Kara Kızıl Notlar dergisinin Temmuz 2006 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.
Yazıda yer alan düşüncelerin bütünü, Christine Delphy’nin “Baş Düşman Patriyarkanın Ekonomi Politiği” isimli kitabından alınmıştır ve yazı bu kitapta yer alan düşüncelerin bir özeti niteliğini taşımaktadır.
Delphy, 1968 sonrası gelişen feminizmin Fransa’daki en önemli isimlerinden biridir ve Simone de Beauvoir’ın en yakınları arasındadır. Maddeci feminizmin en önemli yazarlarından biridir ve eserleri halen güncelliğini korumaktadır. “Baş Düşman”, Delphy’nin ilk fakat en önemli kitabıdır, maddeci yönteme sadakati ve marksizmin kadın sorununa yaklaşımına dair eleştirilel bakışı ile dikkati çekmektedir. Kitap, Handan Öz ve Lale Aykent Tunçman tarafından Türkçe’ye çevrilerek Ayşe Düzkan’ın önsözü ile Saf Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır.
Kadın, veya daha geniş ve doğru bir ifadeyle patriyarka sorununa ve kadın hareketine sol hareketin yaklaşımı genellikle eksik ve çelişkili olmuştur. Bu hareket, kadınların üretim araçları ile ilişkisi üzerinden bir sınıf tahlili yapmaktan uzaktır. Kadınların “kadın” kimliği üzerinden ezilmesini açıklamaz, bunu proletaryanın sermaye tarafından ezilmesinin bir uzantısı olarak görür ve kadının ezilmesinin proletarya ve anti-kapitalist mücadele ile etkileşimi üzerinde yoğunlaşır. Kapitalizm öncesi veya sonrası toplumlarda da kadının eziliyor olması ise ideolojik bazı sebeplere bağlanarak geçiştirilir. Kapitalizmin ortadan kalkması ile kadın sorununun da çözüleceği öne sürülerek mücadele tamamen anti-kapitalist alana çekilmeye çalışılır, kadınların özerk bir hareket oluşturması hoş görülmekle birlikte bunun bir zorunluluk olduğu kabul edilmez. Bu sebeple de kadın mücadelesini ikinci plana atar ve var olan hareketin de önünü keser.
Kadın sorununa yaklaşımı belirlemek için öncelikle kadının sınıfsal konumu belirlenmeli, yani “kadın”ların yer aldıkları üretim ilişkileri incelenmeli ve “kadın” kimliğini kimlerin taşıdığı yeniden belirlenmelidir.
Kadının üretim ilişkilerini incelemek için en uygun başlangıç noktası ailedir. Dünya üzerindeki tüm toplumlarda “ev işi” ve çocuk bakımı genel olarak kadının görevi olarak kabul edilir ve bu görev karşılıksızdır. Üretim biriminin aile olduğu toplumlarda ise kadın, pazara yönelik üretime de katılmaktadır, ancak bu durumda da emeği karşılıksızdır. Bu karşılıksız olma durumu, yukarda bahsedilen işlerin ticari meta üretimi ile ilgili olmaması, dolayısıyla artık ürün alanının dışında olması, değişim değeri değil kullanım değeri üretildiği tezi ile temellendirilmektedir.
Oysaki piyasadan dışlanmış olan kadının emeğinin ürünü değil, kendisidir. Kadının üretiminin, bu ister ev işi, ister pazara yönelik üretim olsun, değişim değeri taşıdığı çok basit bir şekilde gösterilebilir.
Özellikle tarım sektöründe temel üretim birimi ailedir. “Aile” sözcüğünün Latince kökeni olan “familia”, aile reisine tabi olan toprak, kadın, çocuk ve köleler toplamı anlamına gelmekteydi. Bir üretim birimi olan ailede, herkesin emeği babaya devredilmiştir. Bu ait olma, emeğin ürününün değişime sunulması hakkını da içerdiğinden karşılıksız bir devir söz konusudur. Baba ise, kendisine tüm haklarıyla birlikte devredilmiş emeğin nitelik ve niceliğinden bağımsız olarak, kendisine tabi olan, yani otoritesi altında bulunan bireylerin bakımını üstlenmiştir. Emeğin karşılıksız olarak devredilişi (“karşılıksız” kavramı üzerinde daha sonra durulacaktır) tarihsel süreç içerisinde sorgulanmış ve çocukların emeğinin karşılığını talep etmesi giderek daha da olağanlaşmıştır.
Buna karşın, kadın eşin veya erkek çocuklardan birinin eşinin ayrıca karşılık talep etmesi halen son derece olağandışı karşılanır. Oysaki ailenin yaptığı üretimde kadının rolü tartışılmazdır. Kırsal kesimde, tarımsal üretim söz konusu olduğunda iş gücünün büyük kısmını kadınlar oluşturur. Bu emeğin payı öyle büyüktür ki, bir ailenin sırf bir kadının daha işgücüne sahip olmak için çocuklarını erken yaşta evlendirmesi sık görülen bir durumdur. Kadın tarlalarda ürünün yetiştirilmesi noktasında emek harcamakla kalmaz, ev veya çiftlik sınırları dahilinde bu ürünün işlenmesi ve pazara sunulabilir hale getirilmesi içinde de emek harcamaya devam eder. Ayrıca hayvanların bakımından da, kısmen çocukların da katkısı olmakla birlikte, kadınlar sorumludur. Tarımla uğraşanın bir ailenin, kendi bünyesinde üretemediği ve dışardan satın almak durumunda olduğu ürünleri alabilmek için pazara sunabileceği ürünlerse genelde, yukarda bahsedildiği üzere,kadın tarafından üretilen, en azından kadın tarafından pazara sürülmeye hazır hale getirilen bu ürünlerdir. Dolayısıyla kadının bu karşılıksız emeği aslında işletmenin ekonomisinde oldukça önemli bir kalemdir ve ticari olarak da zaten hesaba katılmaktadır.
Kadının pazara yönelik üretiminin resmi olarak hesaba katılış biçimi, kadının emeğinin karşılıksızlığının meşrulaştırıldığı noktadır. Tüm muhasebe sistemlerinde en küçük birim birey değil hane halkı veya aile, yani erkek ve kadın eşler ile bunların evli olmayan çocuklarının birliğidir. Bir muhasebe sistemine göre, aile içinde herhangi bir ekonomik olay gerçekleşmez, gerçekleşmeyen bir şeyin de karşılığının ödenmesi söz konusu değildir. Bu durumda aile reisi, hane halkının diğer bireyleri üzerindeki otoritesi sayesinde bu bireylerin emeğine ve bunun üzerinde değişim gibi her türlü hakka, dolayısıyla getirildiği gelire de yasal olarak sahiptir. Kadının bir birey olarak harcadığı emek yasal olarak görünür olmadığından, yine yasal olarak herhangi bir karşılık talep etme hakkı yoktur.
Kadının hane halkı için yaptığı üretim ise herhangi bir şekilde hesaba katılmamaktadır, çünkü bu üretim ve hizmetler “üretken olmayan emek” olarak tanımlanmaktadır. Burada “üretken olmayan”dan kasıt, bu emeğin ticarileştirilebilir olmaması, yani bir ekonomik birim olarak kabul edilen ailenin bütçesinde bir değişim değeri olarak yer almamasıdır. Bu noktada kadın tarafından üretilen ürün ve hizmetin gerçekten “üretken” olup olmadığının incelenmesi gerekmektedir.
Tekrar kırsal kesime, tarımın henüz sanayileşmemiş olduğu ekonomik yapıya geri dönersek, ailenin üretiminin büyük bölümünün kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğunu görürüz. Yani ailenin üretimi, yine ailenin tüketimi içindir. Aile için üretilen et, yumurta, sebze vb gıda maddelerinin yükü, aile içi görev dağılımına bağlı olarak genellikle kadının görevidir. Bu üretim, pazara sunulmadığı için üretken kabul edilmez. Ancak üretilen bu ürünler, ailenin ihtiyaçları arasında olduğuna göre eğer ailenin kendisi tarafından üretilmeseydi pazardan satın alınması gerekecek, bu durumda bir değişim değeri taşıyacaktı. Bir diğer açıdan, bu ürünler, eğer ailenin kendisi için gerekli olmasa, pazara sürülecek ve belli bir gelir getirecek, yani bir değişim değerine sahip olacaktı. Bu durum yalnızca bir varsayımdan ibaret değildir, bu tür üretimi kendisi yapmayan aileler, örneğin sanayileşmiş bölgelerde yaşayan aileler, bu ürünleri pazardan temin etmektedir. Yani ailenin tüketimi için üretilen ürünler de pazara yönelik olarak üretilen ürünler gibi bir değişim değeri taşımaktadır ve dolayısıyla bu ürünlerin üretimi için harcanan emek üretkendir.
Daha tartışmalı olan nokta ise “ev işi” kapsamında harcanan emeğin üretken olup olmadığıdır. Bu konuda bir hüküm verebilmek için öncelikle ev işi kavramının netleştirilmesi gerekmektedir. Bu kavram herkese temizlik, yemek, çamaşır, ütü, dikiş, alışveriş ve çocuk bakımından oluşan bir işler bütününü düşündürmektedir. Bu işler, evlilik içerisinde kadın tarafından karşılıksız olarak yerine getirilen ve yukarda bahsedilmiş olan pazara yönelik veya yönelik olabilecek ürünlerin dışında kalan ürünler ve hizmetler olarak tanımlanabilir.
Bu bağlamda “ev işi” kapsamına giren emeğin de üretken olduğu yukarıdaki şekilde gösterilebilir. Ev işi olarak addedilen bütün bu ürün ve hizmetler, eğer kadın tarafından yapılmasa idi dışardan satın alınmak durumunda kalınacaktı. Sanayileşmeyle birlikte bu durum zaten birçok alanda gerçekleşmektedir, artık evde dikilen giysiler yerine hazır alınanlar tercih edilmekte, ekmek, konserve gibi eskiden evde hazırlanan birçok gıda ürünü dışardan satın alınmakta hatta lokanta vb yerlerde doğrudan tüketilebilmekte, çocuklar bakıcı tutularak yetiştirilebilmekte, temizlik yine karşılık ödenerek hane halkından olmayan kişilere yaptırılabilmektedir. Diğer yönden, kadın bu üretimi aile için yapmak yerine pazara sunmayı tercih edebilir, bu durumda belirli bir ücret olarak bu emeğin karşılığını alacaktır, üstelik aldığı karşılık, pazarın şartlarına bağlı olarak, harcadığı emeğin miktarına ve niteliğine birebir bağlı olacaktır. Bu durumda ev işi de potansiyel olarak bir değişim değeri taşımaktadır, yani bu iş için harcanan emek üretkendir.
Ev işinin üretkenliği, ailenin tüketimi için gerekli bir ürünün üretim süreci bütünüyle incelenerek de görülebilir. Hane halkında yapılan üretim nihai tüketim malını elde etmek amaçlıdır. Bunun için emek, yani ev işi, makineler, sermaye ve hammadde kullanılır. Burada hammaddeden kasıt gerçekten ham halde bir madde (yetiştirilmiş bir hayvan, tarladan toplanmış sebze veya tahıl, ip elde üzere pamuk vb) olabileceği gibi dışardan satın alınmış bir yarı ürün de (bir parça biftek, un, giysi dikmek üzere kumaş vb) olabilir. Her iki halde de bu hammaddenin tüketilebilir hale gelmesi için üretim sürecinin devam ettirilmesi, yani emek harcanması gerekmektedir. Verdiğimiz örnekler üzerinden gidersek, hayvanın tüketilmesi için biftek halinde kesilmesi yeterli değildir, pişirilip porsiyonlara bölünerek sofraya getirilmesi gerekmektedir; unun tüketilebilmesi için başka gıda maddeleriyle birleştirilerek pişirilmesi gerekmektedir; kumaşın giyilebilmesi için uygun şekilde kesilip dikilmesi gerekmektedir. Tahılın öğütülüp un haline getirilmesini yukarıda saydığımız sebepler üzerinden üretken kabul edip pişirilip tüketilebilir hale getirilmesini üretken saymamak açık bir çelişkidir, üretim süreci farklı bireylerce gerçekleştirilse de işlenmemiş üründen nihai tüketim maddesi elde edilen üretim süreci kendi içinde bir bütündür ve bu bütünün her parçası üretkendir. Aile, ihtiyacı olan tüketim maddesini karşılığını ödeyerek doğrudan tüketilebilir biçimde dışardan alabileceği gibi, örneğin yemeği lokantada yiyebileceği gibi, dışardan aldığı bir yarı ürünü emek harcayarak dönüştürmeyi de tercih edebilir. Bu durumda, aile içinde harcanan emek de en az pazardan alınabilecek olan muadili kadar üretkendir.
Aileler genellikle nihai tüketim maddesini satın almak yerine bir yarı ürünü işlemeyi tercih etmektedirler. Bunun sebebi ise bu emeğin kadınlar tarafından karşılıksız olarak sunuluyor olmasıdır, bu da “bedava” olarak algılanmaktadır. Oysa yukarıda da gösterdiğimiz üzere, kadının bu noktada harcadığı emeğin de, hesaplarda dikkate alınmasa bile, belli bir ekonomik karşılığı vardır. Bu durumda evin tüketim masraflarını sadece aile reisi olan kocanın karşıladığı tezi doğru değildir, kadın da aslında pazarda belli bir değişim değerine sahip bir üretim yapmaktadır. Dolayısıyla kocanın kadın eşin bakımını karşılıksız olarak üstlenmiş olması da söz konusu değildir. Kadın, bu bakımın karşılığını üretken bir emek harcayarak vermektedir.
Kadının evde harcadığı emek, bakımının karşılığı olarak değerlendirilebilirse de, bu bakımın kadının emeğinin karşılığı olduğu eksik bir savdır.
Bağımsız bir geliri olmayan evli bir kadının bakımı karşılığında çalışması, ücret karşılığında çalışan bir işçinin durumundan farklı bir üretim ilişkisini işaret etmektedir. Ancak buradaki farklılık, daha önce açıklandığı üzere emeğin niteliğinden kaynaklanmaz, ev içi emek de, aynı piyasada ücret karşılığı sunulan emek gibi, üretken bir emektir. Farkı yaratan üretim ilişkisidir. Kapitalist üretim tarzında, satılan emeğin türü ve miktarı ile buna karşılık ödenecek olan ücret piyasa koşulları tarafından kesin olarak belirlenmiş ve bir sözleşme ile netleştirilmiştir. Bu koşullar, sözleşmenin taraflarından bağımsızdır, belirleyici olan emeğin nitelik ve niceliğidir. Dolayısıyla emekçinin daha vasıflı hale gelmesi veya çalışma süresinin uzatılması ile daha yüksek bir ücret elde edilebilir.
Ancak bir kadın için, ne sunması gereken emeğin, ne de elde edeceği bakımın genel geçer bir ölçütü yoktur. Buradaki belirleyici etkenler, kocanın ekonomik durumu ve kadına yaklaşımıdır. Tamamen aynı işleri yapan iki kadın, kocalarının ekonomik durumuna bağlı olarak farklı şekilde bakım elde edebilirler, çünkü bir kocanın eşine sunabileceği bakımın üst sınırı kendi ekonomik gücü tarafından belirlenmektedir. Örneğin çalışmayan, yardımcısı olmayan ve bir çocuğu olan bir işçinin eşi ile aynı koşullara sahip bir üst düzey yöneticinin eşi için ayrılan miktar, on kata kadar farklılık gösterebilir. Ayrıca, kadının harcadığı emeğin miktarını arttırarak daha iyi bir bakıma ulaşması da mümkün değildir. Çocuksuz bir kadın haftada ortalama 35 saat emek harcarken bir çocuklu bir kadın için bu süre 52 saate çıkar, ancak kadının yaşam standardında herhangi bir değişim görülmez. Bunun yanı sıra, aynı ekonomik koşullara sahip kadınların aynı ev işlerini yapıyor olmaları veya aynı süreyi ev işiyle meşgul olarak geçiriyor olmaları bir zorunluluk değildir. Aynı ücreti alan iki çalışandan birinin eşi çocuksuz ve çok sayıda yardımcıya sahip, diğeri üç çocuklu ve yardımcısız olabilir. Ancak her ikisinin de aldığı bakımın tutarı yaklaşık olarak aynıdır. Bir kadının daha iyi bir bakım elde edebilmesinin tek yolu, koşulları daha iyi bir erkekle evlenmektir. Bir kez evlendikten sonra başka bir “işveren”, yani başka bir koca tercih etmek pek kolay olmadığından emeğin karşılıksız olarak sunulması uzun vadeli bir zorunluluk haline dönüşmektedir.
Özellikle sanayileşmiş toplumlarda kadının emeğinin karşılıksızlığı daha da belirginleşir. Bu toplumlarda, kadın ev dışında ücretli olarak çalışmak suretiyle kocasına devrettiği emeğinin bir bölümünü tekrar kendi eline almıştır. Çalışan bir kadın, kendi bakımını kendisi karşılar, ancak ev işlerinin sorumluluğu halen kadının üstündedir. Yasal düzenlemeler bir kenara bırakılırsa bu durum, kadının ancak işgücünün ev işleri için gerekli bölümünü karşılıksız olarak kocasına devretmesi koşuluyla çalışabildiği şeklinde yorumlanabilir. Hiçbir kanunda kadının ev işlerini yapma zorunluluğu açıkça belirtilmemesine karşın “aile yükümlülüklerini yerine getirme zorunluluğu” gibi yuvarlak ifadeler bu işi dolaylı olarak görür ve boşanma gibi yaptırımlarla desteklenir.
Fiili olarak da çalışan bir kadın ev işlerini doğrudan veya dolaylı olarak yerine getirmektedir, ya bu işleri bizzat yerine getirir, ya da bu işleri yapması karşılığında başkalarına belirli bir ücret öder. Bu ücretin, ailenin toplam gelirinden değil de kadının gelirinden düşülmesi, kadın çalışmıyorken ailenin ortak geliriyle karşılanan çocukların bakım masrafları gibi giderlerin de kadının geliri ile karşılanır hale gelmesiyle birleştiğinde oldukça dikkat çekicidir. Bütün bu giderler kadına yüklendiğinde kadının elde ettiği gelir sıfıra yaklaşmaktadır ve buradan hareketle çalışan kadının “aslında hiçbir şey kazanmadığı” ileri sürülmektedir. Ancak bunun kadının emeğinin karşılıksızlığını örtbas eden bir hareket olduğu belirtilen şekilde düşünüldüğünde oldukça açıktır.
Görüldüğü üzere, bir işçinin tabi olduğu çalışma koşulları ile bir kadının mahkum olduğu koşulların farklılığı, farklı üretim ilişkilerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu farklılık da sömürünün farklılığını beraberinde getirmektedir. İşçi, işveren tarafından kapitalist anlamda sömürülürken kadın, kocası tarafından kölelik biçiminde sömürülmektedir. Bu ikincisi, patriyarkal sömürüdür.
Kadının farklı üretim ilişkileri içinde yer alması, onun sınıfsal konumunun belirlenmesinde de bazı sorunlar yaratır. Bu konuda genel yaklaşım, kadını kocasının sınıfına dahil etmektir. Bu da kadının kocasıyla aynı sosyal ortamı paylaşması ve bakımı için yapılan harcamanın kocasınınkine yakın olması, yani ailenin toplumsal açıdan homojen bir birim olmasıyla gerekçelendirilir. Bu doğru bir kabul olarak alınsa bile –ki değildir, bireyin sınıfsal konumu içinde yaşadığı sosyal ortamla değil yer aldığı üretim ilişkileri ile belirlenmelidir.
Kadının üretim ilişkileri göz önünde bulundurulmak istendiğinde çelişkili bazı tavırlar ortaya çıkmaktadır. Örneğin bazı çalışmalarda çalışan kadınlar üretim araçları ile olan ilişkilerine bağlı olarak bir sınıfa dahil edilirken çalışmayanlar kocalarının sınıfından sayılmış, yani kadınlar için iki ayrı kriter geçerli kılınmıştır. Bu çifte standarttan kurtulmak için kimi araştırmacılar sadece erkekleri ve çalışan kadınları araştırmalarına dahil ederken, kimileri de sadece erkekler üzerinde çalışma yapmayı tercih etmişlerdir. Bir diğer yaklaşım da kadınların sınıfını en yakın erkek akraba üzerinden belirlemektir. Örneğin kadının kocasıyla evlilik anındaki durumunu kıyaslamak için kadının babasının durumu, uzun bir evlilik süresinden sonraki durumunu kıyaslamak içinse kadının bir erkek kardeşinin durumu kullanılmıştır. Baba ile çocuğun karşılaştırılması içinse erkek çocuğun kendi sınıfsal durumu ölçüt alınırken kız çocuk söz konusu olduğunda kocasının sınıfsal durumu göz önüne alınmıştır. Dolayısıyla kadın, her zaman o an için en uygun görülen erkek ile özdeşleştirilerek, yani Marksist olmayan ölçülere göre bir toplumsal sınıfa dahil edilmektedir.
Bu çelişkili durumun sebebi, çalışmayan kadınların kapitalist üretim ilişkileri içinde yer almaması, dolayısıyla bu ilişkiler için belirlenmiş kriterlere göre sınıflandırılmasının imkansızlığıdır. Ancak durum, aynı zamanda kendi sebebini gizlemeye yönelik bir çabadır, kadınların farklı bir üretim ilişkisi içinde yer aldıklarının açığa vurulmasındansa kadının kendisine en yakın görülen erkek ile özdeşleştirilmesi yoluyla bu farklı üretim ilişkisi görmezden gelinmektedir. Bu sayede kadının “ait olduğu” erkeğin değil kendi üretim ilişkileri içerisinden sömürülmesi göz ardı edilerek kadın ve erkeğin çıkarlarının uzlaşması imkansız olan iki ayrı sınıf oldukları da görmezden gelinmiş olur. Kadının kocanın sınıfından sayılması, kadını aslında kocanın malı olarak tanımlamaktır, ancak bu aynı zamanda kapitalizm harici bir üretim ilişkisini saklayarak kadının kocasının malı olduğunu saklamaya yönelik bir harekettir.
Bu tavır, sol hareket içinde de kendisine hemen hemen aynı biçimde yer bulmuştur. Sol ideolojiler ve bunlar çevresinde birleşen örgütler, kadını belli bir sınıfsal gruba dahil ederek kadın hareketinin gücünü anti-kapitalist mücadeleye eklemlemeyi amaçlar. Ancak asıl hedef , kadını bu şekilde bir ekonomik sınıfa dahil etmek suretiyle erkekten farklı bir üretim ilişkisine tabi olduğunu inkar ederek bu tabiyete karşı mücadele edilmesini engellemektir. Çalışan kadınların çok küçük bir bölümü üretim araçlarına sahiptir, çoğunluğu sınıfsal olarak işçidir. Boşanan kadınlar da, eğer çalışmıyorlarsa, evlilikleri boyunca kendilerini geliştirme ve vasıflarını yükseltme imkanından yoksun olduklarından, çalışma hayatına büyük oranda işçi olarak en düşük ücretlerle girmektedir. Dolayısıyla, eğer bütün sorun kadınları anti-kapitalist sınıf savaşına dahil etmek olsaydı, çalışmayan kadının potansiyel ve çalışan kadının pratik işçiliklerini vurgulamak yeterli olurdu.
Oysa yapılan, kadınları işçiler ve burjuva kadınlar olarak ikiye bölerek kadın hareketini parçalamak, bir yandan da patriyarkal düzeni ve cinsiyetçiliği örtülü bir biçimde olumlamaktır.
“Burjuva kadın”, başlı başına bir incelemeyi hak eden, son derece tartışmalı bir kavramdır. Burada kast edilen genellikle üretim araçlarına sahip olan ve belirli bir ücret karşılığında işçinin emeğini satın alan kadın değildir; bu durumda zaten “kadın” vurgusuna ihtiyaç yoktur, “burjuva” nitelendirmesi yeterli olacaktır. Hatta daha da ilginci, burjuva kadının, burjuva sınıfından bir erkeğin karısı olması bile genel geçer bir kural değildir, sıradan bir işçiye oranla yüksek ücret alan fakat içinde yer aldığı üretim ilişkileri göz önüne alındığında işçi olan bir erkeğin karısı da burjuva ilan edilebilmektedir.
“Burjuva kadın” dendiğinde genel olarak akla gelen ev işi yapmayan, yani ev içi emek harcamayan, bütün vaktini kişisel bakımına veya eğlencesine, kocasıyla birlikte vakit geçirmeye ayıran bir kadındır. Oysa böyle bir kadın fiili olarak imkansızdır. Ailenin ekonomik koşulu iyileştikçe tüketim artar, tüketim arttıkça yapılması gereken ev içi üretim de buna paralel bir artış gösterir. Bu artış, özellikle çocuklar göz önüne alındığında çok daha belirgindir. Burjuvaların çocukları daha çok maddi tüketim yapmakla kalmaz, annelerinin vaktini de giderek daha fazla tüketirler. Bir burjuva kadının, özellikle de çocuklu bir burjuva kadının, ev içi emek sarf etmemesi mümkün değildir. Bazı durumlarda kadının yükünü hafifletmek üzere yardımcılar bulunur, ancak bu sadece kadının başka işlere vakit ayırabilmesini olağan kılar. “Eğlence” veya “kocayla vakit geçirme” olarak kabul edilen ve bir zevk aracı olarak görülen eylemlerin birçoğu aslında burjuva kadının işçi kadının yükümlülüklerine ek olarak üstlendiği bir görevdir: Kocasını çeşitli sosyal ortamlarda uygun şekilde temsil etmek, zira bu tür sosyal gereksinimler de artan gelir seviyesine bağlı olarak ortaya çıkan yeni tüketim biçimlerinden biridir.
“Burjuva kadın” hakkında sıklıkla söylenen, ezilmediği fakat ezdiği, dolayısıyla işçi sınıfının düşmanı olduğudur. Ancak biraz yakından incelendiğinde, burjuva kadının elindeki iktidarın kendisine değil evli, yani ait, olduğu erkeğe ait olduğu görülür, bu kadın sadece bu iktidarın bir kısmını kullanmaktadır. Dolayısıyla eğer hedef iktidarsa, esas düşman kadın değil gerçek bir burjuva olan kocasıdır. Ancak “burjuva kadın”, “burjuva erkek”ten çok daha nefret uyandırıcı bir imgedir, bunun sebebi de kadın olmasında gizlidir. Kadın, kocasının mülkü olmak sıfatıyla esasen kocaya yönelik nefretin çok daha kolay vurulabilecek bir hedefi haline gelir. Öte yandan, kadının iktidarının temeli bu mülk olma ilişkisi olduğundan, yani kadın iktidarın gerçek sahibi olmadığından, uyguladığı iktidar gayri meşrudur. Burjuva kadın, “hak etmediği” bir şekilde bir erkek üzerinde iktidar uyguladığında, bu “hak etmeme” durumu son derece nefret uyandırıcı bir biçim alır. Çünkü bu paylaşılmakta olan iktidar, erkeği kadına alışageldiği biçimde davranmaktan, yani bir kadın-erkek ilişkisi içinde ezmekten alıkoyar. Bu bağlamda burjuva kadın imgesinden nefret, sol hareketin bile içine sinmiş bir cinsiyetçiliği ifşa etmektedir.
“Burjuva kadın” tanımındaki zayıflık, kadının kocasının sınıfına dahil edilmesi durumunda yapılan ailenin homojen bir tüketim birimi olarak kabul edilmesi hatasını yeniden su yüzüne çıkarır. Gerçekten de aile tüketim bakımından, özellikle de yiyecek tüketimi bakımından, eşitlikçi ve hiyerarşik olmayan bir bütün olarak düşünülür. Bu kavrayış, asgari ihtiyaçlarını ancak karşılayacak derecede düşük gelirli veya herhangi bir harcamanın hesaplanmasına gerek duyulmayacak kadar yüksek gelirli aileler söz konusu olduğunda geçerlidir.
Bu uç gelir düzeylerinin dışına çıkıldığında ise, bireylerin tüketimlerinde erkeğin lehine nitel ve nicel bazı farklılıklar göze çarpar. Örneğin, kadın ve erkeğin gün içinde harcadıkları emekten ve fiziksel yapılarından bağımsız olarak, erkeğin her koşulda daha fazla gıdaya ihtiyacı olduğu düşünülür ve yemeğin en büyük kısmı ona ayrılır. Ayrıca daha nitelikli gıdaya ihtiyacı olduğu gerekçesiyle başta et olmak üzere en besleyici veya en pahalı besin maddeleri öncelikle erkeğin tüketimi içindir, her yemeğin en iyi yeri evin reisi için ayrılır. Öte yandan, bir besin maddesinden aile bireyleri için yeterli miktarda bulunmuyorsa, kadın kendi payından “gönüllü olarak” vazgeçer veya yemeğin iyi kısmını diğer bireyler arasında paylaştırarak en kötü kısmını yine “gönüllü olarak” kendisine ayırır. Tüketimdeki bu eşitsizliğin çoğu zaman sözü bile edilmez; ailenin tüm fertleri tarafından olağan karşılanır. Eşitsizliğin sürekli aleyhine işlediği kadın da bu durumdan hiç şikayet etmez, çünkü çocukluğundan beri başta kendi ailesinde, sonra da tüm çevresinde gördüğü bu durumu içselleştirmiştir. İçselleştirme, tüketimdeki eşitsizliği meşrulaştırma mekanizmalarından biridir. Kadın için geçerli olan bir diğer mekanizma da estetik kaygıların devreye sokulmasıdır, örneğin sarhoş bir kadının çirkin olacağı düşüncesi kadını, erkeğe özel kılınmış alkol tüketiminden uzak tutmak içindir.
Aile içindeki tüketim, kadının yanı sıra çocukların da aleyhinedir. İhtiyaçları olmadığı gerekçesiyle çocukların da birçok gıda maddesine erişimi engellenir. Oysa çocuklar büyüme çağında olduklarından ve sürekli hareketli olduklarından yetişkin bir bireyden çok daha enerjiye, dolayısıyla çok daha fazla enerjiye ihtiyaçları vardır. Buna ek olarak, çocuğun düzgün bir fizyolojik gelişime sahip olması için nitelikli bir şekilde beslenmesi şarttır. Halbuki birçok yiyecek, neredeyse sürekli aç gezen çocukların erişemeyeceği yerlerde tutulur, kimi zamansa düpedüz saklanır. Gıda haricindeki tüketimde de çocuklar açısından niteliksel bir farklılık söz konusudur. Örneğin evin salonunda ailece izlenmekte olan televizyonun kumandası babanın elinde oldukça, babanın ve çocuğum televizyonu aynı şekilde tükettiği öne sürülemez.
Yaşlılar için de benzer bir durum söz konusudur, “dokunur” gerekçesi ile pek çok gıda maddesinden uzak tutulurlar. Çalışan insanlar kadar yiyeceğe ihtiyaçları olmadığı veya yaşlanmış bünyelerinin her türlü yiyeceği kaldıramayacağı ileri sürülerek tüketimleri kısıtlanır, bu gerekçeleri benimsemeleri sağlanarak bu eşitsizliğin yine kadında olduğu gibi gönüllü bir tercih olması sağlanır.
Bu açıdan bakıldığında, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin farklı bir boyutu açığa çıkmaktadır: Bir erkek de yaşamının farklı dönemlerinde, örneğin çocukken veya yaşlandığında, üretim veya tüketim bakımından patriyarkal sömürüye maruz kalabilir. Ancak bu geçici bir durumdur, kendileri bir aile sahibi olup ailenin kalan bireyleri üzerinde otorite kurduklarında bu durum kendi lehlerine dönecektir. Ancak kadın için bir geçicilik söz konusu değildir, bir kadın yaşamının her döneminde,ister ev içi üretim, ister tüketim açısından yaklaşılsın, patriyarkal hiyerarşinin en alt basamaklarında yer alır. Dolayısıyla patriyarkal ezilme ve sömürü, sadece kadının toplumsal cinsiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda geçici olarak sömürülmekte olan çocuklar, babanın otoritesinden ayrılmamış evli erkekler ve yaşlılar da “kadın” tanımına dahil edilebilir.
Kadın, bir erkekle, yani kocayla, yapılmış özel bir sözleşme çerçevesinde, emeğine karşılıksız olarak el konulan bireylerin oluşturduğu toplumsal sınıftır ve kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız olarak patriyarkal üretim ilişkisine tabidir, dolayısıyla bu ilişki üzerinden sömürülmektedir. Patriyarka sadece kadını sömürmektedir, ve her evli kadın patriyarkal sömürü düzenine tabidir. Aynı şekilde patriyarka, erkeği sürekli olarak sadece erkek olması sebebiyle kadına karşı avantajlı konuma geçirmekte, ve bireysel tercihlerden bağımsız olarak her erkeği bu sömürü düzenine dahil etmektedir. Dolayısıyla kadın ve erkek, çıkarları patriyarkal sistem sürdüğü sürece uzlaştırılamayacak iki toplumsal grup, yani iki ayrı sınıftır.
Patriyarkal üretim ilişkileri, kapitalizm öncesi toplumlarda da bulunmaktaydı; kapitalizmin çöküşünden sonra da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Kapitalist üretim ilişkilerinin çözülmesi patriyarkanın ortadan kalkması için olumlu bir adımdır, ancak yeterli değildir, çünkü patriyarka kapitalizmden bağımsız bir toplumsal ilişkiler sistemidir. Patriyarkal sömürünün ortadan kalkması için ortadan kaldırılması gereken doğrudan patriyarkanın kendisidir. Bu sebeple, kadın hareketinin anti-kapitalist sınıf savaşına dahil edilmeye çalışılması yerine özerk bir hareket olarak örgütlenmesi ve doğrudan patriyarkaya karşı savaş vermesi, patriyarkayı kaldırmaya yönelik bir devrimi hedeflemesi, daha hedefe yönelik bir hareket olacaktır. Bu noktada sol örgütlerin alacağı en samimi tavır, kadın hareketini kendi mücadeleleri içinde eritmeye çalışmaktansa kadınların özerk örgütlenmesinin ve mücadelesinin bir zorunluluk olduğunu vurgulamak ve buna doğrudan destek vermektir.
Bir yanıt yazın