anarşist olmayı eş görmekteydi” der. Böyle bir sonuca varması pek anlaşılmamakla birlikte, A. Cevdet’in makalesinin özellikle de giriş bölümünde El-Maarrî’yi “özgür düşünceleriyle Doğu’da oldukça ünlü bir şahsiyet” olarak tanıtması; onun serazadlık ile anarşist olmayı eş görmesinden çok, serazadlığın özgürlükçü duyarlıklar taşıdığını düşündüğünü gösterir.
Jön Türk hareketinin Paris ve Cenevre’de çıkarttığı Mesveret ve Osmanlı gazetelerinin sürekli yazarlarından olan Abdullah Cevdet Paris’teki ilk yıllarında, bu hareket içinde anarşizme ilgi duyan tek kişidir. Daha sonra kendisinin çıkarttığı İctihad dergisindeki bir yazısında, Avrupa’ya gittiği ilk yıllarda, Bakunin, Kropotkin ve Reclus’nün kitaplarının kendisinin İncil’i olduğunu ve devletin ortadan kalkmasını arzuladığını ifade eder. Aynı şekilde Elisé Reclus’ye[8] olan hayranlığı ve onun Evolution et Révolution eserinin Türkçeye çevrilmesini pek hararetle tavsiye etmesinin nedeni o dönemdeki anarşist eğilimlerinden kaynaklanır. (Şükrü Hanioğlu, Abdullah Cevdet)
A. Cevdet’in anarşizme ilgi duyması Paris’teki Jön Türkler ekibinin modernist düşünce dünyasından pek farklı değil. Cevdet anarşizme, Osmanlı’da “siyasal modernleşme” süreci önündeki en büyük engel olarak gördüğü dine karşı daha etkili bir mücadele aracı olarak da ilgi duyar. Dine karşı tepkinin Osmanlı münevverleri içinde biyolojik materyalizmi benimseyen kesimde genel bir eğilim olduğunu belirten Şükrü Hanioğlu, Yahya Kemal’in de aynı dönemde, İstanbul’dayken dine karşı olan tepkisinin nasıl kendisini anarşizme ilgi duymaya yönelttiğini ve Abdullah Cevdet’in bu konuda kendisini teşvik ettiğini aktarır.[9]
Osmanlı münevverleri içinde, Cevdet gibi çok az bir kesim anarşizme ilgi duydu. Büyük çoğunluğu devletten geçinen (öyle ki Jön Türklerin Paris’te Abdülhamid’e karşı, “Katil Sultan” başlıklı ya da İtalya Kralı’nı öldüren anarşist Guillaume Tell’e övgüler yağdırdıkları yazıları para karşılığında Abdülhamid’e gider) ve tek amaçları devleti kurtarmak olan bu “memur-aydın” konumlarıyla anarşizmi benimsemeleri neredeyse mümkün değildi. Jön Türkler anarşizmi benimsemediği ve mesafeli durduğu halde, Mesveret’in kapatılması davalarında İtalyan anarşist Amilcare Cipriani Ahmet Rıza’nın savunmasına katılarak destek vermiştir (Ş. Hanioğlu).
Jön Türklerle yaklaşık olarak aynı dönemde Balkanlardan Avrupa’ya giden öğrenciler, aydınlar, Osmanlı’dan kurtulmak için anarşizmin etkin olduğu İsviçre’deki (Cenevre, Bern) Rus göçmenleriyle ilişki kurup ilk anarşist gruplarını oluştururlarken, asıl amaçları Osmanlı devletini kurtarmak olan Osmanlı münevverleri, Paris’te pozitivizm, milliyetçilik gibi Fransız ekolleriyle ilgileniyorlardı.
Devleti reddetmenin “kıyısız bir nehir” istemek gibi bir şey olduğunu söyleyen A. Cevdet’in daha sonra nasıl bir kıyıya çıktığını Max Nettlau şöyle ifade eder:
“…Kropotkin, birçok sayısını okumadan bana gönderdiği Genç Türklerin gazetesi Mesveret’i (Paris, Ahmed Rıza) gördüğünde hep öfkeleniyordu… Bunların hepsi, kendi ülkelerinde iyi şeyler için mücadele etmek yerine Delcassé ve Poincaré’nin dış politika çığırtkanlığını yapan, Dreyfus zamanından kalma entelektüellerin Paris organları L’Européen (1902’den beri), Le Courrier européen (1904’ün sonundan beri), Les Annales des nationalités (Painlevé, Seignobos v.d. tarafından çıkarılan 1912’den beri) vb. gibi yayınlardı.” (Max Nettlau, Anarchisten und Syndikalisten, Band V, s. 483-484)
“İnsansever Anarşizm, Asabi Anarşizm”
Osmanlı’da ‘münevver’ ulus-devletleşme sürecinde ‘aydın’ ve daha sonra ‘Cumhuriyet aydını’yla altmışlı yıllarda ‘darbeci’ yetmişli yıllarda ‘yurtsever’ ve kendi devletlerinin burjuvazisinden daha da yaman olacağını söyleyen sol, marksist ‘devletçilik’ yeni damarının da katılmasıyla bugüne kadar gelen bu tipoloji, hiçbir zaman ana kaynağında, devletin kucağında büyümekten vazgeçmedi. Bundan dolayı da, her zaman o kaynağı besleyen siyasal düşünceleri benimsemeye öncelik verdi. Anarşizmi benimsemek; bu kesim içinde nerdeyse rüştünü ispat etmek kadar zordu. Ama dünya ahvalinden de bihaber olunmazdı…
Dünya; bugün gibi, o gün için de medium-medya demekti. Yani merkezde olan, merkeze hâkim; dünyanın bilgisi merkezden ona uyarlanarak geçiyordu. Merkezin çevresindeki aykırılıklar; merkeze uygun dizayn edilirdi. Ama merkeze; onun kimyasına yönelmiş bir düşünce, bir eylem ise şaşırtır!
“Anarşistler! Serlevhayı görünce titrediniz değil mi?”
Bu satırlar, “Anarşistler” başlıklı yazının devamında okura hitaben Ahmet Rıfkı tarafından, Baha Tevfik’in çıkarttığı 20. Yüzyılda Zekâ dergisinde yazıldı. Ahmet Rıfkı bir dönem kendisinin de anarşizmden ürktüğünü söyler, anarşizm, ona “siyaset serserilerini” ve “müthiş cinayetler”i düşündürür. Abdülhamid’e muhalif olduğu gerekçesiyle tutuklanan Ahmet Rıfkı, yine Abdülhamid’e Yıldız’da düzenlediği bombalı eylemde yakalanan Belçikalı anarşist Ed. Guers’i hapishanede gördüğünde ondan nefret ettiğini de söyler.
Bir gün Babikyan kitabevinde Kropotkin’in Anarşi kitabını görüp okuduktan sonra “hukuki ve felsefi” anarşizmi tanımış ve oldukça etkilenmiş olan A. Rıfkı okurlara; önce Anarşi sonra Ekmeğin Fethi ve “en mühim, en mükemmel felsefe” dediği Bir Devrimcinin Anıları’nı kitabevinin adresini vererek önerir. [Kropotkin’in burada bahsedilen kitapları Fransızca basımlarıdır] Daha sonra, Jean Grave ve Charles Malato’nun Anarşinin Felsefesi ve Birey ve Toplum’unu okuduktan sonra bu yaklaşımı “anarchisme-violent” yani asabi görerek kınar. Ama “fikri anarşizm-anarchisme ideale”in “felsefe-i insaniyetperveranesiyle” diye tanımladığı felsefi tarafını onaylar. A. Rıfkı’ya göre fikri anarşizm “hürriyet-i şahsiyenin emrettiği daire dahilinde hayatın açıklarını kapatmaya çalışmak, istiklalini kimseye satmamak, beşeriyetin içtimai yaralarını, müteessif hastalıklarını tedavi için en müessir tedbirler bul(an) bir eylemdir.” (Akt. M. Ö. Alkan)
1909’da Katalanya’daki işçilerin ayaklanmasından sonra tutuklanan anarşist pedagog Francisco Ferrer’in askeri mahkeme tarafından idama mahkum edilmesine karşı, Londra’da Bernard Shaw, H. G. Wells ve Arthur Conan Doyle’un Kropotkin’le ve diğer anarşistlerle birlikte düzenledikleri protesto eylemi dünya geneline yayılır. İstanbul ve Selanik’te de o dönemde yayınlanan Bahçe, İştirak, 20. Yüzyılda Zekâ ve Resimli Kitap’ta, Ferrer hakkında, makale çevirileri, protesto eylemleri geniş olarak yer bulur. Ahmet Rıfkı, Ferrer hakkında çevirdiği bir makaleyi, yine kendisinin kaleme aldığı “Ferrer İçin” başlıklı yazıyı İştirak’te yayınlar:
“…Ferrer öldüyse cemiyet-i beşeriye onun mesleğine salik binlerce fedakar besliyor. Bugün o üful eden zekanın akim kalan teşebbüsleri, kamaradlarının mücadelelerile, muhiblerinin himmetlerile meydana getirilir ve getirilecektir. Samimi ve son selamlar! Morakabnesinin bu son hunharane hareketine, cezüvitlerin mefsedetperverane tahakkümlerine binlerce teessüf ve nefretler!..” (Kerim Sadi, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, s. 266)
İştirak’te, Bakunin için yazılmış Hayran imzalı bir şiire düşülen dipnotta: “Bu büyük fedakarın hayat-i siyasisi Ahmet Rıfkı Bey tarafından gazetemizde neşrolunacaktır.” diye yazar (Dr. Hayriye Topçuoğlu, Bektaşi Ahmet Rıfkı, Hayatı ve Eserleri).
Bir Bektaşi olarak hayatı sürgün ve hapishanelerde geçen Ahmet Rıfkı, ‘müzmin’ muhalifliğini Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devam ettirir ve hayatının sonuna kadar sürgünde kalır.
1909–1912 döneminde, anarşist metinler az sayıda ve ancak ikinci bir dilden okunabilir durumdaydı; anarşizme ilişkin yazılar, dergilerde, tanıtım, eleştiri, hatta nefreti içeren karşı yazılar şeklinde yayınlanıyordu. Resimli Kitap’ta M. Rauf “Nihilizm ve Anarşizm”, Haydar Rıfat “Anarşist Fırkalar” başlıkları altında tanıtım yazıları yazmış, Bedi Nuri Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye dergisinde “Anarşizm iyimser, insansever bir ahlak felsefesiyle dolu” içerikli bireysel anarşizmi reddeden bir yorum yazısı yazmıştı, İştirak’te E. Lami’nin “19. Asrın En Şanlı Mübariz-İnsaniyeti Proudhon” vb. gibi anarşizmi savunan yazılar da yayınlanmıştı. (Kerim Sadi/M. Ö. Alkan)
Bu üç yıllık kısa dönem içinde İstanbul, Selanik ve İzmir’de (bütün Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde görülmemiş bir yayıncılık yapılır) siyasal, sosyal ve edebiyat alanında yeni düşünce ve akımlar hakkında hararetli tanıtımlar ve tartışmalar olurken, Cumhuriyetle birlikte, sanki bütün bunlar hiç olmamış gibi, bir iz dahi kalmaz.
Konstantinopolis
1864’ten itibaren başta İzmir, İstanbul olmak üzere Ege ve Karadeniz’de, İngiliz ve İtalyan firmalarının işlettiği demiryolu, kömür ocakları, iplik fabrikaları ve tersanelerinde 10.000 İtalyan göçmen işçi çalıştırılır. (Oliver Jens Schmitt, Levantiner) İlk dönemler, kalifiye işçi olmaları ve üretim deneyimlerinden dolayı firmalar tarafından getirilen bu işçileri, daha sonra iş arayan göçebe işçiler takip eder. İtalyan işçiler, Osmanlı’da olduğu gibi Avrupa’da da göçebe bir şekilde yaşadıklarından ucuz iş gücü olarak daha çok tercih edilir. İtalyan işçilerinin bu ilişki ağları o dönem; Odesa’dan Galata, İzmir, Selanik üzerinden Doğu’da Beyrut ve İskenderiye’ye, Batı’da Güney Fransa, İtalya ve Avusturya limanlarına kadar uzanır. Bu bölgelerdeki kadar sık olmasa da, bu ilişki ağına Latin ve Kuzey Amerika da dahil edilmeli. Doğu Akdeniz’de en çok Mısır, Suriye ve Lübnan’a göç eden İtalyan işçilerine, 1870’ten sonra Balkan ve İspanyol işçileri de katılır.[10]
Özellikle 1870-1890 yılları arasında Balkan, İtalyan ve İspanyol göçmen işçileri, Mısır, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz’in bazı bölgeleri ve Anadolu’ya kitleler halinde göç ederler. Öyle ki, 1870–1914 yılları arasında sayıları 14 milyonu bulan İtalyan göçmen işçileri, dünyada Workers of the World olarak tanımlanıyordu. (Ilham Khuri Makdisi)
Kuzey Afrika ile İtalya arasındaki yoğun göçebe işçi hareketliliğinin önemli kavşaklarından biri de İzmir limanıydı. 1887’de İzmir’in La Punta [Alsancak?] semtinde, tekneciler ve balıkçılarla birlikte 2.000 yoksul İtalyan işçi yaşamaktaydı. İtalyan göçmen işçiler iş bulup istedikleri kadar para kazandıktan sonra, genellikle İtalya’ya geri dönüyor, ama iş bulamayanlar, dönüş parası dahi olmayanlar, İzmir’de olduğu gibi, geldikleri şehirlerin yoksul semtlerine yerleşiyorlardı.
İstanbul’a gelen göçmen İtalyan işçiler ise daha çok Haliç tersanesinde, Zonguldak liman inşaatında ve kömür ocaklarında çalışır. Varlıklı Levantenlerin Pera’ya geçmesinden sonra Galata; İtalyan işçilerinin barınma ve siyasal faaliyetlerini yürüttükleri bir semt olur. 19. yüzyılın sonlarında Galata, Pera ve İzmir limanı, Avrupa’daki takibat ve baskılar karşısında bir süre geri çekilmek ve izlerini kaybettirmek isteyen İtalyan anarşistlerin seçtiği bölgeler haline gelir. Osmanlı polisinin ve Konsolosluk makamlarının sıkı takibatından dolayı büyük limanlar arasında sürekli seferi olmak zorunda kalan İtalyan anarşistleri, daha çok büyük işletmelerde çalışan İtalyan göçmen işçilerinden destek görerek anarşist faaliyetlerini sürdürme imkanı bulurlar. İskenderiye ve Beyrut’ta aktif bir örgütlenme ve yayın faaliyeti sürdüren İtalyan anarşistleri, İstanbul’da da örgütlenmeye başlarlar:
“1878’de İskenderiye’den sınır dışı edilen Ugo Parrini, Suriye üzerinden Konstantinopolis’e gelerek, burada ilk anarşist grubunu kuruyor.” (Max Nettlau, Band V)
1872–1908 yılları arasında Osmanlı’ya karşı, başta İstanbul olmak üzere Selanik, İskenderiye, Beyrut ve İzmir gibi liman şehirlerindeki grevlerin[11] ve diğer yeni mücadele biçimlerinin gelişmesinde İtalyan anarşistlerinin de etkili olduğunu anlıyoruz:
“…İlk eylemlerin gelişmesinde, İmparatorluktaki İtalyan anarşistlerin de etkisi olmuştur. Mısır ve Türkiye’de aktif olan İtalyan anarşistleri, 1881’deki Londra kongresine Türkiye’den bir delegeyle katıldılar.” (Jean Maitron, Le Mouvement anarchiste en France)
14-19 Temmuz 1881’de Londra’da toplanan son anarşist Enternasyonalin kongresinde İstanbul ve İskenderiye federasyonu diğer İtalyan delegelerle birlikte Malatesta’nın listesinden onaylanır:
… (25) Errico Malatesta – ……Marsilya Devrimci Sosyalistler, Marken Sosyalistleri, Cenevreli Anarşistler; Turin Sosyalist-Devrimci Birlik. Konstantinopolis ve İskenderiye (Mısır) Enternasyonal Federasyonları (Max Nettlau, Anarchisten und Sozialrevolutionäre, Band III, s. 193).
Anarşistlerin yerleşik halkla ilişkileri, dil, din gibi farklılıklardan dolayı yalnızca yayın iletme düzeyindedir. Ermenice anarşist metinlerin bir kısmını Mısır ve Türkiye’deki Ermeni topluluklara ulaştırmayı, bu ülkelerde bulunan İtalyan anarşistleri koordine eder.[12]
1900’lerin başında İstanbul’a gelen İtalyan anarşistleri, İtalyan firması Ansaldo Armstrong’un, gemi yapımı ve yenileme için kullandığı, dönemin en büyük tersanesi olan Haliç’te çalışarak izlerini kaybettirmeye çalışırlar. Anarşistlerin bu tersaneyi seçmelerinin bir nedeni de burada çalışan İtalyan işçilerinin anarşist ve sosyalist düşüncelere açıklıkları sebebiyle ilişki kurabilecekleri tek topluluk olmalarıydı. Tersanede zamanla artan anarşist faaliyetlere karşı Katolik kilisesi “anarşistler ve sosyalistler kendilerini işçi olarak kamufle ederek İtalya’nın kolonyal yapılarını kötüye kullanmaya çalışıyorlar” diye şikayette bulunur. Osmanlı polisi ve İtalyan konsolosluk görevlileri tarafından sıkı bir takibata tutulan anarşistlerin faaliyetleri İtalyan Dışişlerini de harekete geçirir. 1903’te Konstantinopolis konsolosluğuna gönderilen bir yazıda: “Artan anarşist faaliyetlere dikkat! Anarşistler, isimlerini de kullanarak kendilerini Levanten bir beyefendi şeklinde kamufle ediyorlar.” (Oliver Jens Schmitt, age.) Bu uyarılar ve sürmekte olan takibata muhbirlerin de katılmasıyla, anarşistler sınır dışı edilir:
“(Jetta Pasqual dosyası) 1887’den 1901’e kadar İskenderiye’de yaşayan ve musevi bir fahişeyle Pire’ye giden Jetta Pasqual, Nisan 1902’de, Cenevre’de çıkan anarşist dergi II Risvegilo’yla ilişkisi bilinen ve bundan dolayı da Osmanlı ve İtalyan makamlarının dikkatini çeken Errico Malatesta’yla temas kurmak için Galata’da, adı kötüye çıkmış Gallo d’oro oteline yerleşir. Osmanlı polisinin Pasqual ve Malatesta’nın faaliyetlerini iki İtalyan’a onaylatması üzerine Pasqual, Ekim 1902’de sınır dışı edilir.” (O. J. Schmitt)
Ama, on yıl önceki bir başka önemli buluşma sorunsuz gerçekleşir. Yine Mısır’dan gelen, İskenderiye’de oldukça tanınan İtalyan anarşist Icilio Ugo Parrini, bir dönem İskenderiye’de kendisiyle birlikte ilk anarşist gazeteyi çıkaran Giacomo Costa’yla İstanbul’da buluşur. Parinni 18 ay İstanbul’da kalır.[13]
İskenderiye, Beyrut, İzmir ve İtalya limanları arasında seyyah olan başka bir anarşist de Errico Malatesta idi. 1878’de Kral I. Umberto’ya yapılan suikast gerekçesiyle İskenderiye’de tutuklanıp, Suriye’ye sınır dışı edilen Malatesta, İtalya’nın Suriye konsolosluğundan İtalya’ya iade edilmek için başvuruda bulunur. Talebinin reddedilmesiyle öfkelenen Malatesta, masanın üzerindeki mürekkep okkasını tam görevlinin suratına fırlatacakken, durumu fark eden konsolos araya girip kendisini durdurur. Konsolosun, İtalya’da “istenmeyen kişi” olduğu için kendisini ancak İzmir’e gönderebileceği yolundaki teklifini, isteksizce kabul eden Malatesta, İzmir’e gitmek üzere bir Fransız gemisine bindirilir… (Piero Brunello-Pietro Di Paola, Malatesta)
Malatesta’nın İzmir’e kadar geldiği bilinir ama ondan sonrasına yani İzmir’de kalıp kalmadığına dair elimizde herhangi bir kayıt yok. Her ne kadar İtalyan Konsolosluk ajanları onu İzmir’de tutmaya, daha sonra da Napoli’de tutuklamaya çalıştılarsa da, bindiği geminin kaptanıyla kurduğu dostluk sayesinde, bir kez daha badireleri atlatarak, her zaman dönmek istediği İtalya’ya ulaşır.
Malatesta’nın biyografisini yazan Max Nettlau, onun her yolculuktan sonra hemen Napoli’ye döndüğünü ve orada faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiğini, uluslararası bir göçmen olmaktan ziyade, mümkün olduğu sürece İtalya’da kalmayı tercih ettiğini ifade eder.[14]
“…Birçoğuyla kişisel olarak tanışmam ve dostluklarını paylaşmış olmam büyük bir şanstı. Hayatımı zengin, renkli ve ilginç kıldıkları için büyük bir minnettarlık duyuyorum. Hayat yollarımızın kesiştiği, benimle birlikte ayni yönde büyük mesafeleri kateden erdemli birçok kadın ve erkeğin arasında, nadir rastlanan ve çok değerli bir şahsiyet olarak saflarımızda yer alan dostum Abraham Frumkin de vardı.” (Rudolf Rocker, Dem lieben Freund und Kameraden A. Frumkin, IISG. Amsterdam)
Konstantinopolis’e yolu düşen diğer tanıdık anarşist simalardan biri de Abraham Frumkin’di. Musevi anarşist hareket içinde önemli bir şahsiyet olan A. Frumkin[15] 1891’de, bir burs karşılığında hukuk okumak ve Osmanlıca öğrenmek için Mısır’dan Konstantinopolis’e gelir. Kendisine söz verilen bursun gelmemesi üzerine İstanbul’dan ayrılan A. Frumkin 1893’te Amerika’ya gider. New York’taki musevi arkadaşları sayesinde anarşizmle tanışan A. Frumkin, 1894’te bir anarşist olarak, bol anarşist yayın ve kitapla tekrar İstanbul’a döner. Güney Rusya’daki devrimci faaliyetlerinden dolayı İstanbul’a gelmek zorunda kalan Nastia ve Moses Shapiro’yla tanışan Frumkin’in; Shapiro’larla Londra’da da devam edecek olan uzun dostluğu başlar. Moses Shapiro, Londra’da Arbeter Fraynd’in[16] de editörlüğünü yapan Frumkin’le birlikte, Avrupa edebiyatının klasiklerini, daha çok Frumkin’in çevirileriyle Yidişçe yayınlar. Bundan başka Moses Shapiro, tek başına, on bir sayı yayınlanan Propaganist adlı gazeteyi de çıkartıyordur. (William J. Fishmann)
Bütün bu yayınlar, Londra’daki korkunç sefalet ortamında çıkarılıyordu (Kropotkin, Londra içindeki ziyaretlerinde bazen eve dönüş bileti almak için yarım krona muhtaç kalıyor, keza, evlerinde ekmek alacak para dahi kalmayınca, Kropotkin’in eşi, komşularından borç para bulmak için kapı kapı dolaşıyordu) ve insanlar ellerindeki son kuruşu, yayınların çıkması için hiç tereddüt etmeden verebiliyorlardı. 1898’de işsizlik ve sefalet artık insanların hayatlarını tehdit etmeye başlayınca, Frumkin yeni imkanlar yaratmak için Paris’e giderken, Moses de tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kalır.
Galata’da bir köpek
“Ne bir partiye ne de bir gruba ait olan Uyumsuzlar. Bireyler olarak kurtarıcı ve körleştirici inançlar olmaksızın yola çıkıyoruz. Topluma karşı tiksintimiz, sabit inançlar oluşturmamıza neden olmaz. Neşeli bir yıkıcılıkla mücadele ediyoruz ve iyi bir gelecek hayali de kurmuyoruz. Birkaç yüzyıl sonra olacak bir yarından bize ne? Biz, yeğen oğullarını ilgilendiren; bütün yasalara, bütün kurallara ve bütün teorilere –anarşist de dahil– uymamaktır ve şu andan itibaren, hemen, bütün merhametimizi, öfkemizi, hiddetimizi ve içgüdümüzü, gururla kendimiz olmaya vermek istiyoruz.”
“Uyumsuzlar/Hariçtekiler”in bu manifestosu, 1891’de Paris’te ilk sayısı yayınlanan dört sayfalı, haftalık dergi L’Endehors’un yayıncısı “bütün toplumsal prangaları kıran” Zo d’Axa tarafından yazılmış. L’Endehors’un yazarları arasında, Sébastien Faure, Louise Michel, Emile Henry ve Malatesta gibi militan anarşistler, Emile Verhaeren, Saint-Pol-Roux, Vielé- Griffin, Octave Mirbeau, Tristan Bernard, Felix Feneon gibi yazar ve şairler de bulunuyordu.
“Eylemde propaganda”nın etkin olduğu bir dönemde yayınlanan L’Endehors, kısa bir sürede devletin hedefi haline gelerek, sürekli aramalara, takibatlara ve tutuklanmalara tabi tutulur. Zo d’Axa, 1892’de “terörist bir örgütü desteklemek” gerekçesiyle hakkında çıkartılan tutuklama kararı üzerine Paris’i terk ederek, ilk önce Londra’ya oradan Almanya ve İtalya’ya geçtikten sonra Yunanistan üzerinden İstanbul’a ve en sonunda Kudüs’e kadar uzanan uzun bir yolculuğa çıkar.
Pire limanından Galata’ya bir gemiyle gelen Zo d’Axa’nın, birçok semtini gezdiği İstanbul’da en çok dikkatini çeken Galata’daki hareketlilik ve sokak köpekleri[17] olur. Geceleri Pera’nın kenar semtlerinde başlayan ve oldukça uzun süren köpek havlamalarıyla ilgili, “Galata’nın kıt beslenen köpekleri, lüks evlerin kapılarında, bol, zengin yemek artıklarıyla beslenen köpeklerine karşı mı uluyorlar?” diye soran Zo d’Axa, İstanbul’un, özellikle de Galata’nın sokak köpeklerine ilişkin gözlemlerini bireyci bir anarşist olarak şöyle ifade eder:
“Binlerce sokak köpeğinin dolaştığı Konstantinopolis’te, hâlâ bir kuduz vakasına tanık olunmamış. Galata’nın cılız köpeği, şimdiye kadar hiç kimseyi ısırmamış. Neden? Çünkü Onun hem tasması hem de sahibi yok!” (Zo d’Axa, Von Mazas nach Jerusalem)
Kaynakça:
- “Türkiye’de Yabancı Dilden Yayınlar”, Basın-Yayın Yüksek Okulu Yayını, İstanbul 1984
- Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yayınları, 2000
- Anahide Ter Minassian, Nationalism and Socialism in the Armenian Revolutionary Movement (1887–1912), Zoryan Institute Thematic Series, 1984
- Archives d’ Etat de Genève. Cenevre, Atabekyan’ın Cenevre’deki ilk kayıtları.
- Avetis Aharonyan, Fedailer Özgürlük Yolunda, Belge Yayınları, 2001.
- Baha Tevfik, Felsefe-i Ferd, Yumuşak G Yayınları, 1997
- Benedict Anderson, Üç Bayrak Altında, Metis 2007, İstanbul
- CIRA (Centre international de recherche sur l’anarchisme, Lausanne) Paraskev Stojanov’la mektuplaşmalar, P. Nikitin, Pocin yayınevi üzerine makalesi, G. P. Maximoff, The Guillotine at work 1940, P. Nikitin, Pocin
- Der Sozialist 1896, Die Zeitungsbibliothek im Berliner Westhafen Berlin
- Edmondo de Amicis, İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986
- Fikret Adanır, Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 2001
- G. P. Maximoff, The Guillotine at work 1940, Cienfuegos Pr 1979
- George Woodcock and Ivan Avakumovic, From Prince to Rebel, Black Rose Books 1990
- George Woodcock, Anarşizm, Kaos Yayınları 1996
- IISG (Internationale Institut für Sozialgeschichte, Amsterdam): Aleksander Atabekyan Papers ve Max Nettlau Papers: Kropotkin, Nettlau, J. Gross, J. Grave, Gustav Landauer, Mısır, Cezayir ve İstanbul’daki İtalyan anarşistlerle bütün mektuplaşmaları, Pocin ve Hamayankh dergilerinin bütün sayıları
- Ilham Khuri-Makdisi, The Eastern Mediterranean and the Making of Global Radicalism, 1860–1914, University of California Press 2010
- Jaap Kloosterman, Les Papiers de Michel Bakunine à Amsterdam, ISSG 1985/2004
- Jean Maitron, Le mouvement anarchiste en France, Gallimard 1992
- Joel Beinin, Worker and Peasants in the Modern Middle East, Cambridge University Press 2001
- Jürgen Gaulke, John Stuart Mill, Rowohlt, Hamburg 1996
- Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, İletişim Yayınları, 1994
- Les Temps Nouveaux Supplement Literaire No: 5 1898, CIRA, Lozan
- Lucien van der Walt and Michael Schmidt, Black Flame: The Revolutionary Class Politics of Anarchism and Syndicalism, AK Press, Edinburgh, Oakland, 2009
- M. Ö. Alkan, “Baha Tevfik’in Siyasal Düşünüşü”, Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, sayı 53, 1989
- M. Ö. Alkan, “Felsefe Mecmuası”, Tarih ve Toplum, sayı 49
- M. Ö. Alkan, “Türk Düşünce Tarihinde Osmanlı Bir İsim Baha Tevfik”, Tarih ve Toplum, sayı 52, 1988
- Madeleine Grawitz-Andreas Löhner, Bakunin. Ein Leben für die Freiheit, Edition Nautilus 1999
- Maria Todorova, Balkanlar’ı Tahayyül Etmek, İletişim Yayınları 2003
- Mark Mazower, Der Balkan, Berliner Taschenbuch Verlag 2002
- Max Nettlau, Anarchisten und Sozialrevolutionäre, die historische Entwicklung des Anarchismus in den Jahren 1880–1886, Vaduz Topos 1984
- Max Nettlau, Anarchisten und Syndikalisten, Band V, Vaduz Topos 1984
- Max Nettlau, Der Vorfrühling der Anarchie, ihre historische Entwicklung von der Anfaengen bis zum Jahre 1864, Vaduz Topos 1984
- Max Nettlau, Elisé Reclus: Anarchist und Gelehrter (1830-1905)
- Max Nettlau, Errico Malatesta: das Leben eines Anarchisten, der Syndikalist Verlag 1922
- Mechitaristen-Bibliothek zu Wien. Viyana, Hamayankh sayıları ve 1894’de Anarchiceskaya Biblioteka adı altında anarşist metinleri yayınladığı 215 sayfalık küçük kitapçık
- Mete Tuncay-Erik Jan Zürcher, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), İletişim Yayınları 1993
- Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar (1908–1925), Ankara 2009
- Nur die Phantasielosen flüchten in die Realität, Bulgarien, Karin Kramer Verlag, Berlin 1984
- Oliver Jens Schmitt, Levantier, Oldenbourg 2005
- Oliver Jens Schmitt, Skanderbeg: Der neue Alexander auf dem Balkan, Pustet, Regensburg 2009
- Paul Avrich, Rus Devriminde Anarşistler, Metis Yayınları 1992
- Piero Brunello-Pietro Di Paola, Errico Malatesta, Edition Nautilus 2009
- Rıza Bağcı, “Baha Tevfik Üzerine”, Tarih ve Toplum, sayı 60
- Rıza Bağcı, Baha Tevfik’in Hayatı Edebi ve Felsefi Eserleri Üzerinde Bir Araştırma, Kaynak Yayınları, 1996
- Rudolf Rocker, Aus den Memoiren eines deutschen Anarchisten (edition suhrkamp), Frankfurt 1974
- Stefan Troebst, Das makedonische Jahrhundert, Oldenbourg 2007
- Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908, İstanbul 1983
- Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1981
- Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, İstanbul 1986
- Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketi, Arba Yayınları, 1996
- Victor Serge, Erinnerungen eines Revolutionärs, Nautilus Hamburg 1990
- William J. Fishmann, East End, Jewish Radicals 1875-1914, Nottingham 2004
- Y. A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Bilgi Yayınevi, 1974
- Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1973
- Zo d’ Axa, Leben ohne zu warten. Von Mazas nach Jerusalem. Nautilus /Nemo Press, Hamburg 1984
EK:
Anarşist bir öncü Ebu’l Alâ el-Maarrî
Bu makalenin başlığını “Ortadoğu’nun büyük dehaları” koyabilirdim eğer “deha” sözcüğünün sadece “normalin üzerindeki zekâ” anlamıyla yetinebilseydim. Bugün sizlere yüzyıl önce ölmüş Halepli şair Ebu’l Alâ el-Maarrî’den, doğduğu topraklardaki adıyla Muarrer-el-Numan’dan bahsedeceğim.
Bir şair ve düşünce adamı olan El-Numan Avrupa’da tanınmasa da özgür düşünceleriyle Doğu’da oldukça ünlü bir şahsiyet. Hayal gücü ve insanı şaşırtan bilgeliğiyle dünyanın gurur duyulası zekâlarından birine sahip. Fransız oryantalistleri arasından ilk kez Silvestre de Sacy ona yazar olarak dikkat çekmişti ancak maalesef yazdıklarının ve düşüncesinin içeriğine değil sadece yazma stiline odaklanmıştı. Eserlerinin gramatikal analizlerine sayfalarca yer vermiş ancak psikolojisini çözümlemeyi neredeyse tamamen ihmal etmişti.
Gustave Dugat ki kendisi “müslüman filozoflar ve din adamlarının tarihi” isimli ilginç çalışmasında Ebu’l Alâ’ya büyük önem atfetmiştir. Ancak M. Herbellot Doğu Kütüphanesi adlı eserinde onu birkaç kelime ile geçiştirmiştir.
Benim amacım ise onlardan daha farklı. Bu çalışmada aynı zamanda önemli insanların geneolojisinin de yazarı olan bu usta Arap şairini değerlendirirken bakış açısı olarak kendimi diğer oryantalistlerden çok farklı bir yere konumlandırıyorum. Şiirinin biçimsel özelliklerinin ötesinde Maarrî ve temsil ettiği zihniyeti işleyeceğim.
Ebu’l Alâ el-Maarrî, İbn Hallikân (Vefeyâtü’l-aʿyân’ın ünlü yazarı)’dan sonra 373 yılında (hristiyanlara göre 976) doğar. 7 yaşındayken çiçek hastalığı yüzünden görme yetisini kaybeder. Güvenilir kaynaklara göre sağ gözünün korneasındaki büyük beyaz leke güneş ışınlarının çok azının geçmesine olanak veriyordu. Sol gözü ise tamamen kör olmuştu.
Maarrî’nin ruhu hem politik hem de dinsel planda hüküm süren evrensel tiranlık yüzünden acı çekiyordu. Zincire vurulmuş Prometheus gibiydi. Lucretius Carus* sanki onda vücut buluyordu. Prometheus nasıl Zeus tarafından lanetlenmiş ve ona işkence edilmişse Maarrî de kırık ve mutsuz bir kalbin hissedebileceği her çeşit acıları ve aşağılamaları tatmaya mahkum edilmişti. Nasıl Lucretius doğa ve doğa yasalarıyla ilgili şarkılar söyleyerek Epiküros’un felsefesini özetlemişse Maarrî de aynı konuları kucaklamıştır ancak çok daha güzel, yüce, üstün ve spiritualist biçimde. Onun şiirlerinde şiddetli bir güzellik saklıdır. Hayatın hiçliği, insanların sürekli hata yapması, bozuk toplumsal organizasyonlar… İşte Maarrî’nin yakıcı şiirlerinin kaynağı. Sosyal reformu öğütler çünkü gerekliliğini ta içinde hissediyordur. Koşulların eşitsizliğine karşı yenilmez biçimde isyan eder. Şöyle der:
“Kış yeryüzüne inmek için acele ediyor, sıkı giyinmiş zenginlerin yanı sıra yarı çıplak fakirler ve sefillerin de üzerine çöküyor. Bir soylu bir zengin tüm bir halkın cevherlerini gasp ediyor ve yoksullar kendileri için hayati olan bir lokma ekmekten mahrum kalıyor.” Ve Maarrî aynı zamanda uyuşmuş ve zalimlere secde eden bu halka da biraz küçümsemeyle yaklaşıyor. Onların cahilliklerinden ve kendilerini sömüren tiranlara “çok yaşa” demelerinden dem vuruyor:
“Tanıdığım milletler ne kadar da cahil. Hiç şüphesiz tanımadığım eski kuşaklar çok daha şaşkın ve yolunu kaybetmiş bir o kadar da kafasızdılar. Bu insanlar her hafta şefleri için dua ediyor ve onlara “uzun ömürler” diliyorlar! Bu onların ruhsal çoraklıklarının sonucudur. Baştan sona absürt bu eylem karşısında minberin dili olsaydı hüngür hüngür ağlardı.”
Maarrî’nin ruhu tüm acıları içinde hisseder ama asla şikâyet etmez. Eleştirel zekâsı en ufak bir kıvılcım, bir parıltı, bir ışık yakalayabilmek için her şeyi yoklar. Şüphesiz mizahidir. Şu pasajı bir dinleyin:
“İsa geldi ve Musa’nın yasalarını iptal etti. Sırasıyla Muhammed geldi ve yanında 5 vakit dua getirdi ve Muhammed’den sonra başka peygamber gelmeyeceğini söyledi.”
“İnsanoğlu dün hata yaptı ve yarın da hata yapacak. Eğer imkansızdan ve hatalardan bahsediyorsam sesimi yükseltirim. Saf gerçeği açıklıyorsam kendimi sesimi kısmak zorunda hissediyorum.”
Eğer böyle konuşuyorsam bu tasalandığımdan değil gerçeği söylemeye cesaret eden insanların başına gelen korkunç şeyleri göstermek içindir.
Şöyle demekten çekinmemiştir:
“İnsanlar iki sınıfa ayrılır. Birisinin dini var zekâsı yoktur. Diğerinin zekâsı vardır dini yoktur.”
Gözü pekliği daha da ötelere gider:
“Uyanın sizi gidi yolunu şaşırmışlar! Uyanın artık! Dogmalarınız eski yalanlar. Hilekârlar tüm mülkleri toplamak, biriktirmek ve zafer kuşanmak için uğraştılar. Başarılı oldular ve öldüler ama alçak doktrinleri hayatta kaldı.”
Şu dizelerin de aşağı kalır bir tarafı yok:
“Âdem’i ve eylemlerini hatırladığımızda ve oğlunu kızıyla evlendirdiğini hayal ettiğimizde insanoğlunu sefih bir ırk ve tüm dünyayı piç kurusu ilan etmiş olmuyor muyuz?”
Demin de belirttiğim gibi şairimiz kördü ancak halinden memnuna benziyordu ve işte şu dizelerle kendisine hitap ediyor:
“Ey Ebu’l Alâ, Süleyman’ın oğlu… eğer sana körlük bahşedilmemiş olsaydı ve dünyayı görüyor olsaydın gözbebeğin tek bir insanı bile kavrayamazdı.”
Maarrî’nin bu acı alayı büyük Alman filozofu Schophenhauer’ı anımsatmıyor mu: “Eğer bu dünyayı bir tanrı yarattıysa onun yerinde olmak istemezdim çünkü yeryüzündeki bu sefalet içimi parçalıyor.”
Ebu’l Alâ el-Maarrî spontane gelişen jenerasyonlar fikrini kabul ediyor. Birçok bilim insanının kabul ettiği bu görüşü ünlü bakteriyolog Pasteur reddediyor. Maarrî bu konuda kendini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Bıraktığı devasa eserlerle tüm dünyayı şaşırtan insanoğlu vahşi hayvanın biçim değiştirmesiyle oluşan kaba bir özdekten başka bir şey değil.”
Kendi dönemindeki sosyal düzende birçok çarpıklık ve iğrençlik görmüştü. Kaleminden ve yüreğinin ta içinden şu satırlar döküldü:
“ölüm rahat çünkü ebedi barış onunla beraber,
hayattan, hatta uzun bir varoluştan bile üstün”
“İnsanları ve onların çeşitli eylemlerini inceledim,
Hainlik ve alçaklık dışında bir şeye rastlamadım”
Maarrî, hayvan yemezdi, hayvanları öldürmek, etlerini deşmek onunla beslenmek ona göre ahlakdışı ve vahşiydi. Ben de haksız olmadığını söylemeye cesaret ediyorum. Sadece buğday ve sebzeyle beslenirdi. Bu nedenle öğrencilerinden birisi ölümünün ardından şunları yazmıştır:
“Sen, şefkat ve merhametin sayesinde hiçbir hayvanın kanını dökemeyen sen, şimdi göz yaşlarımın bir pınar gibi göz bebeklerimden fışkırmasından ve yüreğimin kanamasından sorumlusun.”
Maarrî müslüman takvimine göre 449’da öldü. Karamsarlığı doğumu kınamaya kadar gider. Mezarının üzerine şöyle yazılmasını istemiştir:
“İşte babamın bana karşı işlediği suç,
Bana gelince ben hiç kimsenin hayatına kastetmedim.”
Prensiplerine sadık kalarak Maarrî evlenmedi ve çocuk yapmadı.
***
Maarrî’nin şiirleri ilk olarak Dantzig’de Arapça ve Latince olarak Fabricius isimli bir amatörün çabalarıyla ortalığa çıkarıldı. Ana eserinin adı İhmal Edilemez Gereklilik (Luzaumi-Malayelzem) idi. İki cildinin dizelerinin hepsi uyaklıydı. 1891’de Kahire’de Aziz Efendi -Zend’in gayretleri sonucu basıldı. Kendisi Elmahronié gazetesinin sorumlusuydu. Sakt-el- Zend isimli divanı “Çakmağın Kıvılcımı” anlamına gelir, Chakir-Chakir (Şakir-şakir) tarafından 1884’te Beyrut’ta basıldı. Bu divan ustalıkla yazılmış, şahane bir dinamizm taşıyan lirik şiirlerinin toplamıydı. Hayranlık uyandıran orijinal dizelerinden müthiş bir şiirsellik ve insanı alt üst eden bir canlılık fışkırıyordu. Arada mersiyeler de vardı. Şair sonsuza kadar kaybettiği arkadaşının ardından umutsuzca üzülüyordu. Ancak sulusepken gözyaşları ve patetik sızlanmalarla yeri göğü inleten abartılı ajitasyonlar yerine yüreğinin ta içinden acı çekiyordu ama kalbinin ona her söylediğini yazıya dökmüyordu. Acısını yatıştırıyor, içinden kopup gelen yakıcı telkinlere hâkim olmasını biliyor böylece onları daha az romanesk kılarak belki de daha candan, daha samimi ve dokunaklı olmalarını sağlıyordu.
Onun felsefi şiirlerine adanmış araştırmalar ve özellikle yukarıda bahsettiğim mersiyelerini baştan sona çözümleyecek ve tercüme edecek çok daha kapsamlı bir çalışmayla tekrar bu konuya geri dönmeyi düşünüyorum.
Dr. Abdullah Cevdet
Estafette, 16 Mayıs
* Titus Lucretius Carus M.Ö. 99–M.Ö. 55 yılları arasında yaşamış, yazılarını bitiremeden çıldırmış, kendi eliyle canına kıymış, idealizmin bütün ihtişamına karşı Epiküros maddeciliğini savunan, Romalı şair ve filozofudur. El-Numan gibi o da kendisinden hiç söz edilmeyerek uzun yıllar Roma’da unutturulmaya çalışılmıştır. Nesnelerin Doğası Üstüne adlı altı ciltlik eserinde şöyle der: Kendi zenginliklerini artırmak için vatandaşların kanlarını dökerler. Cinayet üstüne cinayet işleyerek zenginliklerini iki katına çıkarırlar. Kardeşlerinin cenaze törenleri onlar için haz konusu, yakınlarının sofraları kin kaynağıdır. (2. Kitap, s. 59-63.) (ç.n)
[1]Abdullah Cevdet
2Süreyyya Evren, “Twenty Years of the Black Flag in Turkey”, Fifth Estate (New York), Winter 2007 374 (3 Vol. 41).
[2]Burada, Siyahi dergisinin 9. sayısındaki hatamı düzeltmem gerekli. EDF’nin bildirisi de Londra’daki aynı kongreye gönderilir, daha sonraki yıllarda ise Amsterdam’a değil Kopenhag kongrelerine farklı bildiriler gönderilmeye devam edilir.
[3]MSRC’nin (Makedon Gizli Devrimci Komite) anarşist kanadının Ermeni devrimcilerle bu dönemde (1899) kurdukları ilişkinin özel bir önemi vardı. M. Gerdzhikov, daha Cenevre’deyken Ermeni örgütlerle ilişkiye geçmişti. 1887’de “Hınçak” ve 1901’de kurulan “Taşnak” grupları içinde örgütlenmiş olan Ermeni devrimci hareketi, Cenevre, Paris ve İstanbul komiteleri dışında, en çok üyeye Plovdiv, Varna ve Sofya’da sahipti. Yalnızca, Makedonya’da 300 taraftarları vardı. Doğu Anadolu’daki katliamların artması üzerine Ermeniler, 1890’ların sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğuna karşı eylemlerini daha da yoğunlaştırdılar. Ermenilerin gözüpek şiddet eylemlerinden oldukça etkilenen SI. Merdzanov, 1899’un sonlarına doğru, Abdülhamit’e, Fransız tütün fabrikasına ve Banque Ottoman Imperiale suikastlar düzenlemek gibi, oldukça iddialı planlarla İstanbul’a gitti. İstanbul’daki Makedonya Lokal Komitesi’nin yöneticisi Dimitar Vlahof-Gurin, SI. Merdzanov, P. Mandzukov, Peter Sokolov ve Pavel Pockov’u, Yusufcana, Boris Ivanov ve Bedros Pareyan gibi tanınmış Ermeni devrimcilerle tanıştırdı. Yine, SI. Merdzanov’un Plovdiv’de Makedonya örgütüyle ilişkisi olan Ermeni tedhişçi Bedros Siremciyan’la birlikte çalışmasının da ayrı bir önemi vardı. SI. Merdzanov ve B. Siremciyan, Haziran 1901’de Makedon ve Ermenilerden oluşan 9 kişilik bir Ceta’yla [çete] Osmanlı sınırını aşıp Edirne’ye yöneldiklerinde Osmanlı birlikleri tarafından tespit edilip dağıtıldılar. P. Sokolov’la birlikte 5 cetnici [çeteci] öldürüldü. SI. Merdzanov, B. Siremciyan ve diğer iki çeteci tutuklanarak 27 Kasım 1901’de Edirne’nin 4 farklı şehir kapısında idam edildiler. Makedon ve Ermeni devrimciler arasındaki ilişki bu olaydan sonra da devam etti. M. Gerdzhikov, Trakya genelinde 1903 yazında başlayan ayaklanma boyunca Plovdiv’deki Ermeni komitesiyle ortak hareket etmeyi sürdürdü. (Stefan Troebst, Das makedonische Jahrhundert)
[4]Anarşist düşünce, Makedon hareketine “Makedon Gizli Devrimci Komite” (MSRC) aracılığıyla taşınmıştı. Bu komite 1898’de Bulgar ve Makedon bir öğrenci grubu olarak İsviçre’de ortaya çıkmıştı. (Fikret Adanır, Makedonya Sorunu) … Anarşistler daha çok, içinde M. Gerdzhikov ve D. Gancev’in bulunduğu, İç Makedon Devrimci Örgütü olarak tanınan Makedon hareketine yöneldi. Hareketin yurt dışı temsilcisi olan G. Delçev anarşist düşünceye, özellikle de şiddet eylemlerine oldukça ilgi duyuyordu. O dönemdeki ifadelerinde anarşizmin etkisi açık bir şekilde görülmekteydi: “İktidar her zaman hile, soygun, zulüm demektir (…) Muktedirlere karşı mücadele et ve her türlü feodaliteye başkaldır” (S. Troebst, age. s. 103).
[5]…Anarşistler, bu ayaklanmalarda devrimi “bağımsızlık bayraktarlığı”nın da ötesine, işçilerin ve yoksul insanların sosyal devrimine dönüştürmeye çalışıyorlardı. (M. Schmidt, L. van der Walt, The Kurdish Question: Through the lens of Anarchist Resistance in the Heart of the Ottoman Empire 1880-1923).
[6]1923’te Hamburg’da çıkan anarşist dergi Alarm’ın 5. sayısında Bulgar anarşistlerinin uluslararası yardım çağrısı yayınlanır ve Jambol’de yaşanan devlet terörü şu şekilde ifade edilir:
“Jambol’de olanlar, daha önce olanlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktü. 26 Mart’ta yoldaşlarımız atlarıyla Jambol’deki protesto mitingine gittiler. Mitinge katılanlar polis ve askerlerin saldırısına uğradı. İktidar, o güne kadar görülmemiş bu büyük kalabalığı kanlı bir şekilde bastırmak için Jambol’deki garnizonları ve komşu şehir Sliven’deki birliği harekete geçirdi.. Devletin güçleri, bütün gün ve gece boyunca süren kanlı çatışmaları başlattı. Yoldaşlarımız saldırıların hepsini geri püskürttüler. En gözü pek yoldaşlarımız tutuklandı. Grup üyeleri, tutuklanan yoldaşları kurtarmak için hapishaneyi bastılar. Bu baskında bir polis ve bir grup üyesi yaralandı. Yaralı kişi Stara Zagora’ya getirilerek, kurşuna dizildi. Yoldaşlar, bugün Bulgaristan’daki gerçek durum budur. İktidarın planı, hareketimizin en iyi yoldaşlarını yok etmektir. Bizler, hayatımızı ve özgürlüğümüzü korumak zorundayız. Bu çetin mücadelenin tek bir çıkış yolu vardır; bizlerin ölümü veya hareketimizin yaşaması. Yoldaşlar, anarşi adına, uluslararası dayanışma adına nasıl ki bizler, İtalya, İspanya ve Rusya’da mücadelenize yardım ettiysek, sizler de bize yardım edin. Bulgaristan’da anarşistlerin nasıl öldüğünü ülkenizin proletaryası bilmelidir. 2 Nisan 1923 Anarşist grup, Sofya” (Nur die Phantasielosen flüchten in die Realitaet [Hayalleri Olmayanlar Gerçekliğe Sığınırlar] Karin Kramer Verlag, Berlin, 1984)
[7]Atabekyan üzerine bugüne kadar üç makale hazırladım. Her makalede yeni belgeler ve bilgiler eklendi. Bu eklemelerin bir kısmı, bugüne kadar arşivlenmiş belgelerin dışında yeni olmasıyla birlikte, elimde olan ve büyük çoğunluğu Fransızca ve Rusça olmak üzere 6 dilden ve çoğunlukla el yazısı belgelerin ancak gönüllüler bulundukça çevrilmesi sayesinde oldu. Arşivlenmiş belgelerin dışındaki yeni belgeler; Atabekyan’ın torunun torunu A. Birukov’u ziyaretimde edindiklerimden oluşuyor. Bu belgeler, şimdiye kadar Atabekyan’ın 1920 sonrası ve ölümüne ilişkin yazılmış çeşitli anarşist kaynakların ve IISG’deki çalışmaların doğru olmadığını gösterdi. Bu yanlışlığın nedenlerini bu yazıda belirtmeye çalıştım. Örneğin Siyahi’nin 9. sayısındaki makalede kullanılan bir resmin yanlışlığı IISG’deki yanlış arşivlemeden kaynaklanmıştı (bu durumu kendilerine de bildirdim). Tarihi kişilikler ve olaylara ilişkin kurumsal arşivlemenin yetmediğini bu çalışmamda fark ettim. Şayet bir arşiv üzerine akademik veya herhangi bir araştırma yapılmamışsa; o arşivleme, çalışanların veya gönüllülerin kabaca düzenleyip tasnif edilmesine bırakılıyor. IISG’deki doküman hataları, bugüne kadar Atabekyan’a ilişkin bir arşiv araştırmasının olmaması, belgelerin yalnızca tasnif edilmiş olmasından kaynaklanıyor.
[8]Makdisi; Hamit Bozarslan ve Şükrü Hanioğlu’nun çalışmalarını örnek vererek, geç Osmanlı dönemi politik düşünürlerin özellikle de Jön Türklerin anarşizmi düşünce olarak tahlil etmekten çok “Türk Anarşist Cemiyeti”nde olduğu gibi, onun politik şiddet tarafıyla ilgili kaldıklarını ama, kısa bir süre de olsa dönemin önemli politik şahsiyetleri Abdullah Cevdet, Yahya Kemal ve Prens Sabahaddin’in dönemin anarşist düşünürlerinden olan Elisé Reclus’nün etkisinde kaldıklarını ifade etmektedir. (Ilham Khuri-Makdisi, The Eastern Mediterranean And The Making of Global Radicalism, 1860-1914)
A. Cevdet’in anarşizme felsefi olarak ilgi duyması, dönemin önemli ve saygın bir anarşist yayın organı olan Les Temps Nouveaux Supplément litéraire’de iki makalesinin, haber ve tanıtım yazılarının yayınlanması; onu diğer Jön Türklerden farklı kılmaktadır. Yahya Kemal’in anarşizme ilgisinden çok, Paris’teki yoğun anarşizan havadan etkilenmesinden bahsetmek daha doğru olur. Keza Prens Sabahaddin de anarşizme yalnızca bir modern-liberal olarak ilgi duydu. (y.n.) Türk Anarşist Cemiyeti’nin yalnızca yöntem olarak şiddeti benimsediklerini, buna karşılık siyasal bir felsefe olarak anarşizm ile ilgilenmediklerini belirten Ş. Hanioğlu, Türk Anarşist Cemiyeti’nin adının yarattığı çağrışma karşılık “Haremeyn Hadimi Zalim, Meş’um Ahlakahu’l-lah” başlıklı temyizinde “Ey ehl-i islam bu zalim gaddarın yirmi beş sene hükmünden usanmadınız mı…Ey Arabistan ve Yemen ve Necd ahalisi eski halifelerinizin fezail ve sehametlerini unutdunuz mu? … Sultanın hal’ ve katli dinen vallah caizdir ve onu katl edeceğiz…Yıldız ve Beşiktaş haşeratına id-i fiddi mesarifi olarak verdiğiniz iki milyon mühimat-ı harbiye tedarikine sarf ede idiniz. Avrupa’nın birinci devlet-i harbiyesi olurdunuz…” şeklinde ifadeler kullanması benzerliğin yalnızca yöntem alanında olduğunu göstermektedir, diye ifade etmektedir. (Ş. Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, s. 246, İstanbul 1981)
[9]“… İstanbul’dan çıkarken zaten dine karşı kafamda sedid bir aksül’amel vardı. Paris’de dinsizliğim arttı. 1904 senesi Paris’de kilise ve din düşmanlığının azdığı ve sosyalist cereyanın sert bir rüzgâr gibi estiği bir seneydi. Mitinglere nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda “International”i dinlerken kalbim geniş bir insanlık sevgisi doluyordu ve gözlerim yaşarıyordu. Jaurés, Pressencé, Vaillant, Alman anarşist Sébastien Faure ve Malato’nun nutuklarını hararetle dinliyordum. Dinsizlik ve ihtilalcilik heveslerim arta arta anarşist Jean Grave’nın Temps Nouveaux Gazetesi’nin ateşli bir kaari’i ve müfrit bir tilmizi oluverdim. Bu düşünüşte ve yeni tarzda eklediğim bazı mısraları Doktor Abdullah Cevdet görmüş ve pek ziyade beğenmişti…” (Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, s. 102). Hatıralarında “güzel bir anı” olarak duran bu pasajın dışında anarşizme ilişkin başka bir şey yok. (y.n.)
[10]Elbette, bütün Kuzey Afrika’da tersine bir göç de yaşanmaktaydı. Özellikle 1907’den sonra Lübnan ipek üretimindeki kârların düşmesi ve erkek köylülerin, ipek atölyelerinde ucuz kadın emeğinin yaygınlaşmasıyla daha da düşürülen ücret koşullarında çalışmak istememesi nedeniyle, 1884’ten Birinci Dünya Savaşına kadar, çoğunluğu hristiyan olmak üzere 100.000 Lübnanlı erkek Kuzey ve Güney Amerika’ya göç etti. Başka bir köylü topluluğu 1880’den US- Immigration Act of 1921’e kadar, Suriye’den Amerika’ya göç etti. Yine, buna paralel başka bir gelişme 1913’te 275.000 İranlı işçinin Rusya’ya göç etmesidir. 1906–1914 tarihleri arasında, büyük çoğunluğu illegal olmak üzere 10.000 Cezayirli Berberi topluluğu iş aramak için Fransa’ya göç etti. Birinci Dünya Savaşında 120.000 Cezayirli Fransız sanayinde zorunlu çalışmaya tabi tutuldu. (Joel Beinin, Worker and Peasants in the Modern Middle East, s. 73)
[11]19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı şehirlerinde, başta başkent İstanbul, İzmir, İskenderiye, Beyrut ve Tunus’ta yeni bir sosyal çatışma tarzı ortaya çıkar. Özellikle 1890’lardan sonra Doğu Akdeniz’de kentsel deneyimin ortak bir özelliği haline gelen grevler, yerel basında, sıkça “kökü dışarıda” [“kökü dışarıda” veya “bize yabancı” ifadelerin mazisi bayağı eskiymiş], “yabancı” ve “Avrupalı” tarzı protesto olarak işlenir. Osmanlı İmparatorluğunda, 1872–1908 yılları arasında 50 grev yapıldığını biliyoruz. İskenderiye’de 1902’nin yalnızca Şubat ve Mart aylarında, ekonomik ve politik bakımdan özel bir önem arz etmese de 10 grev gerçekleşir. Bu sayılar, 1908 Jön Türk devriminden birkaç ay sonra özellikle İstanbul, Selanik ve İzmir’de yoğunlaşan, İmparatorluğun şehirlerindeki ücretli emekçilerin yarısını bularak 100.000’lere varan grevcilerle katlanarak artar. (Ilham Khuri-Makdisi, The Eastern Mediterranean and the Making of Global Radicalism, 1860-1914) 1908 yılının Haziran ve Aralık aylarında İstanbul’da 39, Selanik’te 31 ve İzmir’de 13 grev kaydedilmiştir. (Joel Beinin, Worker and Peasants in the Modern Middle East, s. 78, Cambridge University Press 2001)
[12]Atabekyan’a Mısır ve Cezayir’den yazan İtalyan anarşistler, etkin din faktöründen dolayı yerleşik halkla ilişki kurmak konusunda güçlük çektiklerini ifade ediyorlar. Belki de burada İskenderiye’yi Mısır’ın diğer şehirlerinden, Cezayir ve İstanbul’dan ayrı tutmak gerekir; İskenderiye’deki İtalyan anarşistlerin örgütlü, etkin faaliyetlerinin ve yayıncılığının yerleşik halkı etkilediği, kitle eylemlerinden ve Ilham Makdisi’nin belirttiği gibi yerli basındaki yoğun sosyalizm ve anarşizm tartışmalarından anlaşılmaktadır. (y.n.)
[13]1851’de Livorno’da doğan, ailesi tarafından Mısır’a getirilen ve hayatının tamamını orada geçiren Icilio Ugo Parrini, Mısır’daki yaşlı anarşistlerin içindeydi. (Nettlau, Parrini’den, olağanüstü, coşkulu ve vefalı bir dost olarak bahsediyor) Mısır’a geldiği ilk yıllarda Mazzinici bir grubun başkanı olan Parrini, İskenderiye’de (1877) Giuseppe Messina ve Giacomo Costa’yla 3 sayı çıkan, ilk anarşist gazete Il Lavoratore’yi kurar. Artan baskılar sonucu gizli bir ilkel matbaayla Il Proleteria adında yeni bir gazete çıkarırlar. 1878’de Malatesta’nın İskenderiye’ye gelmesiyle başlayan takibatla Parrini de diğer anarşistler gibi Mısır’dan sınır dışı edilerek Pire’ye getirilir. Bir ay sonra Mısır’a döndüğünde tekrar tutuklanır. Bu defa Kıbrıs’a oradan Beyrut üzerinden İtalya’dan gelen Giacomo Costa’yla İstanbul’da buluşur. Hemen propaganda faaliyetlerine başlayan Parrini ve Costa’nın İstanbul’da kurduğu ilk anarşist gruplar, onlardan sonra varlıklarını sürdüremez. (M. Nettlau)
[14]İtalyanların yoğun yaşadığı İskenderiye’de tutuklanıp sınır dışı edilen Alvino ve Malatesta, bir gemiyle Suriye’nin Beyrut şehrine getirilirler. Buradan, İzmir’e gönderilmek üzere la Provence adlı bir Fransız gemisine bindirilen Alvino ve Malatesta, kendilerini İtalyan makamlarına iade etmeden Fransa’ya kadar götürecek dürüst bir insan olan geminin kaptanıyla tanışır ve kaptanın bu yardımına karşılık, geminin uğradığı her limanda yüklerin indirilmesinde yardımcı olurlar. İzmir limanına vardıklarında her ikisinin iadesini isteyen konsolosluk ajanlarının bu talebini reddeden kaptan, bir sonraki liman için Napoli’ye doğru yola devam eder. Napoli yakınlarına demirleyen geminin ilk ziyaretçileri yine İtalyan ajanları olur. Bu defa resmî talepte bulunma yerine, Malatesta’yı oyuna getirip gemiden indirmeye çalışırlar. Kurdukları oyunun boşa çıkması üzerine devreye giren polis, onun, krala suikasttan yargılanan anarşist Passanante’nin davasıyla ilişkili olduğunu iddia ederek, iadesini ister. Kaptan, olayın politik olduğunu ve böyle durumda yalnızca görevlendirilmiş bir diplomatın kararına uyacağını söyler. Bir taraftan diplomatik bir hengame yaşanırken diğer taraftan da yoldaşları Malatesta’yı ziyaret eder. En nihayetinde kaptan, Fransızlar tarafından, hiçbir baskıya maruz kalmadan, kendi sorumluluğu dahilinde Malatesta ve Alvino’yu iade edebileceğine dair bir açıklama alır. Açıklamayı, Malatesta’ya gösterdikten sonra yırtan kaptan, geminin dışında bekleyen yoldaşlarının alkışları arasında polislere, hemen gemiyi terk etmelerini emreder. Marsilya limanına geldiklerinde Malatesta, Cenevre’ye doğru yolculuğuna devam ederken, Alvino orada kalır. (Max Nettlau, Errico Malatesta)
[15]Musevi özgürlük hareketi her zaman özverili taraftarlara sahip oldu. Belki de, bunların içinde en aktif ve fedakar olanlardan biri Abraham Frumkin idi. 1872’de Kudüs’te doğan A. Frumkin’in babası cemaat öğretmeniydi. Frumkin, erken edindiği gazetecilik deneyiminden sonra, Arapça ve İsrael Belkind okulu öğretmeni olarak, bir yıllığına (1891) Jaffa’ya gitti ve buradan, kendisine söz verilen bir burs karşılığında hukuk okumak ve Osmanlıca öğrenmek için Konstantinopolis’e geçti. Bir süre sonra burs ödemelerinin yapılmayacağının anlaşılması üzerine, zamanında “Goldene Medina” olarak adlandırılan Amerika’ya gitti. (1893) İlk defa New York’taki arkadaşlarının etkisiyle anarşist düşüncelerle tanıştı ve kısa bir sürede anarşizmin ateşli bir savunucusu oldu. Frumkin ayni yıl, bol anarşist kitap ve yayınla, başka “dinden dönen”leri bulmak için azimli bir misyoner olarak Konstantinopolis’e döndü. İlk tanıştığı Nastia ve Moses Shapiro’yu anarşizme ikna etmesiyle; Shapiro’ların evleri, genç devrimcilerin buluşma, tartışma ve gizlenme yerine dönüştü. Shapiro’lar Frumkin’i, 1895’te Londra’da tanıdıkları Wess’in çıkarttığı ve kopyalarını Konstantinopolis’e de gönderdiği Arbeter Fraynd’la <Arbeiterfreund> ilişki kurmasını sağladı. 1986’da Londra’ya gelen Frumkin, hemen, Arbeter Fraynd’in her şeyini tek başına üstlenmiş olan cefakar Wess’in yanına gitti ve onunla birlikte gazetenin editörlüğünü yaptı. (William J. Fishmann, East End, Jewish Radicals 1875-1914, Nottingham 2004)
[16]“1885’de, çevresinde çok sayıda işçinin toplandığı birkaç aydın, Londra’da Yidiş dergisi Arbayter Fraynd’ı (İşçinin Dostu) kurdu. İlk editör Philipp Kranz’dı. Gazetenin 1890’li yıllarda anarşist bir yayın olmasını Saul Yanowski sağladı. Yahudi sosyalist çevrelerinde zamanla anarşizm özellikle, Peter Kropotkin etkisiyle anarko kominizm en etkin hareket oldu. Arbeter Fraind” 1894’te William Wess’in editörlügünde yayınına ara verdi, ama daha sonra Abraham Frumkin’in editörlüğünde tekrar yayınlandı. 1898’de gazetenin editörlügünü Rudolf Rocker devraldı. R. Rocker, Ingiltere’de zamanla anarşist hareketin ve yahudi anarşist hareketin bir sözcüsü olan Yidişçe öğrenmiş yahudi olmayan biriydi Rocker. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar gazetenin editörlüğünü ve ingiliz yahudi anarşist hareketini sözcülüğünü sürdürdü. Arbayter Fraynd, zamanın diğer Yidiş gazeteleri gibi çok yüksek, kozmopolit bir seviyeye ulaştığı söylenebilir.”
[17]19. yüzyılın bütün gezginleri, özellikle de Avrupalı gezgin ve edebiyatçıları seyahatnamelerinde, İstanbul’un sokak köpeklerinden büyük bir ilgiyle bahsetmişlerdir. 1870’lerde İstanbul’a gelen genç İtalyan edebiyatçı Edmondo de Amicis de İstanbul’daki hayatın bir parçası olarak gördüğü sokak köpeklerini şöyle anlatmaktadır: …İstanbul’daki bu bir sürü köpeğin hiçbirinin sahibi yoktur. Köpeklerin hepsi birden, tasması, vazifesi, ismi, meskeni, kanunu olmayan büyük bir serseriler cumhuriyeti teşkil ederler. Her şeyi sokakta yaparlar; kendilerine sokakta oyuklar kazarlar, orada uyurlar, orada yer içerler, orada doğarlar, yavrularını orada emzirirler, orada ölürler ve hiç değilse İstanbul’da, hiç kimse köpekleri dolaşırken veya yatarken rahatsız etmez. Köpekler yolun sahibidir. Bizim şehirlerimizde, atlara ve insanlara köpekler bir kenara çekilip yol verir. Burada, köpekleri ezmemek için insanlar, atlar, develer, eşekler şöyle bir kavis çizerler. (Edmondo de Amicis, İstanbul, s. 125)
Bir yanıt yazın