WSM (İrlanda) ve WSA (ABD) arasındaki Sendikalizm Tartışması – WSM (Kara Kızıl Notlar)

Önümüzdeki dört yazı; “Güçlü ve Zayıf Noktalarıyla Sendikalizm”, “Sendikalizm ve Devrim”, “Tom Wetzel’e Cevap” ve “Cevaba Cevap” bir tartışmayı gözler önüne seriyor. İrlanda’daki İşçilerin Dayanışma Hareketi (WSM) ve ABD’deki İşçilerin Dayanışma Birliği (WSA) arasındaki bu tartışma anarko-komünizm ile anarko-sendikalizm arasındaki ortaklıklara ve anlaşmazlıklara işaret ediyor ve emekçilerin tarihsel özerk hareketlerini ortaya koydukları deneyimleri değerlendiriyor. Verimli bir yazışma olduğunu düşünüyoruz.

Anarko-sendikalizm de ve anarko-komünizm de kendi başlarına birer hedef olmadıkları muhakkak. Emekçi sınıfların tahakkümden ve sömürüden kurtuluşlarının ve böylece yeni daha özgür ve daha eşit bir dünyanın kurulmasının araçları olan strateji ve taktik bütünlüklerinden ibaretler. Buradaki tartışmada taraflar bu dönüşüm için mücadele eden, ama teoriyi genel olarak hafife alma eğilimindeki anarşizmin genelde pek değinmediği konuları (örn. iktidarın ele geçirilmesi, bir ‘siyasa’nın gerekliliği ve taktiksel tartışmaları) işliyorlar. Bu bize göre bir olgunluğun ifadesi. Bu tartışmanın en anlamlı kısmı geleneksel anarşist ve sendikalist taktiklerin ve ilkelerin sorgulanmasında ve özgürlükçü komünist bir hareketin cevaplaması gereken kimi sorulara dair emekçi sınıfların hareketinin tarihinden çıkartılan bazı cevapları ortaya koymasında yatıyor.

Güçlü ve Zayıf Noktalarıyla Sendikalizm

Alan MacSimoin – WSM

Sendikalizm, bugün liberter hareket içindeki en güçlü eğilimi oluşturuyor. Sendikalizm, büyük isçi sendikaları kurdu, önemli mücadelelere öncülük etti, pek çok ülkede anarşizme popüler ifadesini kazandırdı. Sendikalizmi anarşist-komünist bir bakış açısından değerlendirebilmek için, onun kökenlerine, temel ilkelerine ve tarihsel deneyimine bakmak zorundayız.

Modern sosyalist hareket 1860’larda biçimlenmeye başladı. Yaygın olarak Birinci Enternasyonal adıyla bilinen Uluslararası Emekçiler Birliği, militan isçiler için giderek bir çekim merkezi haline geliyordu. Hareketin güç kazanmaya başlamasıyla birlikte, Marksistlerle anarşistler arasında sosyalizmin ne olduğu ve onun nasıl başarılacağı konusundaki ortak düşünceler ve fikir ayrılıkları netlik kazandı. Fikir ayrılıkları, nihai olarak, Marksistlerin hiç de demokratik olmayan yöntemlerle anarşistleri Enternasyonal’den ihraç etmelerine yol açtı.

Paris isçilerinin kentin kontrolünü kendi ellerine geçirmeleriyle, 1871 Paris Komunu olarak bilinen isçi deneyimi yaşandı. Komün nihai olarak yenilgiye uğratıldığında, 7.000 komüncü ya yaşamını yitirmiş, ya da idam edilmeyi bekler durumdaydı. Sola karşı estirilen terör rüzgârı tüm Avrupa’yı süpürdü. Anarşistler, bir ülkeden diğerine gitmek, yeraltına inmek zorunda kaldılar. Bu durum, hareketin hızla büyümesini tamamen durdurmadı. Patronların terörüne, grevci isçilerin ve ayaklanan köylülerin kurşunlanmasına ve anarşist hareket üzerindeki baskıya tepki olarak, hareket içindeki bir azınlık “eylemle propaganda” olarak bilinen silahlı bir kampanya başlattı ve bir dizi kral, kraliçe, aristokrat, yüksek düzey politikacı söz konusu eylemler sırasında öldürüldü.

Bu kampanyanın ardında yatan öfkenin nedenleri çok anlaşılır olmakla birlikte, bu eylemler isçi sınıfı kitlesi ile hareket arasındaki mesafenin daha da büyümesine yol açtı. Gizli faaliyet pek çok ülkede norm haline geldi. Kitle içinde faaliyet daha da güçleşti. Koltuk altında bomba saklı çılgın adam imgesi doğdu. Hareket, bu yoldan kayda değer kazanımlar elde edemiyordu.

20. yüzyıl başlarında, pek çok anarşist yeni bir yaklaşıma gereksinim duyulduğunun bilincindeydi. Bunlar, isçiler arasında açık ve kitlesel bir militan faaliyete geri dönülmesi çağrısında bulundular. Geliştirmiş oldukları yeni strateji sendikalizmdi.

Temel fikir

Sendikalizmin temel fikirleri, tüm isçilerin ‘tek ve büyük bir sendika’ içinde örgütlenmeleri, kontrolün tabanı oluşturan isçilerin elinde olması, denetlenmesi olanaksız profesyonel sendikacılardan oluşan bir bürokrasinin yaratılmasına yönelik her turlu girişime karşı çıkılması önermeleri etrafında biçimlenir. Sendikalistler, diğer sendikal anlayışlardan farklı olarak, sendikanın yalnızca patronlara karşı reformlar kazanılması için değil, fakat ayrıca kapitalist sistemin yıkılması için de kullanılabileceğine inanırlar. İsçilerin pek çoğunun devrimci olmamasının sebebinin, diğer sendikalardaki örgütsel yapılanmanın tabanın inisiyatif göstermesine olanak tanımaması olduğunu savunrlar. Bunların alternatif olarak ileri sürdükleri tez, tüm isçilerin, devrimci bir genel greve hazırlık içinde ‘tek ve büyük bir sendika’da örgütlenmeleridir.

Sendikalistler, 1922 yılında Berlin’de “Uluslararası İsçi Birliği”ni (IWA) kurarak kendi uluslararası örgütlenmelerini yaratmış oldular. Kuruluş konferansına katılmış isçi örgütleri ve bunların temsil ettikleri isçi sayısı su şekildeydi: 20.000 isçiyi temsil eden ‘Arjantin Bölgesel İsçi Örgütü’ (FORA), 20.000 isçiyi temsil eden ‘Dünya Sanayi İsçileri’ (IWW) Sili Örgütü, Danimarka’da 600 isçiyi temsil eden ‘Sendikalist Propaganda Birliği’, 120.000 isçiyi temsil eden ‘Almanya Özgür İsçiler Sendikası’ (FAUD), 22.500 isçiyi temsil eden ‘Hollanda Ulusal İsçiler Sekretaryası’, Portekiz’de 150.000 isçiyi temsil eden ‘İsçiler Genel Konfederasyonu’, 32.000 isçiyi temsil eden ‘İsveç İşçileri Merkez Örgütü’ (SAC), Fransa’da CGT’den kopan 100.000 isçiyi temsil eden ‘Devrimci Sendikalizmi Savunma Komitesi’ ve Parisli 32.000 isçiyi temsil eden ‘Federation du Battiment’ adli isçi örgütü. İspanyol CNT, kendi ülkesinde Primo de Rivera diktatörlüğüne karşı şiddetli bir sınıf mücadelesine girişmiş olduğu için, konferansa delege gönderemedi, fakat, bunu izleyen yıl CNT de “Uluslararası İşçi Birliği”ne (IWA) katıldı.

IWA 1920’li yıllarda genişledi. Çok sayıda sendika ve propaganda grubu IWA sekretaryası ile ilişkiye geçti. Bunlar şu bölgelerdendi: Meksika, Uruguay, Bulgaristan, Polonya, Japonya, Avustralya, Güney Afrika, Paraguay, Kuzey Afrika. IWA bünyesi dışında kalan Brezilya İşçileri Bölgesel Örgütü ve ABD’deki IWW (Dünya Sanayi İşçileri) gibi sendikalist işçi sendikaları da vardı. (IWW kısa bir sure sonra Kanada, İsveç, Avustralya, Güney Afrika ve İngiltere’ye(1) sıçradı.)

Gerileme

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirme konusunda gösterdikleri başarı, Rusya dışındaki işçi hareketine çok büyük zarar verdi. Rusya’da yaşananlar, pek çok ülkede işçi hareketi tarafından heyecan ve hayranlıkla karşılandı; hemen her yerde Komünist Partiler kuruldu. Bolşevik model başarısını kanıtlamış görünüyordu. Pek çok işçi örgütü bu modeli kopya etmeye girişti. Bu gelişme, Sovyet diktatörlüğü gerçeği yaygın olarak bilinir hale gelmezden önce yaşandı.

Her şeye rağmen, sendikalist hareket, sahip olduğu gücü hala büyük ölçüde koruyordu. Sendikalizm açısından, gerçek tehlike faşizmin yükselişiydi. Mussolini’nin iktidara gelmesiyle birlikte, dünyanın en büyük sendikalist işçi sendikası USI ilkin yeraltına inmek zorunda kaldı, ardından dağılıp ortadan kayboldu. Alman FAUD, Portekiz CGT’si, Hollanda’daki NSV, Fransız CDSR, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da daha pek çok örgüt, 1930 ve 40’lı yılların faşizm ve askeri diktatörlük koşullarında ayakta kalamayıp dağıldılar.(2)

Bu dönemde yaşanan ve sendikalizmin en yüksek ve en düşük düzeyini temsil eden İspanyol Devrimi’ne aşağıda değineceğiz.

130.000 işçi üyeye sahip Polonyalı sendikalist işçi sendikası ZZZ, Nazi işgali sırasında yıkıma uğramazdan hemen önce, üyelik için IWA’ya başvurmak üzereydi. Fakat diğer ülkelerdeki sendikalistler gibi, bunlar da savaşarak yenildiler. Polonyalı ZZZ’li sendikalistler, Polonya Sendikalist Birliği gibi, Nazilere karsı silaha sarıldılar ve hatta 1944 yılında “Syndicalista” adli bir gazete çıkarmayı bile başardılar. Portekiz CGT’si, ülke 1920’lerden beri Salazar diktatörlüğü altında olmasına rağmen, yeraltı faaliyeti yürüten yasadışı bir sendika olarak hala 50.000 dolayında üyeye sahip olduğunu soyluyordu. Almanya’da, FAUD militanları vatana ihanet sucuyla yargılandılar. Toplu halde mahkeme önüne çıkarılan Alman sendikalistlerin pek çoğu toplama kamplarında yaşamını yitirdi.

Burada, bir parantez açarak o yıllarda anti-fasit olduğunu ileri suren İngiliz hükümetinin İspanyol CNT’sine karşı nasıl ikiyüzlü davrandığına işaret etmekte yarar görüyoruz. İngiliz hükümeti, anti-faşist İtalyan sürgünleri İngiltere idaresinde bir ada olan Isle of Man’da gözhapsine almakla kalmadı; bunun yanı sıra, yürüttüğü yeraltı faaliyeti ile İngiliz pilotlara yardımcı olan, Yahudilerin ve aranan anti-faşistlerin İspanya’dan İngiltere’ye kaçmalarına yardım eden CNT üyelerinin isimlerini savaş sona erdikten sonra Franco’nun gizli polis teşkilatına bildirdi.

Sendikalizmden geriye kalan

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Avrupa’daki sendikalist hareket ve IWA hemen bütünüyle çökmüş durumdaydı. CNT, artik sürgündeki bir örgüt durumuna düşmüştü. IWA, savaştan sonraki ilk kongresini 1951’de Toulousse’da [bir Fransız şehri -ç.n.] topladı. Her şeye karşın, IWA hala bir şeyi temsil ediyordu. Pek çoğu artik hayli küçülmüş örgütleri temsil ediyor olmakla birlikte, kongreye çeşitli ülkelerden delegeler katıldı: Küba, Arjantin, İspanya, İsveç, Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda, Avusturya, Danimarka, Norveç, İngiltere, Bulgaristan ve Portekiz -Uruguay’dan kongreye destek mesajı gönderildi.

Durum, yeniden ortaya çıkmakta olan anarko-sendikalizm açısından hiç de iç açıcı görünmüyordu. Doğu Avrupa’da Stalinistler özgür tartışmaya, greve ya da özgür işçi sendikaları kurulmasına izin vermiyorlardı -Anarşist sendikaların buna dahil olduğunu belirtmek gereksiz! Batı’da, ABD ve Katolik Kilisesi, Hıristiyan Demokratların ve Sosyal Demokratların kontrolü altındaki yumuşak baslı, uzlaşmacı sendikalara muazzam kaynaklar aktardılar. Bu arada, Rusya Fransız CGT’sini, İtalyan CGIL ve diğerlerini kontrol eden müttefiklerine mali destek sağlayarak ayni yöntemi izliyordu. Güç yitirmiş durumdaki IWA, bu sendikalarla rekabet edebilecek durumda değildi. 1950’lerin sonlarına doğru, İsveç’teki SAC, IWA’dan ayrıldı. Artik IWA saflarında gerçekten iş görmekte olan bir sendika kalmamıştı.

IWA, küçük propaganda gruplarıyla, İspanyol ve Bulgar CNT’leri gibi sürgündeki örgütlerin basit bir toplamı durumuna düşmüştü. Bu haliyle ayakta kalabileceği bile merak konusuydu. Fakat 1977 yılında Franco beklenmedik bir şekilde öldü ve Franco rejimi yıkıldı. CNT hızla yeniden serpilip gelişti. Aylarla ölçülebilecek kısa bir donem içinde, üye sayısı birkaç yüz militandan 150.000 üyeye sıçradı (CNT içinde daha sonra yaşanacak sorunlar sendika içinde bölünmeye yol açtı ve CNT’den yeni bir sendika doğdu. Bugün, bu iki sendikanın toplam üye sayısı 30.000’e zor erişiyor, ancak bu da dikkate değer bir rakam). CNT’nin bu gelişimi, sendikalizmi yeniden anarşistlerin gündemine yerleştiriyor. Bugün, IWA, en azından kısmen sendika olarak işlev gören örgütlere (İtalya, Fransa ve İspanya) ve bir düzine ülkede propaganda gruplarına sahip bulunuyor.

IWA dışında, İsveç’teki 16.000 üyeli SAC, Hollanda’da OVB, İspanyol CGT, Fransız posta işçileri arasında örgütlü Dayanışma-Birlik-Demokrasi örgütü (4), İsviçre’de CRT gibi sendikalist işçi sendikaları ve örgütler bulunuyor. Bunların bazılarının anarşist niteliği reformist niteliğinin gerisinde kalıyor. Bunlar hakkında kimi sonuçlara varırken, bugün sendikalizmin uluslararası anarşist hareket içindeki en büyük örgütlü güç olduğunu kabul ederek söze başlamalıyız. Bu, sendikalist yapıları anlamanın özellikle önemli olduğu anlamına geliyor.

Bazı sorunlar

Anarşist-komünistler, sendikalist sendikaların politikalarını, daha doğrusu politikasızlıklarını eleştirmektedirler. Onların kendi ifadelerine, yöntem ve propagandalarına bakarak su değerlendirmeye varmak mümkün: Sendikalistler, en büyük sorunun, isçileri otoriter, kapitalist dünya görüsüne bağlayan fikirlerden ziyade mevcut sendikaların yapısı olduğunu düşünüyorlar.

Sendikalistler devrimci siyasal örgütler yaratmıyorlar. Sanayide sendikalar kurmakla yetiniyorlar. Devrim için temel sorunun işçilerin fabrikalara ve toprağa el koymasını ileri sürmek noktasında, sahip oldukları strateji apolitik bir niteliğe sahip. Sendikalizm, bundan sonra, devletin ve egemen sınıfın diğer kurumlarının tepe taklak olacağına inanıyor. İşçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi gerektiğini kabul etmiyor. Sendikalistlere göre, tüm iktidar hemen devrim günü feshedilmeli.

Sendikalist örgüt işçi sendikası olduğu için, bir sendika olarak, siyasal düşünceleri ne olursa olsun tüm işçileri kendi bünyesinde topluyor. Tarihsel olarak bakıldığı zaman, pek çok işçinin, sendikalist işçi sendikalarına anarşist düşünceleri benimsediği için değil, bunların en militan ve en iyi sonuçlar elde eden sendikalar olmaları dolayısıyla katılmış olduğu görülüyor. Bu nedenle, bunlar her zaman reformist eğilimlere sahipler. Bu durum, bir işçi sendikası mı, yoksa devrimci anarşist bir örgüt mü sorusunun doğmasına yol açıyor.

Sendikalistler, işçilerin işyerinde örgütlenmelerinin merkezi önemine yaptıkları vurguda tamamen haklılar. Sendikalizmi, onun işyeri dışındaki insanları örgütleyemediği temelinde eleştirenler yanılıyorlar. İspanya’daki anarko-sendikalizm deneyimine bakıldığında, sendikalistlerin işçi sınıfının bütününü örgütleyebilmiş olduklarını görüyoruz – İberya Liberter Gençlik Federasyonu, ‘Mujeras Libres’ (Özgür Kadınlar) ve mahalle örgütlerinin varlığı bunun açık bir kanıtı.

İspanya

Sendikalizmin zayıflığı, onun işçilerin kapitalizme neden bağlandıkları ve devrim için zorunlu olan şeyin ne olduğu konusundaki bakış açısından kaynaklanıyor. 1936/7 İspanyası, anarşist-sendikalist örgütlenmenin en yüksek noktasını ve başarısını temsil eder. Ne var ki, İspanyol sendikalistleri, politikasızlıkları yüzünden, işçi iktidarı için bir program geliştirme, işçi hareketi içindeki (reformizm ve Stalinizm gibi) diğer akımlara karşı siyasal bir mücadele verme kapasitesinden yoksunlardı. Gerçekten de sendikalistler, diğer siyasal akımlarla mücadele etmekten çok, sık sık bunları yok sayma eğiliminde görünürler. İspanya’da, tam bir işçi iktidarı için mücadele ederek sınıfın bütününe rehberlik etme yeteneğini gösteremediler.

Bunun yerine, Halk Cephesi hükümetine destek politikasının içine çekildiler ve bu durum Cumhuriyetçi devlet, oklarını kolektiflere ve milislere karşı yönelttiği zaman suskun kalmalarına ve suç ortağı durumuna düşmelerine yol açtı. CNT içinde “Durruti’nin Dostları” grubu etrafında örgütlenmiş azınlık, isçilere mutlak iktidarı ele geçirmeleri (yani patronlarla veya otoriter partilerle iktidarı paylaşma politikasını reddetmeleri) için çağrıda bulunduğu zaman, sendikadan atıldı.

CNT, işçilerin üretim ve bölüşüm araçlarını kendi ellerine almalarının “burjuva devletin tasfiyesine ve boğularak ölmesine” yol açacağına inanıyorlardı. Tarih, bize farklı bir ders anlatıyor. İkili iktidar durumunda, devleti yıkıp çökertmek zorunludur. Bir egemen sınıf tarih sahnesini asla gönüllü olarak terk etmez.

Buna karşılık, “Durriti’nin Dostları” grubu, “Taze Bir Devrime Doğru” adını taşıyan kendi programında, bu konuda net bir tavır sergiliyordu: “Franco’yu alt edebilmek için, burjuvaziyi ve onun Stalinist ve Sosyalist müttefiklerini çökertmek zorundayız. Kapitalist devlet tamamen yıkılmalı ve bunun yerine taban komitelerine dayanan işçi iktidarı kurulmalı. Apolitik anarşizm başarısız kalmıştır.” CNT liderliğinin politik kafa karışıklığı öylesine yoğundu ki, liderlik, işçilerin iktidarı ele geçirmesi fikrini “korkunç” buluyor ve bunun “anarşist diktatörlüğe” yol açacağını ileri sürüyordu.

Uluslararası İşçiler Birliği ve onun dışında örgütlenmiş bulunan sendikalist hareket, CNT’nin devrimi “ertelemekle” ve hükümete girmekle hata yapmış olduğunu itiraf etmeyi hala reddediyor. Sendikalistler, bütün bu olayı, “bir kez daha yinelenmeyecek istisnai koşullar” olarak açıklama eğilimindeler. Tarihsel öneme sahip bir yanlışı kabul etmeyi reddettikleri için, (benzer bir şansı tekrar yakalamaları durumunda) ayni yanlışı yeniden yapmayacaklarını ummak için ortada makul bir neden yok.

Eleştirilerimize karşın, sendikalist işçi sendikalarının, mevcut oldukları ülkelerde, diğer sendikalardan çok daha ilerici niteliklere sahip olduklarını görmek durumundayız. Bunlar, sadece demokratik sendikalar yaratmakla ve anarşist fikirlerin dinleyici bulabilecekleri bir ortam yaratmakla kalmıyorlar, fakat ayrıca, önderlerle önderlik edilenler, yapanlarla yapılana gözcülük edenler arasındaki ayrımları ortadan kaldıran bir yoldan örgütleniyor ve mücadele ediyorlar. Bu, son derece olumlu, fakat tek başına yeterli değil. Eksik olan şey, hem sendikalarda hem de isçilerin bir araya geldikleri diğer alanlarda anarşist düşüncelere ve anarşist yöntemlere destek kazandıracak bir örgüt. Anarşist-komünistlere düsen görev de bu.

Notlar

1. “Bu, Büyük Britanya Endüstri İsçileri” adıyla biliniyordu.
2. İtalyan ASI ve Alman FAU gibi bazıları yeniden kuruldular, fakat bunlar sadece görece küçük propaganda grupları olarak kaldılar. Kimi zaman, belli bölgelerde sendika işlevlerini yerine getirebiliyorlar.
3. Bu döneme ışık tutan iyi bir metin, Eddie Conlon’in “The Spanish Civil War: Anarchism in Action” (İspanyol İç Savası: Eylem İçinde Anarşizm) baslıklı yazısı.
4. 1994 yılı ilkbaharında yapılan işyeri seçimlerinde, bunların postanelerdeki oy oranı yüzde 4’ten yüzde 12’ye, Telekom’da ise yüzde 2.5’tan yüzde 7.5’a yükseldi.

İngilizce Orijinali:
http://struggle.ws/rbr/rbr1_synd.html

Sendikalizm ve Devrim

Tom Wetzel – WSA

İşçi sınıfı kapitalist düzende sömürülen ve boyunduruk altına alınan bir gruptur. Sınıf mücadelesi veren otorite-karşıtı iki örgüt olarak İşçi Dayanışma Hareketi (Workers’ Solidarity Movement – İrlanda) ve İşçi Dayanışma Birliği (Workers’ Solidarity Alliance – ABD) işçi sınıfının kendini sınıf tahakkümünden kurtarabilme ve böylece sınıf bölünmelerinin ortadan kalktığı yeni bir toplumsal yapı kurabilme potansiyeli olduğuna inanmaktadır.

Alan MacSimoin’un sendikalizmi reddetmesine rağmen gerçekte WSA ve WSM’nin ortaklaştığı noktalar pek çoktur. Bunu ortaya koymaya çalışırken ilkin sınıftan ne anladığıma ve işçi sınıfının kendini özgürleştireceği yola dair düşüncelerime değineceğim.

I. İki sınıf mı, üç sınıf mı?

Sınıf toplumsal üretimdeki güç (iktidar) ilişkileri tarafından belirlenen toplumsal bir gruptur. Toplumda sınıfın temelini oluşturan gücü (iktidarı) sağlayan farklı yapılar olabilir. Toprağın, binaların ve diğer üretim araçlarının mülkiyetinin bir azınlık kapitalist sınıfın elinde oluşu bu yapılardan ilkidir. Bu azınlıktan olmayan geri kalanımız bu mülkiyet durumu yüzünden hayatta kalabilmek için zamanımızı bu azınlığa satmak zorunda kalırız. Marx bu mülkiyet ilişkisini sınıf ayrımının tek sebebi olarak görür. Burada hareketle kapitalizmde iki ana sınıf olduğunu iddia eder, işçiler ve kapitalistler.

WSM bu iki-sınıf teorisini benimser: “sınıflar üretim araçları ile olan ilişkileri aracılığı ile tanımlanırlar; toplumun zenginliğinin üretildiği fabrikalar, makineler, toprak gibi doğal kaynaklar ile olan ilişkileri aracılığıyla. Her ne kadar serbest-meslek sahipleri[1] ve küçük çiftlik sahipleri gibi gruplar olsa da temel sınıflar işçiler ve patronlardır. Zenginliği ve değeri yaratan işçi sınıfının emeğidir. Patronlar üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve kontrol hakları dolayısıyla kanunen bu zenginliğin sahibi olurlar ve onun nasıl bölüştürüleceğine karar verirler.”

Bu yaklaşım gelişmiş kapitalizm için doğru bir tanımlama değildir. Mülkiyet gerçekten de son derece güçlü kapitalist sınıfın bu gücünün temelinde yatan etkendir. Ve küçük işletmelere sahip sınıfın daha küçük malvarlıkları da onların ellerindeki gücün altında yatan etmendir. Ancak çağdaş kapitalizm iş sürecini kontrol edebilmek için devasa işletme hiyerarşileri yarattı. Çağdaş kapitalizm devletin büyümesini gerekli kıldı ve devlet içinde de devlet işlerini yürütebilmek için benzer hiyerarşiler oluşturuldu. Süreç içersinde kapitalizm benim teknik-yönetici sınıf adını verdiğim üçüncü bir ana sınıf oluşturdu. Bu sınıf yöneticilerden, yöneticilere ve işletme sahiplerine danışmanlık yapan finans uzmanları, avukatlar, mühendisler, mimarlar, doktorlar gibi üst düzey uzmanlardan oluşur. Bunlar şirketler ve devlet içindeki emir komuta hiyerarşilerini oluşturan insanlardır. İşçilerin gündelik hayatta yüzleştikleri patronları çoğunlukla bu teknik-yönetici sınıftandır.

Bu sınıfın kimi üyeleri küçük sermaye birikimlerine sahip olabilir ancak çoğunluğu emekleri ile yaşarlar. Toplumdaki bu ayrıcalıklarının kaynağında üniversite eğitimi, kimi ehliyetler, tanıdıklar, ya da birikmiş deneyim gibi şeyler yatar. Bu sınıfın gücü uzmanlık ve karar alma mekanizmaları üzerindeki göreli bir tekel kurmuş olmasından kaynaklanır. Bu sınıf kapitalist gelişimin üretim sürecini ve işbölümünü değiştirmesi sonucu oluşmuştur. Mesleklerin ve iş süreçlerinin, işçilerin ellerinden kavramsallaştırma yeteneklerinin ve özerkliklerinin alınması ve kontrolün yönetici hiyerarşide toplanması şeklinde yeniden düzenlenmesi, şirketlerin işçiler üzerindeki kontrollerinin artmasına, eğitim maliyetlerinin aşağı çekilmesine ve zor bulunan beceriler için ödemek zorunda oldukları ücret maliyetlerini azaltmalarına neden olur.

Teknik-yönetici sınıf bir ölçüde işçi sınıfının sömürülmesine katılır, bu sömürüde bir ölçüde pay sahibidir, ancak üretim araçlarının sahipleriyle de bir çelişki içerisindedir – Enron’da olduğu gibi şirketleri yağmalayan ve batıran patronlar bu çelişkiye bir örnektir. İdarecilerle, patronlar arasında bir çıkar çelişkisi vardır ve bu dönem dönem mücadeleye dönüşür.

Teknik-yönetici sınıfın önemli bir özelliği onun egemen sınıf olabilme potansiyelidir. Marksist-Leninist devrimlerin tarihsel anlamı budur. Bu devrimler kapitalist sınıfı bertaraf ettiler, kamu mülkiyetine dayalı ekonomiler inşa ettiler, fakat bununla beraber işçi sınıfı boyun eğdirilmeye ve sömürülmeye devam etti. Her Marksist-Leninist devrim bir teknik-yönetici sınıfı egemen sınıf haline getirdi.

Bu türden yeni bir egemen sınıfın oluşması potansiyeline Bakunin’in öngörülü bir sözünde işaret edilmiştir. Bakunin, Marks’ın devlet yoluyla iktidarı alan bir “bilimsel sosyalizm” partisi önerisinin şu sonucu doğuracağı ikazında bulunur: “Bu yönetim bilimsel zekanın saltanat sürdüğü, gelmiş geçmiş en zorba, en despotik, en küstah ve en küçümseyici rejim olacaktır. Sahte bilginler oluşan yeni bir sınıf ve yeni bir hiyerarşi gündeme gelecektir, dünya, bilgi adına yöneten bir azınlık ile devasa ve cahil bir çoğunluk arasında ikiye bölünecektir.”[2]

Bakunin’in kavrayışına rağmen geleneksel anarşizm hiçbir zaman bir teknik-yönetici sınıf teorisi geliştiremedi. Bu anarşistlerin Sovyet Birliğini yanlış bir şekilde “devlet kapitalisti” olarak nitelemeleri sonucunu doğurdu. İşçi Dayanışma Hareketi şöyle diyor: “1920’lerden beri anarşistler Rus ekonomisinin kapitalist olduğunu, çünkü bu ekonomide üreticilerin üretim araçlarından ayrılması durumunun sürdüğünü ve üreticilerin emeğine tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi bir egemen sınıfa akacak artı değerin el konması için düşük değer biçildiğini görmüşlerdir.” “Üreticilerin üretim araçlarından ayrılması” yalnızca mülkiyet ilişkisine işaret etmektedir. Bu nedenle WSM karar alma mekanizmalarının ve uzmanlığın tekelleşmesinin ayrı bir sınıf iktidarı temeli teşkil ettiğini görememektedirler.

Ve dahası: “Sovyetler Birliğinde özel mülkiyetin olmaması sıkça Stalinist ülkelerin kapitalist olmadıklarının, bir tür yeni “post-kapitalist” mülkiyet rejimi olduklarının kanıtı olarak ileri sürülür.” Burada bir düzenin sınıf doğasını belirleyen şeyin mülkiyet sahipliği olduğunun varsayıldığına dikkat edelim. Gelecekteki bir devrimde teknik-yönetici sınıfın egemen sınıf haline gelmesini engellemek istiyorsak, bu sınıfa iktidar veren şeyin ne olduğuna ilişkin bir teoriye ve bu sınıfın gücünün çözülmesinin sağlamak için bir programa ihtiyacımız var. (Ben katılımcı ekonominin teknik-yönetici sınıfın iktidarının çözülmesi için bir program öne sürdüğünü düşünüyorum. Bu konuda “Katılımcı Ekonomi ve İşçi Sınıfının Kendini Özgürleştirmesi” makalemi inceleyebilirsiniz (http://www.parecon.org/writings/wetzel_emancipation.htm). Bu benim kendi görüşümdür, WSA katılımcı ekonomiyi özellikle desteklemez).

Büyük toplumsal çekişmelerden ve mücadelelerden doğan yeni bir toplumsal düzenin doğası, o süreçte aktif olan toplumsal güçler tarafından belirlenecektir. Böyle bir toplumsal sürecin sonucu olarak ortaya çıkacak toplumun özyönetimli bir toplum olmasını garantiye almanın tek yolu, değişim için mücadele veren ana hareketlerin özyönetimli bir işleyişlerinin ve pratiklerinin olması ve böylece insanların toplumun kendisinin özyönetimli olabilmesi için gerekli olan eşitlikçi ve demokratik pratikleri ve alışkanlıkları geliştirebilmeleridir. İnsanların değişimi sağlama amacını güderken nasıl örgütlendikleri, yolun sonunda varılacak sonucun nasıl olacağının önemli belirleyicilerindendir.

Devrimci bir süreçte faaliyette olan toplumsal güçlerin içlerinde pek çok “komünist” devrimde olduğu gibi yeni bir teknik-yönetici egemen sınıfın oluşumunun tohumlarını barındırmamalarını nasıl garanti altına alacağız? Bu sonucu engelleyebilmek için şirket benzeri hiyerarşilerden ya da uzmanlığı, bilgiyi ve karar almayı bir azınlığın elinde yoğunlaştıran eylemlerden uzak duran kitle örgütlerine ihtiyacımız var. Bir konuşmacı olarak açık, kendine güvenli ve etkili olmak gibi özellikler pratik ile geliştirilebilir, ancak kimileri toplumsal hareketlere ileri düzeydeki eğitimlerinden ya da diğer avantajlarından kaynaklanan bu tip avantajlarla gelirler. Hareketler kendi kendini eğitimi besleyen, harekette aktifleşen sıradan insanların yeteneklerini ve bilgilerini geliştiren eylem ve örgütlenme biçimleri geliştirmelidirler. Böylece bu sıradan insanlar kendi mücadele yollarının planını çizmede daha etkili ve başarılı olabilirler.

II. Sendikalizm Nedir

Sendikalizm işçi sınıfının sınıf tahakkümünden kurtulması için bir stratejidir, yani sendikalizm devrimci bir stratejidir. Sınıf mücadelesini içinden insanlığı kapitalizmin baskıcı yapılarından özgürleştirecek bir hareketin gelişeceği süreç olarak değerlendirir. Sendikalistler, Flora Tristan’ın sözleriyle “işçi sınıfının kurtuluşunun işçilerin kendilerinin gerçekleştirecekleri bir iş olması gerektiğini” savunurlar. Bu mücadelenin işçilere birlikte örgütlenmek ve patronlara karşı ortak eylemlere girişmek için bir motivasyon sağlayacağını savunuyoruz. Mücadele işçilere toplumsal güçlerini arttırabilmeleri için “sayılarından gelen güçlerini” kullanabilecekleri bir eylem alanı yaratır. Bu mücadele alanı ayrıca işçilerin kendilerini ezen sistemin doğası hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlayan bir hayat okulu vazifesi görür.

Sendikalizmin temel görüşü işçi sınıfının katılımcıları tarafından yönetilen, özellikle üretim yerindeki mücadelelerden kökünü alan kitle örgütlenmeleri oluşturarak, kendini sömürücü sınıfın tahakkümünden kurtarabilecek eylemlilik, özgüven, birlik ve özörgütlülüğü geliştireceğidir. Hareketin kendisini özyönetimi üretimin üreticiler tarafından özyönetiminin ve toplumun halk tarafından doğrudan yönetiminin işareti ve garantisi olacaktır. Kitlelerin doğrudan iktidar sahibi oldukları, kontrolü ellerine aldıkları bir toplum yaratmak için bu özyönetim süreci kapitalizm içindeki mücadelelerin özyönetim pratiklerinde ortaya çıkmalı ve sağlamlaşmalıdır. Hiyerarşik kontrol biçimlerine hürmet etme ve teslimiyet alışkanlıklarını ancak böyle kırabiliriz.

Geleneksel olarak sendikalizm işyeri merkezli hareketler, işçi kontrolünü hedefleyen hareketler, patronlara karşı verilen özyönetim mücadelelerini kapsar. Ancak özyönetimli kitle örgütleri oluşturulması stratejisi, işçi sınıfı mahallerinden yükselen, konut meselesine ilişkin mücadeleleri ya da ücretsiz toplu taşımacılık mücadelelerine de uygulanabilirdir.

III. Eşitsiz Bilinç

Her ne kadar işçi sınıfının kendisini sınıf tahakkümünden kurtarabilme kapasitesini geliştirebileceğine inansak da, bugünkü işçi sınıfı bugün geldiğimiz noktada bu kapasitesini gerçekleştirememiştir. Neden?

Kimi anarşistler tahakkümcü düzenin yıkımını, şu an bile gerçekleşebilecek kendiliğinden bir isyan olarak düşünürler. Buradaki varsayım işçi sınıfının şu an boyun eğdirilişini kendiliğinden bir hareketle yere çalabilecek kapasiteye sahip olduğudur. Bu düşüncedeki sorun bu devrimin neden şimdiye kadar gerçekleşmediğini açıklayamamasıdır.

Toplumsal baskı sistemleri kendilerini sınıf konumları ya da patriyarka[4] gibi toplumsal yapılar sayesinde her bireyin zihni, alışkanlıkları, beklentileri ve davranışlarını şekillendirerek süreç içersinde yeniden üretirler. Yeni türde bir tahakkümü yeniden yaratmayacak ve tahakkümü gerçekten altedebilecek bir devrimin, işçi sınıfının kendisindeki, insanlardaki uzun bir değişim dönemini gerektirmesinin nedeni budur.

Toplumun işleyişini devralma kapasitesine sahip olmak için işçi sınıfı; özgüven, yönetim yetenekleri, özörgütlülük, ortaklaşma ve işçi sınıfına patronların toplum üzerindeki kontrolüne meydan okuma gücü ve arzusunu verecek vizyon ve değerleri geliştirmek zorundadır. İşçi sınıfı bu şekilde gelişirken egemen kültüre, kapitalist toplumsal düzenin siyasetine ve kurumlarına karşı kendi karşı-kültürünü (Antonio Gramsci’nin sözleriyle) yaratacaktır.

İşçiler kendilerini ezen sistemi ne kadar anlamaktadırlar? Değişim için gerekli olan güce ilişkin kavrayışları nedir? Değişiklik yapmayı ne kadar arzulamaktadırlar? Bu şeyler bireyler arasında farklılık gösterir. Hem de sınıfı bir bütün olarak ele aldığımızda zaman ve mekanda farklılıklar gösterir. “Bilinç” eşitsizdir ve hem bireylerde hem de bir bütün olarak sınıfta gelişme potansiyelini taşır.

İnsanlar onları ezen iktidar yapısını onunla mücadele ederek öğrenebilirler ancak. İnsanlar mücadeleye bir kez giriştiler mi, mücadelelerini daha etkin kılmak için gerekli olan yetenekleri kazanma ve bilgileri öğrenme motivasyonu edinirler. İnsanlar eğer kendilerinin ve başkalarının hakları için mücadele etmeye gönüllü insanlar görmezler, patronlara karşı çıkışlar görmezler ise, ortak eylemi çevrelerini saran toplum ile mücadele etmenin bir yolu olarak görme eğilimine girmezler. Herkesin “kendi başına olduğu” düşüncesini edinirler.

Büyük ölçekli hareketlerin gelişimi işin içinde olan insanlara daha fazla güç verir ve bu sıradan insanların düşüncelerini değiştirir, çünkü bu hareketler sayesinde dünyayı değiştirebilecek bir gücün oluşturulabilme olanağının var olduğunu görürler. Ve insanların mümkün olduğuna kanaat getirdikleri değişimin büyüklüğü, diğer insanların mücadele etmeye ve birbirlerine destek olmaya ne kadar hevesli olduklarına bağlıdır.

WSM işçi sınıfının devrimci olamayışının sebebinin “onları kapitalizme bağlayan fikirlerin” varlığı olduğunu söylüyor. Bu sözde elbette ki doğruluk payı mevcuttur. Ancak anarşist militanlar (ve egemen kapitalist sistemin diğer muhalifleri) tarafından propaganda edilen “fikirleri” keşfetmemiş oluşları, işçi sınıfının devrimci olmamasının tam bir açıklaması olamaz. Eğer çalışan insanlar bir tür etkisizlik hissi içerisindeler ise, düzeni değiştiremeyeceklerini düşünüyorlarsa, bizim onların toplumu tümden değiştirebilecek güce sahip olduklarına dair iddialarımıza karşı kötümser olacaklardır. Güçlerinin olmadığı hissederlerken işçiler, anarşist düşünceleri “güzel fakat gerçekdışı” bulacaklar, ciddiye alınıp, uyarınca hareket edilecek düşünceler olarak görmeyeceklerdir. Bir başka deyişle, açıklama geliştirmemiz gereken konu çalışan insanların neden devrimci düşüncelerle bir şekilde tanıştıklarında onlara dair daha fazla şey öğrenmeye heveslenmedikleridir.

Bugün ABD’deki pek çok işçi etraflarındaki şeyleri değiştirme yeteneklerine karşı hayli kötümserdir. Kaderci bir “düzeni biz mi değiştirecez?” tutumu hayli yaygındır. Bunun sebebi insanların her şeyden hoşnut olmaları değildir. Son otuz yıldır ABD’deki ağır bir yaşam beklentisinin yaygınlaşması, düşük ücretlerin ve diğer iş koşullarının daha da kötüleşmesi bir hayli hoşnutsuzluk ve öfke yaratmıştır. Kötümserliğin ve kaderciliğin kökeninde yatan son dönemde başarılı ortak eylem deneyimlerinin yaşanmaması ve emekçilerin “kendilerinin” olduğunu düşündükleri örgüt biçimlerinin bulunmayışıdır. (Dan Croteau’nun son kitabı “Politics and the Class Divide” – Siyaset ve Sınıf Ayrımı- bu konuyu yazarın çalıştığı büyük posta dağıtım merkezindeki işçilerin gözünden iyi bir şekilde anlatmaktadır.)

Sendikaların hiyerarşik yapısı bu duruma katkı sunar. ABD’deki ulusal sendikalar ve büyük birleşmiş yerel sendikalar, patronlarla yapılan pazarlıkları, şikayetlerin ele alınmasını kontrol eden ve altındakilerle bir sosyal hizmet ilişkisi kuma eğilimindeki bir ücretli memur ve görevliler hiyerarşisinden ibaret olan “profesyonel temsilciler” tarafından yönetilmektedir. Patronlara karşı daha bağımsız ve militan bir duruş sergileyen yerel sendikalar sorumluların engellerine takılıp etkili eylemler gerçekleştirememektedirler. Bir örnek vermek gerekirse, San Francisco Uluslar arası Havalimanı’nda çalışan 600 göçmen bagaj kontrolcüsünün kendilerinin örgütlediği bir kampanya, Bush çetesinin onları ABD vatandaşları ile değiştirmeleri tehdidine karşı bir grev gerçekleştirme noktasına ilerliyordu. Grev havalimanını kapattıracak bir eylem olacaktı. Bu hareket SEIU[5]’nun resmi bir görevlisi tarafından, sendikanın illegal bir grev başlatmakla dava edileceği gerekçesiyle engellendi. 600 kontrolcü mücadele etmeden işlerinden oldular. Başka durumlarda yerellerin gereğinden fazla militanlaştıklarına karar kılındığında, AFL-CIO[6]’nun ulusal sendikaları adına mütevellilik denen bir diktatörlük kurma yetkilerini kullanırlar – bu yerel sendikaların seçilmiş görevlilerini kovar ve atanmış bürokratlar yoluyla yerel birimin kontrolünü ele alırlar.

Özörgütlü mücadelenin ve ortak militan eylemin bir aracı olabilecek “kendilerinin” olan bir örgüte sahip olmaları için işçiler doğrudan kendilerinin yönettikleri endüstriyel örgütler geliştirmeliler. Özyönetimli sendikacılığın İşçi Dayanışma Birliği’nin programının temeli olmasının nedeni budur. Doğrudan işçiler tarafından kontrol edilen örgütler işçilere, kendilerinin olan bir şeyi kontrol ederek güven kazanmaları olanağını sağlar ve ortak eylemin gelişmesini teşvik eder. Bu önlemler ABD’deki işçi sınıfının bilincinin değişimi için zorunludur.

Kimi anarşistler ve sendikalistler yüzde yüz kapitalizm karşıtı bir programa sahip yüksek düzeyde ideolojik sendikaların kurulması gerektiğini vurgularlar. Anarşist komünist bir programa tam olarak bağlılık taşıyan Arjantin Bölgesel İşçi Federasyonu (FORA), bu temelde kurulmuş büyük bir sendikaya örnektir. FORA politik ve sendikal örgütlenmelerin birbirinden ayrı olmasına gerek duymamıştır. Bu duruma kimi zaman tek örgüt teorisi adı verilir ve Güney Amerika’da forismo olarak adlandırılır.

Bu sendikalistlerin çoğunun, devrimci eylemcilerin sendikalardan ayrı politik bir örgütlenme kurmalarını anlamsız bulduğu doğrudur. Ancak MacSimon yanlış bir şekilde tarihteki ve bugünkü tüm sendikalistlerin bu görüşü savunduğunu düşünüyor. WSA her zaman tek örgüt teorisini reddetmiştir. WSA kendisini bir sendika ya da gelecekte sendikaya evrilecek bir örgütlenme olarak değil, otorite-karşıtı eylemcilerin politik örgütü olarak tanımlar.

Tarihsel bir örnek vermek gerekirse, Özgürlükçü Turin Grubu[7] Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Turin işçi hareketi içindeki bir grup anarko-sendikalist eylemcinin oluşturduğu politik bir gruptu. Gramsci ve başka Sosyalist Parti eylemcisi ile birlikte fabrikalardaki Turin işçi temsilcileri konseyi hareketini geliştirmeye uğraştılar. Bu FIOM’un -İtalyan metal işçileri sendikası- sosyal demokrat bürokrasisine karşı gelen bir taban hareketiydi. Söz konusu hareket farklı sendikalara mensup ve farklı ideolojilere sahip işçileri açıkça devrimci amaçlarla, işçilerin üretimin kontrolünü ele geçirmeleri için birleştirmeye çalışan bir hareketti. Tabandan gelen konsey hareketi FIOM’un Turin’deki büyük şubesini ele geçirince ve onu tabanın kontrolünü sağlayacak şekilde yeniden yapılandırınca taban Özgürlükçü Turin Grubu’nun bir üyesini, Pietro Ferrero’yu yenilenmiş sendikanın sekreteri seçti. Bunun en azından bir sebebi, Ferrero’nun tabanın özyönetimine olan bağlılığı idi (benim “1920 İtalya Fabrika İşgalleri” (The Italian Factory Occupations of 1920) adlı makaleme bakınız: http://www.workersolidarity.org/ital1920.html). Bu örnekte Turin anarko-sendikalistleri kendilerini küçük ve ideolojik olarak anarşist bir sendika kurarak ayırmak yerine, resmi sendikayı yeniden yapılandırmayı hedefleyen daha geniş bir muhalif taban hareketi içinde çalışmışlardır. Aynı zamanda kendi politik örgütlerini de kendi perspektiflerini ifade etmek amacı ile sürdürmüşlerdir.

Yüzde yüz devrimci ve kapitalizm karşıtı bir programa sahip küçük ve ideolojik “devrimci sendikalar” kurma stratejisi şu soruyu yanıtsız bırakır: işçiler nasıl olup da sınıfları için devrimci bir yönelişi benimser hale gelecekler? (ABD’deki Anarko-Sendikalist Dergi şu anda ABD’de, yüzde yüz kapitalizm karşıtı olan “devrimci sendikalar” kurma programını savunan sendikalist bir gruptur. WSA’nın bu strateji ile olan uyuşmazlığı WSA ve Anarko-Sendikalist Dergi arasındaki uzun süredir varolan bir uyuşmazlığın parçasıdır.) Yanıtsız kalan bir diğer soru AFL-CIO sendikaları içindeki işçiler için ne tür bir strateji geliştirileceğidir. İşçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi için kurgulanan bir strateji, hiyerarşik AFL-CIO sendikalarında örgütlenmiş olan geniş sayıdaki işçi kitlesi için bir şey söylemedikçe eksik kalacaktır. Sınıf içinde bir öz-gelişim sürecinin yaşanması zorunludur. Kolektif eylemin düzeyi, bilincin dönüşümü üzerinde önemli etkiye sahiptir. İnsanlar daha fazla insanın birbiriyle dayanışmak için harekete geçmeye gönüllü olduğunu gördükçe ve kendilerinin de yapabilecekleri eylemlerin örneklerini gördükçe, kolektif eylemi kendi koşullarını iyileştirmek için bir yol olarak görme konusunda cesaretlenir.

Sınıfın gücünün gelişmesi emekçi insanların varolan düzene meydan okurken ne kadar ileri gidebileceklerine dair algılamalarını doğrudan şekillendirir. Dayanışma pratikleri, işçiler arasındaki ilişkilenmelerin genişlemesi gibi pratikler yine aynı sebepten ötürü sınıf bilincini şekillendiren başka kilit faktörlerdendir. Bu bir gelişim süreci olduğu için, insanların daha başlangıçta yüzde yüz devrimci bir anlayışla işe koyulmalarını bekleyemeyiz. Başlangıçtan yüzde yüz devrimci bir programa bağlı küçük, ideolojik sendikalar kurma fikrine karşı çıkmamızın sebebi bu. Hali hazırda kapitalizme yüzde yüz alternatif bir görüş geliştirmiş bazı eylemciler olacaktır, ama çoğunluk bu görüşü benimsemeyecektir. Zamanla işçi hareketinin radikalleşmesi geniş sayıdaki insanın devrimci, kapitalizm karşıtı bir perspektifi benimsemesi sonucunu doğurabilir. Özyönetimci sendikacılık -sıradan ve “alt” düzey katılımcılar tarafından kontrol edilen kitle örgütleri- sınıf için bir geçiş programıdır, çünkü bu türde bir örgüt işçiler için mücadeleyi kontrol edebilecekleri bir buluşma noktası, kendilerinin olduğunu hissettikleri bir örgüt işlevi görür. Böylece özgüvenlerini geliştirebilir, bir şeyi demokratik bir şekilde kendi başlarına idare etmeyi öğrenir ve mücadele ettikleri kapitalist iktidar düzeninin içyüzü hakkında daha fazla fikir sahibi olurlar. Bu şekilde kendilerini saran düzeninin radikal bir eleştirisini verebilmeleri ihtimali doğmuş olur. Ancak bu bir kesinlik değil olasılıktır.

Kimi durumlarda AFL-CIO sendikaları içindeki işçilerin yerel şubeyi öz-yönetimli bir şube haline getirmeleri mümkün olabilmektedir. Kimi durumlarda isyan edip, AFL-CIO bürokrasisinden kopup kendilerinin doğrudan kontrol ettikleri örgütlenmeler yaratmayı zorunluluk olarak görürler. AFL-CIO sendikalarının yerleşmiş olmadıkları işyerlerindeki işçiler için, AFL-CIO’dan bağımsız yeni, özyönetimli sendikalar kurma olanağı vardır. Bir süre sonra, belli sayıdaki radikal ve özyönetimli sendikanın bir araya gelip yeni ve özyönetimli bir federasyon kurmalarını öngörebiliriz.

ABD sendikacılığı ancak geniş alana yayılmış grevlerin yapıldığı, yeni eylem ve örgütlenme biçimlerinin ortaya çıktığı büyük kalkışma dönemlerinde önemli ilerlemeler kaydetmiştir. İşçilerin patronlara karşı daha etkili biçimlerde örgütlenme yolları arayışı içersinde oldukları böylesi dönemlerde özyönetimli örgütlenme biçimlerinin yaygınlaştıklarını görürüz. (Azalan ücretler, sendikaların kırılması ve iş saatlerinin artması, bunların tümü bugün ABD işçi sınıfının hoşnutsuzluğunun artmasına sebep olmuştur. Bir dizi işçi eylemcisi yeni bir işçi isyanı patlamasının koşullarının uygun olduğunu düşünmektedir. Dan Clausen’in yazdığı “Yeni bir Kabarma? (New Upsurge)” kitabına bakınız)

Bunların tersine WSM hiyerarşik sendikalardan kopuşu onaylamamaktadır: “Kopuş sonucunda oluşan sendikalar uzun dönemde alternatif sağlamazlar, çünkü kendi kopuşlarına sebep olan sorunlar yeni sendikada da ortaya çıkar” (bkz. WSM’nin sendikalar üzerine yazdığı tavır bildirisi -http://struggle.ws/ppapers/unions.html-). Sendikaların bürokratlaşmasına yol açan eğilimlerin, işçilerin oluşturdukları yeni sendikalarda da oluşabilecekleri hatta oluştukları kesinlikle doğrudur. Bu eğilimlerin her zaman galip gelecekleri ise kesin değildir, çünkü toplumun daha genel eğilimlerine bağlıdır. Bize göre işçilerin doğrudan taban tarafından kontrol edilen özyönetimli kitle örgütleri oluşturmaya çalışmamaları gerektiği sonucunu çıkarmak bir hatadır. AFL-CIO’nun ulusal sendikalarından kopma taktiği işçilere bu türden bir örgütlenmeye gitme olanağı verir. Tabanın patronlara karşı olan mücadelesini kontrol edebilmesini mümkün kılan işyeri kitle örgütleri kurma konusunda WSM’nin nasıl bir alternatif gösterdiği bizce açık değildir.

İşçi sınıfının kendisini sınıf tahakkümden kurtarabilmesi için yapması gereken kendi kitle örgütlerini oluşturmaktır. Bu örgütlerle toplumsal değişim yolunda bir planı uygulamaya sokabilir ve özyönetimin işleyeceği yeni bir toplumsal düzeni yaratabilir. Özyönetimci sendikalizm WSA’nın bu amaçla benimsediği geçiş programıdır. Ancak mücadelenin özyönetimi her şey değildir. Farklı işçi grupları arasındaki dayanışma, ırkçılığın etkileri ile baş edebilme becerisi ve şirketlerden, hükümetten ve politikacılardan bağımsız olabilme becerisi, sınıfın daha etkili bir mücadele gücü ortaya koyabilmesinin diğer önemli etkenlerindendir. Irkçılık Amerikan toplumunun yapısal bir niteliğidir. Irkçılık sadece bir “fikirler” yığını değil, kültürün içine işlemiş bir toplumsal pratikler yığınıdır. Irkçılık karşıtı mücadeleler çok önemli ve belirleyicidir.

Kapitalizm karmaşık bir tahakküm sistemidir, sınıf temelli tahakküm biçimi gibi ırk ve cinsiyet temelli de tahakküm biçimleri mevcuttur ve bunlara karşı mücadeleler oluşmuştur. Emekçilerin mücadelesi sadece iş yerlerinde değil, hayatlarının diğer alanlarında da gelişir, kiracıların ev sahiplerine karşı verdikleri ya da ücretsiz toplu taşıma talepleri için yapılan mücadeleler gibi. Sendikalist anlayış, yani toplumun özyönetiminin habercisi olan katılımcıları tarafından özyönetimci bir şekilde idare edilen kitlesel mücadele örgütlerinin oluşturulması fikri, işyerinin dışındaki alanlara da uygulanmak üzere genişletilebilir. İşçi grupları mücadelelerini güçlendirmek için işbirliği yapmaya yöneldikçe tek bir sektörü, bölgeyi ya da mücadele alanını aşan birlikleri yaratırlar. Bu bir araya gelişler tüm işçi sınıfını etkileyen sorunları çözmeye yönelmek, tüm sınıfı kapsayan bir program üzerinde konsensüs sağlamak ve dayanışmayı geliştirmek için gereklidir.

WSM’nin dokümanlarında belirsiz kalan noktalar, sınıfın kendi mücadelelerini kendisinin idare etmesini sağlayacak araçları nasıl oluşturacağı ve hem kapitalist sisteme tümden meydan okuyabilmek, hem de kendisinin iktidarı ele aldığı alternatif bir toplumsal düzeni kurabilmek için gerekli olan kitle örgütlerini nasıl geliştireceği sorularıdır. WSM işçilerin sanayide sınai ağlar oluşturmasını öneriyor. Bu iyi bir şey fakat bu ağlar ne yapacaklar? İşçiler kolektif çıkarlarını ilerletmek için mücadele araçlarına ihtiyaç duyarlar. Eğer işçiler toplumu özyönetim yolunda devrimcileştirmek için bir hareket oluşturma noktasında iseler, kendileri de özyönetimle işleyen kitle örgütleri kurmak zorundadırlar. WSM bu noktayla hem fikir mi?

IV. Politik Örgütlenme

Emekçilerin işyerleri ve mahallelerdeki kitle örgütleri bugünden yüzde yüz devrimci ve kapitalizm karşıtı bir tutumları olmayacağı için, işçi sınıfının özyönetimli bir toplumu nasıl kurabileceğine dair bir görüşü olan otorite karşıtı eylemciler için ayrı bir örgüt kurmanın zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bir başka deyişle sınıf içindeki eşitsiz bilincin bugünkü anlamı, kapitalizmi özyönetimci bir toplumla değiştirme ihtiyacını ve olanağını görenlerin azınlık oluşudur.

Otorite karşıtı eylemcilerin, işçi sınıfı içindeki “fikirsel tartışmalarda galip gelmek”, savunduğumuz alternatif daha açık ve gözle görülür hale getirebilmek için ve toplumsal hareketlerdeki etkimizi arttırmak için kendilerinin örgütlenmesinin zorunluluk olduğu konusunda WSM ile hem fikiriz. Söylediğimiz gibi: “otorite karşıtı eylemcilerin oluşturacağı bir örgüt, sendikalar gibi acil mücadelelere odaklanmaya meyilli ve genel olarak farklı görüşlerden insanları bir araya getiren kitle örgütlerinde pek bulamayacağımız kapsamlı bir kapitalizm karşıtı vizyonu sunacaktır.” (İşçi Dayanışma Birliği hakkında Sıkça Sorulan Sorular)[8]

Etraflarında gördükleri kapitalizmden başka bir düzenin kurulabileceği bir geleceğin mümkün olduğuna pek az işçinin inanıyor olması bugünkü düzene karşı olan direnişin altını oyuyor. Özyönetimli topluma, bugün varolan çeşitli tahakküm biçimlerinin ötesindeki bir topluma dair inandırıcı ve güven verici bir vizyon ve o toplumu kurma yoluna dair bir strateji inancı ve eylemi tetikleyebilmesi açısından önemlidir. Bugün varolanın ötesinde bir gelecek tasarlayabilme, bunu başka insanlara aktarabilme ve bunu gerçekleştirmek için gerçek yaşamda bir yol gösterebilme kapasitesi, en önemli liderlik özelliklerinden biridir. Bu devrimci bir azınlığın önerebileceği türden bir “liderliktir”.

Otorite karşıtı militanların oluşturduğu disiplinli ve demokratik bir örgütün devrim için sendikalist bir stratejinin savunucuları olmamaları için hiçbir sebep yoktur. MacSimon sendikalizm ile devrimci politik örgüt arasında bir çelişki olduğunu düşünmekte hatalıdır. Leninistler devrimci ve kapitalizm karşıtı görüşlere sahip azınlığın – “öncünün”-, kendisini toplumsal değişim hareketinin yönetim hiyerarşisi olarak kabul ettirmek için, hareketler içinde iktidarı ele geçirmek üzere örgütlemesi gerektiğine inanırlar. Bu örgütün amacı bir toplumsal kriz döneminde kitle hareketini kullanarak devlet iktidarını ele geçirmektir. Bundan sonraki amacı devlet hiyerarşisini kullanarak yukarıdan aşağıya programını uygulamak için devlet gücünü kullanmaktır. Bu anlayış uyarınca “öncü parti” ve emekçi kitleler arasında kurulan ilişki, özünde bir teknik-yönetici sınıf iktidarı ilişkisidir. Marksist Leninist devrimlerin teknik-yönetimci bir üretim biçimi kurmuş olmaları tesadüf değildir.

Bize göre, anti-otoriter militan azınlığın rolü kendi kendini yöneten kitle örgütlenmelerinin örgütlenmesine yardımcı olmak ve sıradan işçiler arasında liderlik yeteneklerinin ve inisiyatifin gelişimine destek olmaktır. Hedefimiz hareket üzerinde kendi iktidarımızı inşa etmek için hareketteki uzmanlığı ve karar almayı tekelleştirmek değil hareketlerdeki hiyerarşik eğilimlere karşı mücadele etmektir. Uzun dönemli amaç devrimci azınlığın sınıf adına “iktidarı ele geçirmesi” değil, yönettikleri kitlesel özyönetim kurumları yoluyla kitlelerin kendilerinin iktidarı ele geçirmeleridir. Sınıf devrime doğru ilerlerken ve kendisini bir karşı-hegemonik güç olma yönünde geliştirirken, daha da fazla sayıda işçi sürecin etkin faktörleri olma kapasitesi ve iradesini geliştirirken “öncü” ve kitle arasındaki ayrım ortadan kalkma yönünde ilerlemelidir. V. Politik İktidar

İşçi sınıfı çeşitli kitle örgütleri yoluyla toplum üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırır ve ekonomik düzen ile toplumun kurallarını yeniden şekillendirirken, bu süreci toplumun bir bütün olarak kendisini doğrudan yönettiği bir tabana dayalı bir yapı yaratmadan tamamlayamaz. Toplum temel kuralları koyacak ve onların uygulanmasını garanti altına alacak, anlaşmazlıklara hakemlik edecek ve herhangi bir silahlı saldırıya karşı koyacak kurumlara ihtiyaç duyar. Toplumun temel kuralları koyduğu, uyguladığı ve kendini yönettiği her türden yapıya ben siyasa (polity) adını veriyorum.

Devlet bir siyasa türüdür ama olanaklı olan tek siyasa biçimi değildir. Devlet özel şirketlere benzer bir emir komuta zinciri hiyerarşisi biçiminde örgütlenmiştir. Devlet kurallarını uygulatmak için emri altında hiyerarşik olarak kontrol edilen silahlı insan gruplarına sahiptir. Bu hiyerarşik yapı devleti kitlelerin gerçek kontrolünden uzak tutar. Devletin egemen sınıfların çıkarlarını koruma ve geliştirme rolünü icra edebilmesi açısından bu uzak tutma devlet için zorunludur.

Devletin bu rolü, sınıflı toplumun geçirdiği pek çok değişimler boyunca onun yeniden yaratılmasının sebebini açıklar. Ekonomik ve toplumsal özyönetime dayalı bir toplum kendisini korumak için uygun türden bir siyasaya ihtiyaç duyar. Böyle bir siyasa doğrudan ve katılımcı demokrasiye dayanmak zorundadır. İşçi sınıfının toplumu yeniden kurması ve kitlelerin doğrudan iktidarı kazanmaları için politik iktidarı ele geçirilmek zorundadır. Bu yüzden bir işçi sınıfı devriminin başarılı olması için, devletin dağıtılmasının ve toplumun kendi kendisini doğrudan yönetiminin yeni kurumlarının yaratılmasının zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Kitlelerin toplumu kontrol edebilmesinin ve devrimi koruyabilmesinin başka bir yolu var mı?

“İktidarı almak” kavramını Marksistlerin kullandığı doğru. Fakat Marksist kavramın genelde ifade ettiği şey politik parti liderlerinin devletin kontrolünü ele almaları anlamına gelir. Bu yöntemi reddetmemiz, bizi kitlelerin politik iktidarı tabana dayalı kendi kurumlarıyla ele geçirmeleri alternatifine karşı körleştirmemeli. MacSimon’a göre sendikalist strateji “devrimin esas unsurunun işçilerin tarlaları ve fabrikaları ele geçirmesi olduğunu iddia ettiği için apolitiktir. Bunun ardından devletin ve egemen sınıfın tüm diğer kurumlarının yıkılıp gideceğine inanır. İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesinin zorunluluğunu kabul etmez.”

Sendikalizmin politik örgütün ya da devrimci süreç içerisinde politik iktidarın kitleler tarafından ele geçirilmesine karşı olduğunu düşünmüyorum. Tarihçi Richard Hyman geleneksel sendikalizmin daha farklı bir tanımını öneri. Sendikalizm “kendiliğinden özeylemliliğe, yerel özerkliğe ve partilerden bağımsızlığa vurgu yapar. Bu bağımsızlık politik hedeflerin reddedilmesi anlamına gelmez. Sendikalizmin pek çok ülkede görülen ‘politik olmayan’ birlikçilikten[9] farkı budur. Bunun tersine devrimci sendikalizm, doğrudan eylemin isyancı potansiyeline güveni, sosyalizmin devletçi versiyonlarına düşmanlığı ve politikacıların hileleri ve ortayolculuklarının militan sendikacıların devrimci şevkine ihanet edeceği düşüncesini temsil eder.” (Richard Hyman, Understanding European Trade Unionism[10], p.23)

Politik partileri, seçimlere girmeyi ve devletin kontrolünü hedeflemeyi reddetmek; devletin yerine bir siyasanın, toplumun tümünü kapsayan bir idarenin geçirilmesinin gereksiz olduğunu söylemek anlamına gelmez. Ancak “apolitiklik” kimi insanlar tarafından MacSimon’un eleştirdiği biçimiyle ele alınmıştır (yazının sonraki bölümüne bakınız). Ben basitçe geleneksel sendikacılığı taklit etmemiz gerektiğini iddia etmiyorum, geçmişin hatalarından dersler çıkarmalıyız. Ancak bunu yapabilmek için de geçmişte ne olduğunu doğru bir şekilde bilmemiz gerekir. WSM ile uzlaştığımız nokta iktidara dair bir kafa karışıklığının İspanya devriminin yenilmesinde önemli bir rol oynadığıdır. Ben bu kafa karışıklığının kökünün geleneksel anarşizmde olduğunu düşünüyorum. Anarşistler çoğu zaman, tahakkümden özgürleşmenin yeni bir politik iktidar yapısını gerektirdiğini görmekte pek tutarlı olamamışlardır. Kimi zaman anarşistler toplumun tümünü kapsayan hiçbir öz-idare ya da öz-yönetim kurumunun bulunmadığı bir toplumun var olabileceği fikrini ileri sürerler (Örneğin, Michael Taylor, Community, Anarchy, and Liberty[11]).

VI. İspanya Yenilgisi

MacSimon İspanya örneğini ele alıyor, bu örneğe biz de bir göz atalım. Temmuz 1936’da sendikalist CNT sendikalar federasyonunda örgütlü işçiler (polisin de ortaya koyduğu ciddi bir destek ile) Barselona’nın sokaklarında İspanya Ordusu’nu yenilgiye uğrattılar. Bu zaferi izleyen haftalarda kendi öz-yönetimli sendika ordularını kurdular ve üretim araçlarının kontrolünü devraldılar. Katalonya’daki bölgesel hükümeti devirerek devrimi sağlamlaştırdılar. Barselona’daki sokak savaşının bitiminden sonra 21 Temmuz’da CNT’nin bölge sekreteri Mariano Vazquez ne yapılacağına karar vermek için bir sendika konferansı çağrısı yaptı. Anlaşılan o ki, Vazquez İspanya hükümeti il başkanı Luis Companys’in İspanya ordusuna karşı savaşan tüm milisleri koordine etmek için bir “Anti-faşist Milisler Merkez Komitesi” kurulması önerisini kabul etme eğiliminde idi. Böyle bir hareket hükümetin varlığının sürdürülmesini kabul etmek demekti.

CNT içindeki devrimci anarşistler çoğu zaman idari pozisyonlar için yapılan seçimlere katılmazlardı. Tutumları şu yöndeydi: öyle bir sendika kurmuşlardı ki temel karar alma organları kitlesel meclislerdi, bu durumda idari görevlerde kimin olduğu ne fark ederdi? Ancak bu hatalı bir tutumdur, çünkü idare kritik bir durumda karar alma mekanizmasını çarpıtabilir. Bu örnekte olan tam da budur.

İyi tanınan anarşist militanlar bölge sekreteri koltuğunu istemedikleri için bu görev Federica Montseny tarafından önerilern Mariona Vazquez’e veridi. Montseny bir yazardı, babası Juan Montseny büyük bir yayınevi kooperatifi olan Ediciones Revista Blanca’yı kurmuştu. Hem Federica hem de CNT’nin kilit Temmuz toplantısının bir başka katılımcısı Sinesio Garcia (Abad Diego de Santillan takma ismini kullanırdı yazılarında) bu yayınevinde çalışmaktaydılar. Stuart Christie, Vazquez’in Montseny’i çevresinden yakın arkadaşlarını toplantıya davet ettiğini, böylece bu bağımsız entelektüellerin Company’nin önerisine nasıl cevap verileceğine dair toplantıda gereğinden fazla temsil hakkı kazanmış olduklarını iddia eder. Juan Garcia Oliver anılarında Montseny ve onun çevresini “sendikalizm karşıtı anarşistler” olarak nitelendirir (Stuart Christie, We, the Anarchists[12], p. 104)

O toplantıda CNT içindeki bazı sendikalistler “o ana dek hiç bu kadar umut verici olmamış bu ortamda toplumsal devrimi ilerletmeyi” savundular. Juan Garcia Oliver’in ve Bajo Llobregat’tan (Barselona’nın güneyindeki mavi-yakalı sanayi bölgesi) gelen delegasyonun da dahil olduğu bu grup bölgesel hükümeti, yeni toplumsal düzeni savunmak ve birleşik bir emekçi milisini idare etmek için, bölgedeki tüm sendikalara karşı sorumlu olacak bir bölgesel Savunma Konseyi ile değiştirmeyi önerdi. Önerdikleri şey açıktır ki, emekçi sınıf tarafından kontrol edilen yeni bir siyasanın temelini atmak idi. CNT’nin özgürlükçü komünist programını uygulamaya koymak için bir fırsat yaratılmış olduğunu düşünüyorlardı.

Bu program CNT tarafından sadece iki ay önce Zaragoza Kongresi’nde kabul edilmişti. Bu programda öz-yönetimli bir toplumun temel yapı taşları olarak, emekçilerin işyerlerindeki birliklerinin – emekçi konseyleri-, mahalle meclislerinin ve bunların şehirlerdeki, bölgelerdeki ve nihayet tüm ülke çapındaki federasyonlarının kurulmasını ortaya koyuyordu. Mahalle meclisleri tüketicilerin isteklerini bildirmelerinin mekanizması olacak ve sanayiler sınai federasyonları tarafından yönetilecekti. Bölgesel ve ulusal düzeyde yapılacak tabandan gelenlerin katıldığı kongreler temel kuralları koyacaktı.

Toplum-çapında kurallar koyan, özel bir ekonomik yapıyı empoze eden ve bu toplumun düzenini savunmak için silahlı bir milis kuran bir çerçeve açıktır ki bir siyasadır. Bu politik ve ekonomik yapıyı kurmak demek kitlelerinin toplumdaki iktidarı ele almaları demektir. Barselona’da Temmuz 1936’da CNT içindeki tartışmalarda Federica Montseny ve onun yakın çevresi, varolan hükümetin bir savunma konseyi ile değiştirilmesine bunun bir “anarşist diktatörlük” olacağı gerekçesiyle karşı çıktılar ve ne yazık ki o tartışmada galip geldiler. Montseny çevresinin “iktidar karşıtlığının” kökü geleneksel anarşizmin derinliklerinde yatar. Katalonya’daki işçilerin çoğunluğunun CNT’ye üye idi ve bir Savunma Konseyi diğer sendikalara da temsil hakkı verecekti. Bu düzen nasıl bir “diktatörlük” olarak adlandırılabilir ki? Elbette ki patronlara kaderlerini zorla kabul ettireceğiz. Bir proleter devriminin yaptığı tam da budur. Emekçi sınıf, toplumun idaresini devralmadan, kendisini tahakkümden özgürleştiremez ve bunun anlamı “iktidarı almak”tır.

CNT’nin hükümeti devirmeme yönündeki kararının arkasındaki tek argüman bu değildir. Abad Diego de Santillan, Halk Cephesi hükümetinin İspanya’nın altın rezervlerinin bir bölümünü Katalonya’ya aktarması yolunda oyuna getirmek için, resmi hükümetin varlığını görünüşte sürdürmesine müsaade etmeleri gerektiğini, CNT’nin milis birliklerini güçlendirmek için bu altınlara kesin olarak ihtiyaç duyduğunu savunur. De Santillan’ın, İngiltere’nin kıyıya bir çıkarma yaparak müdahalede bulunma olasılığından korktuğu anlaşılıyor. Gerçekte De Santillan’ın tutumu safçadır. Madrid’deki liderler, Katalonya’daki hakimiyetin arkasındaki gerçek iktidarın anarşistler olduğunun farkındaydı ve altın talebini reddetti.

Anarşistler en büyük güce sahip oldukları Katalonya’nın sanayileşmiş bölgesinde, emekçi sınıfı devletten ayrı bir biçimde birleştiren bir tabana dayalı yapı kurmama hatasına düşerek, Cumhuriyetçi devlete teslimiyetlerini kaçınılmaz hale getirdiler. CNT üye kitlesinin büyük bir bölümü, faşist ordu ile girişilecek bir ölüm kalım mücadelesinde sosyalist sendikalarla birleşmekte ısrarcıydılar. Bu birleşme Halk Cephesi partilerinin savunduğu gibi Cumhuriyetçi devlet üzerinden liderlerin birliği şeklinde mi, yoksa yeni özyönetim kurumları üzerinden emekçilerin birliği şeklinde mi olacaktı? Katalonya’da hükümeti, emekçilerin politik iktidarını oluşturacak yeni kurumlarla değiştirmeme hatasına düşerek anarşistler kendilerini, Halk Cephesi stratejisini izleme yönündeki büyük baskıya karşı koyabilecekleri hiç bir yolun kalmadığı bir durumda buldular.

“İktidarı almak” mı yoksa Halk Cephesi hükümeti ile işbirliği yapmak mı tartışması Ağustos 1936’nın sonlarındaki anarko-sendikalist sendikalar Katalonya bölge toplantısında yeniden alevlendi. Juan Garcia Oliver burada yeniden bölge hükümetinin dağıtılması ve onun yerine politik partilerin temsil edilmeyecekleri işçi konseylerinin geçirilmesi fikrini ısrarla savundu. Sendikaların gelip kapılarına dayanan kaskatı bir durumdu, hükümet ile işbirliği mi, yoksa iktidarı almak mı? Bu tartışmayı inceleyen CNT tarihçilerinden biri durumu şöyle betimliyor: “eski apolitik geleneğe, ‘acracista’ (anti-iktidar) düşüncelere bir geri dönüş olduğuna şüphe yok. Bu geleneğin önermeleri yaşanan olaylar tarafından ezilip geçilmiş, boğulmuş olsa da, kimileri bunları ısrarla savunmaktaydı…” (A. Skirda, Facing the Enemy[13], s.157).

Peki savunma konseyi önerisinin, Bolşeviklerin Ekim 1917’de Rusya’da devlet iktidarına el komalarından farkı nedir? Rusya’da politik parti liderleri, kitlesel işyeri örgütlerine karşı doğrudan sorumlu olmayan bir hükümet kabinesini yönetmekteydiler. Yönetimleri altında yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir şekilde işleyen, sadece üstlerine karşı sorumlu olan bir ordu ve politik polis (Cheka) bulunmaktaydı. Pek çok sanayi işletmesini yönetmesi için kendi yöneticilerini atadılar. Öte yandan İspanya’daki Savunma Konseyi önerisi kitlesel işçi örgütlerine ve onların temsilci kurullarına karşı sorumlu olan bir organ yaratmayı hedeflemekteydi. Onun silahlı gücü sendikalar tarafından ve onlar için yaratılmış olan seçilmiş komite ve kurullar tarafından yönetilen özyönetimli bir işçi milisi olacak idi. Sanayi işletmeleri sendikalar tarafından ele geçirilmişti ve işçilerin kendilerinin yaratmış oldukları örgütler aracılığıyla özyönetimle idare edilmekteydiler. Ve hiçbir zaman Savunma Konseyi’nin ekonomiyi idare edeceği önerilmemişti.

Sonuçta sendika toplantısında temmuz ayında alınmış olan hükümeti devirmeme kararı CNT tarafından yeniden kabul edildi. 1936 yazındaki ulusal CNT konferansında, Katalonya’daki CNT hükümetle işbirliği yolunu sürdürürken, ulusal CNT İspanya’daki bölgesel hükümetler yerine bölgesel Savunma Konseyleri kurma düşüncesini kabul etti ve Halk Cephesi hükümetini CNT ve UGT temsilcilerinden oluşan bir Ulusal Savunma Konseyi ile değiştirmeyi önerdi. Anti-otoriter ilkeler ile tutarlı olması için Savunma Konseyi, yerel temsilcilerin tabanda yapılan kongrelerine karşı doğrudan sorumlu ve hesap verebilir olacaktı. UGT’nin başkanı Largo Caballero bu öneri reddetti. Buna rağmen CNT kırsal Aragon bölgesinde bir bölgesel Savunma Konseyi kurdu. Ancak CNT devrimin en güçlü olduğu Katalonya’da bölgesel bir işçi konseyi kurmayarak, pazarlık gücünü önemli ölçüde azaltmış oldu. Eğer Katalonya’daki hükümeti devirmiş olsalardı, bu durum sosyalist UGT üzerinde tüm İspanya’da benzer bir strateji izlemek yönünde muazzam bir baskı oluşturacaktı. Buna kanıt olarak Şubat 1937’de Stalinistlerin iktidarı ele geçirme hamlelerine karşı Caballero’nun CNT-UGT Ulusal Savunma Konseyi fikrini uygulamaya yaklaşmış olması verilebilir.

Daha sonra İç Savaş döneminde, Durriti’nin Dostları grubu bir Ulusal Savunma Konseyi çağrısını yeniden canlandırdılar. WSM Durriti’nin Dostları’nın savunduğu şeyi, daha önce öne sürülenlerden bütünüyle farklı, “geçmişin hatalarından öğrenilen” bir şeymiş gibi gösteriyor. Ancak göstermeye çalıştığım gibi Durriti’nin Doslarının çağrısı orijinal sendikalist ilke ve hedeflerine geri dönmeye yönelik bir çağrı idi. Juan Garcia-Oliver ve Bajo Llobregat’ın CNT’sinin Temmuz 1936’da öne sürmüş olduğu perspektifi yeniden canlandırmaktaydılar.

MacSimoin geçmişin hatalarından dersler çıkarmamız gerektiğini söylerken elbette ki haklıdır. Geleneksel anarşizm ve sendikalizm bize tam olarak rehberlik edebilecek nitelikte değildir; aşmamız gereken sınırlar içermektedirler. Katalonya’nın emekçi sınıfının kitle örgütleri tarafından iktidarın alınmasının bir diktatörlük kuracağı fikri buna bir örnektir.

Ancak sendikalizmden öğrenmemiz gereken şey onun özünü oluşturan, işçi sınıfının bu toplumun içinde kendi gücünü, iktidarını geliştirmek ve toplumun kontrolü konusunda patronlara meydan okuyabilmek için kendi özyönetimli kitle örgütlerini geliştirmek zorunda olduğu öngörüsüdür. Kitlelerin doğrudan yetkilendirildikleri, kontrolü doğrudan ele aldıkları bir toplum kurmak için, bu özyönetim süreci kapitalizm içindeki mücadelelerde ortaya çıkmalı, başlatılmalı ve bu mücadelelerdeki yeri sağlamlaştırılmalıdır. Sınıfsız bir toplum sadece emekçi insanların doğrudan kendi emekleri sonucunda oluşturulabilir ve bunun için gerekli olan emekçilerin kendi özyönetimli hareketlerini geliştirmeleridir.

V. Sonuç

WSM ile anti-otoriter militanların “işçi sınıfı içindeki tartışmalarda galip gelebilmek” için kitle örgütlerinden ayrıca örgütlenmelerinin zorunlu olduğu konusunda hemfikiriz. WSA’nın kendisi böyle bir politik örgüttür. Sendikaların toplumsal değişim için tek başlarına yeterli olduğunu savunan kimi sendikalistlerle hemfikir değiliz. Öte yandan WSM “fikirlerin” önemini gereğinden fazla vurgulayarak, kolektif eylemin, dayanışmanın yaygınlaştırılmasının ve özörgütlenmenin işçi sınıfı bilincinin oluşumundaki önemlerini küçümsemektedir. WSM ile MacSimoin’un tanımladığı biçimiyle “apolitiklik”i reddetmek konusunda anlaşsak da, sendikalizmin bu anlamıyla “apolitik” olmak zorunda olmadığını düşünüyoruz.

İkincisi, WSM ile CNT’nin Katalonya’daki hükümeti, bunu yapabilme olanağı varken, devirmeme hatasının devrimin yenilgiye uğramasındaki temel bir etken olduğu konusunda anlaşıyorum. Ancak bu hatanın sendikalizmin özünden kaynaklandığı fikrinde değilim. Bu hatanın kaynağını geleneksel anarşizmin politik iktidara ilişkin kafa karışıklığından aldığını söylemek daha doğru olacaktır.

Katalonya CNT’sinin hükümeti devirmeme hatasının kökünde kısmen kimi “iktidar-karşıtı” entelektüel anarşistlerin etkisi olduğu kadar hazırlıksızlık da vardır, iki ay önceki Zaragosa Kongresi’nde sendikaları birleştirmek için bölgesel Savunma Konseyleri kurulması ihtiyacını göremediler ve buna uygun hazırlık yapmadılar. İspanya hareketinde iktidarı almanın öneminin farkında olan sendikalistler bulunmaktaydı.

Üçüncüsü, her ne kadar sendika bürokrasisi kolektifi eylemin önüne geçtiği için sınıf bilincinin gelişmesinde şu ana kadar bir engel işlevi görmüş olsa da, sendikalizm bilincin gelişmemesindeki tek faktörün bu olmadığını savunur. Bir başka faktör de Amerikan işi hareketinin sektörcü yaklaşımıdır – her sendikanın dar bir şekilde kendi çalışma koşulları ile ilgilenme ve işçi sınıfını genel olarak etkileyen toplumsal meselelerle uğraşmak için daha geniş bir ittifak ve program arayışı içinde olmama eğilimi. Ayrıca başka bir faktör ırkçılıktır. Kapitalizm karşıtı görünür bir politik kültürün – alternatif düşüncelerin- yokluğu da açıklamanın bir parçasını oluşturmaktadır.

Dördüncüsü, WSM ile “işçileri kapitalizme bağlayan” fikirlerin sorunun önemli bir parçasını oluşturduğu konusunda ortak düşünüyoruz, ancak işçilerin neden “kendilerini kapitalizme bağlayan” düşüncelere sahip oldukları sorusu cevaplanması gereken bir sorudur. MacSimoin bu olguya uygun bir açıklama getirmemekte.

Notlar:

[1] ç.n. kendi başına çalışan muhasebeci, doktor, avukat gibi iş sahipleri – self-employed
[2] Sam Dolgoff, Bakunin, Kaos Yayınları, 340. (ç.n. birkaç kelimeyi bu metindeki orijinal hale göre değiştirdim. Bu metindeki orijinal alıntı şuradan yapılmıştır: Paul Avrich, The Russian Anarchists, p. 93)
[4] ç.n. patriyarka: ataerkil düzen
[5] ç.n. Service Employees International Union – Hizmet Sektörü Çalışanları Uluslararası Sendikası
[6] Türkiye’deki Türk-İş’in konum ve işlevine denk düşen, ABD’nin en büyük sendika konfederasyonu
[7] Turin Libertarian Group
[8] Frequently Asked Questions about Workers Solidarity Alliance http://www.workersolidarity.org/faq.html
[9] Sendikacılık olarak çevirdiğim yerlerde yazarın kullandığı kelime ‘syndicalism’dir. Burada ‘birlikçilik’ olarak çevirdiğim, yazar tarafından kullanılan kelime ‘unionism’dir. Tarihsel olarak ‘syndicalism’, ‘unionism’e göre daha radikal ve politik bir işçi örgütlenmesi hattını ifade etmek için kullanılagelmiştir. Ancak ‘union’ ve ‘syndicate’ kelimeleri arasındaki nüansın Türkçede karşılığı yok; ikisi de geleneksel olarak sendika olarak çevrilmekte. ç.n.
[10] Richard Hyman, Understanding European Trade Unionism, p. 23.
[11] For example, Michael Taylor, Community, Anarchy, and Liberty.
[12] Stuart Christie, We, the Anarchists, p. 104
[13] Quoted in A. Skirda, Facing the Enemy, p. 157.

İngilizce Orijinali:
http://www.workersolidarity.org/revolutionandsyndicalism.html

Tom Wetzel’e Cevap

Alan MacSimoin – WSM

Sanırım bu makalenin on yıl evvel yazıldığını söylemekle başlamalıyım, verilen örneklerin 1994 daha öteye geçmemelerinin sebebi bu. Daha önemlisi Tom ile konumlarımız arasında büyük bir ortaklık olduğu konusunda hemfikirim. Ortak bir hedefe sahibiz, farklılıklarımız o hedefe nasıl ulaşacağımıza dair dostça farklılıklar.

Üçüncü bir Sınıf?

İki temel sınıf mı, yoksa üç temel sınıf mı var? Eğer (işçi sınıfının yönetici kesimi değil de) ayrı bir teknik-yönetici sınıf varsa, onların kendilerine özgü sınıf çıkarları nedir? Ve daha önemlisi bunun kitle örgütlerimiz, mahallelerimiz ve politik örgütlerimizdeki günlük pratiklerimizde yarattığı etki nedir? En nihayetinde Enron’un yağmalanması kapitalizmin başlangıcından beri olagelmiş uzun bir dolandırıcılıklar listesinin son halkasından öte bir şey değil. Kapitalizm içindeki ve kapitalistler arasındaki çatışmalar yeni bir şey değil. Nitekim patron sınıfının ortak çıkarına en uygun olanı bir tür yürütme komitesi olarak bulup, çatışan patronlar arasında uzlaşma sağlaması için devlete ihtiyacı var. Patronlara bireysel olarak bırakılsa, her bir patron ekonomik ve politik istikrarı koruma kaygısı olmaksızın, kendisini diğer patronların zararları pahasına zenginleştirmeye çabalar ve kapitalizm bütünüyle dizginsizleşmiş “haydut baron” kapitalizme geri döner.

Stalinist rejimlerde (Rusya, Çin, Kuzey Kore, vb.) kapitalist sınıf feodalizme karşı mücadelesini ve ekonomiyi modernleştirme sürecini tamamlayamayacak kadar zayıftı, bu yüzden “modernleşmeciler” bu işi yapmak için devlet aygıtını kullandılar. Bu ülkelerde devlet kapitalizminin uygulandığı bir ekonomi inşa edildi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında bağımsızlığını kazanan ülkelerden bazılarında (pek çok Afrika ülkesinde) aynı süreci görüyoruz. Ancak buralarda devlet kapitalizmi kurulmadı, bunun yerine gerçekleşen “normal” kapitalist sömürünün gelişimi için en temel düzeyde bir altyapının kurulması ve yerli bir patron sınıfının büyümesi oldu.

Bu ekonomileri ortak[1] mülkiyete dayalı olarak görmek pek doğru bir yaklaşım değildir. Bunu diyebilmek için devlet mülkiyeti ile ortak mülkiyetin aynı şey olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu ikisinin aynı olduğunu iddia edebilmek için, devletin toplumun büyük bir çoğunluğunun çıkarlarını temsil edebilecek kapasitede bir yapı olduğu kabul edilmelidir.

Ancak eminim ki Tom’un kastettiği şey, bireysel mülkiyetin Stalinist ekonomilerin temelini oluşturmadığıdır. Tom bu konuda haklı, peki ama kapitalistler ortaklaşa bir şekilde, devlet yoluyla sahip olamaz ve kontrol edemezler mi? Bugün İrlanda’da durum elektrik tedariki, posta, demiryolları, ulusal havayolları, su tedariki gibi sektörlerde hala bu.

Devrim niye hala olmadı?

Tom İşçi Dayanışma Hareketi’nin, sınıfımızın devrime doğru harekete geçememesinin sebebinin sınıfımızı kapitalizme bağlayan fikirlerin varlığı olduğunu iddia ettiğini söylüyor. Ancak işçi sınıfının devrimcileşmemesinin altında yatan nedenin anarşist düşüncelerle buluşmamış, onları keşfetmemiş olması olduğunu öne sürdüğümüzü ve bunun da yetersiz bir açıklama olduğunu söylerken perspektifimizi yanlış anlamış oluyor. Getirdiğimizi varsaydığı açıklamanın yetersiz olduğu konusunda son derece haklı. Fikirler ancak insanlar onları eyleme geçirecek kadar kendilerine güvendiklerinde gerçeklik kazanırlar. WSM’nin insanları kazanılabilir hedefler için (bu zaferlerin pek çoğunun çok küçük olacağına bakmaksızın) mücadele etmeye çekme çabasına yaptığı vurgunun altında yatan tam da bu düşünce. Emekçi insanları, ‘iyi şeylerin gerçekleşmesi’ için bir takım dış güçlere güvenmek yerine, kendi çıkarları için kendilerinin harekete geçebilecekleri hissini yaratacak deneyimlerin önemi konusunda İDA ile ortaklaştığımızı düşünüyorum.

Kendi kitle örgütlerimizi yaratmak

Kendi özyönetimli kitle örgütlerimize ihtiyacımız olduğu konusunda Tom ile hemfikirim. WSM üyelerinin bulundukları sendikalar içinde tabandan kurulan ağlar (örn. SIPTU[2] Karşıkoy, Öğretmenler Eylem Grubu, vb.) yaratılmasında öncü olmalarının sebebi bu.

Kimi ülkelerde kültür, kanunlar ya da gelenekler radikal bir muhalif sendikanın kurulmasını olanaksız kılar. Şu anda İrlanda’da böyle bir işe girişmek gerçekçi olmazdı. Her şey bir yana, ülkemizdeki yasalar, resmi olmayan sendikaların üyelerini, patronları tarafından sendikal eylem sonucunda oluşan maddi zararlardan ötürü dava edilmekten korumuyor. Bunun iyi bir örneği, İrlanda’nın tren makinistlerinin neredeyse yarısının, kendilerini o ana kadar temsil eden iki sendikadan ayrılıp, kendi sendikalarını (the Irish Locomotive Drivers Association – ILDA) kurduklarında başlarına gelenler. Şirket kendilerini tanımayı reddedince başlattıkları grevden sonra, şirketin grev sonucu oluşan gelir kaybından ötürü bireysel olarak dava edilmekle tehdit edildiler. Eğer yaygın bir dayanışma eylemi devleti geri adım atmaya mecbur etseydi, muhteşem bir şey olacaktı. Ne yazık ki, kendi güven yoktu. Başka makinistler ve bazı otobüs şoförleri eylemliliğe katıldı, ama destek yeterli sayıdan çok uzak kaldı. ILDA ancak başka bir sendikanın bu işçilere üyelik vermesi (ve böylece masaya oturma yetkisi güvencesinin kazanılması) sayesinde ayakta kalabildi.

Küçük “devrimci” bir sendika kurmanın mı, geleneksel sendikalardaki geniş işçi kitlesi ile aynı yerde bulunmanın mı daha devrimci bir tavır olduğu tartışması bizim için de önemli bir tartışmadır. Tercihimiz katıldıkları toplantılara katılarak ve oralarda konuşarak onları etkileyebilme şansını elde etmek için iş arkadaşlarımızın bulundukları yerlerde olmaktır. Bu sonsuza kadar bulunduğumuz sendikalarımızda kalacağımız anlamına gelmez. Kastettiğimiz, devrimci ve militan azınlığı geri kalan kitleden ayrı bir sendika kurmak üzere ayırmanın iyi bir fikir olmadığıdır. Yeni bir örgüt kurma çabasına girişmek için, önemli sayıda insanı bir araya getirme şansımızın yüksek olduğu bir duruma gelmek istiyoruz. Aksi takdirde militan azınlığın kendi kendisini izole etmesine sebep oluruz.

Örgütsüzlerin örgütlenmesi konusunda daha farklı yöntemler mümkündür. Üyelerimizden biri Bağımsız İşçiler Sendikası’nda. Bu Cork şehrinde kurulmuş, ev hizmetçilerini, güvenlik görevlilerini, vb. örgütlemeye çalışan yeni bir radikal sendika. Yine de üyelerine kimi yasal faydalar sağlayabiliyor, çünkü geçmişten gelen yasal bir dayanakları var. Ancak, üyelerine gerçek bir fayda sağlayabilmek ve daha fazla işçiyi kendine çekebilmesi için BİS’nın yeterli yerde tanınmaya ihtiyacı var. Bunu yapıp yapamayacağını zaman gösterecek, bizler her halükarda çabalarının destekçiyiz. Ayrıca, politik görüşleri ne olursa olsun tüm işçileri örgütlemeyi hedefleyen bir yapı olan her hangi bir sendikanın, bugünkü gibi devrimci görüşlerin hiç de yaygın olmadığı bir durumda bundan daha ileri gidemeyeceğini düşünüyoruz. Tarihsel olarak pek çok işçinin sendikalist sendikalara katıldıkları dönemler olmuştur, bunun ardında yatan neden anarşist olmaları değil, sendikalist sendikanın en militan olan dolayısıyla en iyi sonuçları alan sendika olmasıydı.

Bu tartışmadaki esas nokta sendikaların devrimci örgütler haline gelip gelemeyecekleri ya da sendika mücadelesinin özgüvenin ve bilincin gelişmesinin bir aracı olup olamayacağı sorusu. Sendikaların devrimci örgütler haline gelemeyeceklerini düşünüyoruz; bu amaçla kurulan örgütler değiller çünkü. Ancak geleceğin işçi konseylerinin embriyosu, sendika mücadelesinin içinden doğacaktır. Yeni koşullara uygun yeni bir örgütlenme biçimi, kapitalizmi yıkmak için değil, onun içinde pazarlıkla daha fazla şey elde etmek için geliştirilmiş eski örgüt biçimlerinden doğacaktır.

İşçilerin kendi sınıf çıkarlarını savunmak için (herhangi bir aracı kişi ya da grup, ya da “her şeyi bilen liderler” olmaksızın) kendi taban örgütlerini kurdukları her yerde, bunun nüvelerini görebiliriz. Tom’un söylediği gibi “sınıfsız bir toplum sadece emekçi insanların doğrudan kendi emekleri sonucunda oluşturulabilir ve bunun için gerekli olan emekçilerin kendi özyönetimli hareketlerini geliştirmeleridir”. Bu konuda tamamen anlaşıyoruz, farklı olduğumuz nokta basitçe bunu en iyi yoldan nasıl başaracağımız ve onu ilerletmek için hangi stratejiye emek harcayacağımızdır.

Notlar:

[1] ç.n. Bu kelimenin İngilizce metindeki karşılığı ‘public’. ‘public’ kelimesi genelde ‘kamu’ olarak tercüme edilir. Ancak ‘kamu’ dilimizde daha çok ‘devlete ilişkin’ gibi bir anlam taşırken, İngilizcede ‘halka ait’, ‘herkese ait’ gibi bir anlamı vardır. Yazarın burada kullandığı anlam bu olduğu için ‘ortak mülkiyet’ demeyi tercih ettim.
[2] SIPTU İrlanda’nın en büyük sendikası

İngilizce Orijinali:
http://www.workersolidarity.org/WSMreply.html

Cevaba Cevap

Tom Wetzel – WSA

Teknik-yönetici sınıf

Alan diyor ki, teknik-yönetici sınıfın “kendilerine özgü sınıf çıkarları nedir?”. Teknik-yönetici sınıfı kapitalist sınıftan şöyle ayırabiliriz: Bu sınıfın gücü ve hayattan beklentileri mülkiyet sahipliği üzerine değil, uzmanlığı ve ekonominin işleyişindeki karar almayı tekelleştirmeleri üzerine kuruludur. Kendi sınıfsal konumlarını mülkiyetin mirası yoluyla çocuklarına devredemezler. Bunun yerine, kendi çocukları için özel yaşam alanlarında iyi bir eğitim sistemini garantilemek, üniversite eğitimine girmelerini sağlamak ve iş aradıklarında onlar için çeşitli bağlantılar-torpiller bulmak gibi stratejilerle kendi sınıfsal konumlarını çocukları için yeniden üretirler. Kendilerine özgü sınıf çıkarları, uzmanlığın ve karar almanın görece tekelleşmesi üzerine kurulu hiyerarşik düzenin devamının garanti altına alınmasından yanadır. Teknik-yönetici sınıfın, daha fazla bilgisi ve diploması olan insanların daha fazla gelir ve iktidara sahip olma “hakları” olduğunu savunan meritokratik[1] ideolojiye eğilimli olmasının sebebi budur.

Teknik-yönetici sınıf 19. yüzyıl kapitalizminde daha embriyo halindeydi. Çünkü erken dönem kapitalizminin eğilimi el becerisine (zanaata) dayalı üretim teknolojilerini kullanma yönündeydi. Bu teknoloji zanaatkârların elindeydi ve zanaat geleneğine uygun olarak kuşaktan kuşağa geçiyordu. Bazı endüstrilerde bu 20. yüzyıla kadar sürdü. Örneğin benim büyükannem kadın şapkaları yapan bir zanaatkârdı. 1930’lu ve 40’lı yıllarda Los Angeles şehir merkezindeki elbise fabrikalarında çalışmıştı, ama esasında şapka yapım endüstrisinde bilinmesi gereken tüm yeteneklere sahipti. Şapkaların tasarımını yapabilirdi, işi nasıl örgütleyeceğini bilirdi, şapka yapım zanaatı ile ilgili bütün araç-gereçleri kullanabiliyordu ve aynı zamanda fiziksel yapım aşamasını da biliyordu. Tam anlamıyla bir zanaatkârdı.

20. yüzyıla gelene değin, zanaatsal üretim yöntemleri binlerce yıldır varlığını sürdürmüştü ve erken dönem kapitalizminde varlığını devam ettiren endüstrinin kapitalizm öncesi temellerini oluşturmuştu. 19. yüzyıl sonunda büyük şirketlerin ortaya çıkmasıyla, şirketlerde çalışma sürecini yeniden örgütlemeye ve meslekleri yeniden tanımlamaya dair sistematik bir gayret baş gösterdi. Bu yeni yönetim yaklaşımı, bu sistemin önemli teorisyenlerinden biri olan Frederick Taylor’un adını alarak “Taylorizm” olarak adlandırılmıştır. Taylorizmin temel fikri, kalifiye işçilerin yaptıkları işleri küçük parçalarına bölüp, daha az yetenek gerektiren birbirinden yalıtılmış işlerin yaratılmasıydı. Böylece bu görevler, daha az ücret alan birisi tarafından tekrarlanarak yapılan ayrı bir iş haline getirildi. Artık taşıyıcılar ve otomatikleştirilmiş araçlar benzeri makineler işleri planlamak için kullanılmaya başlandı, öyle ki fiziksel teçhizat işçilerin hızını ve hareketini kontrol eder hale geldi. İşin bu şekilde yeniden planlanmasının görünüşteki nedeni ücret maliyetlerini azaltmak ve verimliliği arttırmaktı, nitekim şirket yönetimi hissedarları bu yolla ikna etti. Ancak bu yeniden planlamanın daha önemli bir sonucu, iş yerindeki güç dengesini işçiler aleyhine yönetimden yana kaydırmasıydı. İşin örgütlenmesi ve üretim yöntemleri üzerindeki kontrol güçleri 19. yüzyıldaki zanaat işçilerinin pazarlık masasındaki önemli kozlarından biri olmuştu.

Bu kontrolün kırılması, yönetimin işçileri ezip daha fazla ürün alma ve ücretlerini düşürme kabiliyetini arttırdı, aynı zamanda yönetimin pozisyonunu da sağlamlaştırdı. Teknik-yönetim sınıfının sınıfsal çıkarlarından biri iktidardır. David Noble’un makine parçaları sanayisinin tarihini anlattığı yapıtında da gösterdiği gibi (David Noble, Üretim Güçleri: Sınaî Otomasyonun Toplumsal Tarihi[2]), yöneticiler ve mühendisler üretim yerindeki iktidarı kendileri lehine dönüştürecek tipteki yeni teknolojileri tercih etme eğilimindedirler. Verimlilik veya üretimin arttırılması, endüstride yapılan teknik tercihleri açıklamak için tek başına yeterli değildir. İşin yeniden örgütlenmesi aynı zamanda endüstrideki teknik değişimleri kimi kontrol ettiği konusunda da bir değişimi ifade eder. Yönetim, işçilerin yönetim teknolojileri üzerindeki kontrolünü ellerinden aldı ve bu kontrolü yönetimin yardımcısı konumundaki bilimsel, akademik eğitim görmüş mühendislerin ellerine verdi. Bu değişime karşı işçiler sessiz kalmamıştır. Bu sürecin 20. yüzyılın ilk dönemlerindeki başlangıcı, ABD’deki büyük bir emekçi isyanıyla ve üretimde işçi kontrolünü kendine açıkça şiar edinmiş olan IWW (Dünya Sanayi İşçileri) gibi sendikaların ortaya çıkışıyla çakışmaktadır.

Alan “patron sınıfından” bahsediyor ama gelişmiş kapitalizmde işçiler üzerindeki iktidarın kapitalist ve teknik-yönetici sınıf arasında paylaşılmasından bu yana, patron sınıfının tek başına varlığından söz edemeyiz. Dahası, bir “patron sınıfından” bahsetmek, tarihte doğrudan üreticiler üzerinde kurulmuş pek çok farklı egemenlik sistemlerinin bulunduğu gerçeğinin üzerini örtecektir. Fakat çeşitli patron sınıflarının sınıfsal iktidarlarının temelleri birbirinden farklı olmuştur. Feodal toprak ağaları, Romalı köle sahipleri, hükümet yöneticileri, ortak orta kademe yöneticiler ve kapitalistlerin hepsi “patrondur”, ama sınıf egemenliklerinin temeli farklıdır. “Patron sınıfından” bahsetmek bu farklılıkları gizleyecektir.

Teknik-yönetici sınıf ile kapitalistlerin mücadelesine bir örnek olarak Çalışanlar İçin Hisse Senetleri Yoluyla Şirket Ortaklığı Planları’nın (Employee Stock Ownership Plans ) oluşumunu gösterebiliriz. Bu planlar çoğunlukla idareci kesimi güçlendirme amacıyla yapılır; maaşlı idarecilere kapitalist mülkiyet sahibi gruplardan daha çok serbestlik tanır.

Bask ülkesindeki Mondragon kooperatiflerinin de benzer bir işlevi vardır. Sharin Kasmir’in gösterdiği gibi (Sharryn Kasmir, The Myth of Mondragon: Cooperatives, Politics, and Working-Class Life in a Basque Town – Sharryn Kasmir, Mondragon Efsanesi: Bir Bask Kasabasında Kooperatifler, Politikacılar ve Emekçi Sınıfın Yaşamı), Mondragon kooperatifleri kendi müdürleri ve profesyonel kadroları tarafından yönetilmektedir. Bir işçinin kooperatiflerin işleyişine dair yegâne katkısı yıllık toplantılarda boy gösterip oy vermektir. Eğer bir insan haftada 40 saat boyunca bir soba fabrikasında yerleri siliyor veya parça imalatı yapıyorsa, yıllık toplantılarda profesyonel kadroların sunduğu planlara ve finansal analizlere karşı çıkabilmek için gereken yetenek ve bilgiyi nasıl elde edecek? Mondragon kooperatiflerinde, idarenin planlarını değerlendirmek için işçilerin kendilerine dışarıdan yardımcı olabilecek danışmanlar kiralamalarını engelleyen bir kural vardır. Bu kural teknik-yönetici kadronun gücünü sağlamlaştırmak için tasarlanmıştır. Mondragon kooperatifleri, aslında işçileri yetkilendirme, onlara üretim üzerinde biraz olsun kontrol hakkı verme amacıyla gerçekleştirilmiş bir strateji değildir, Bask teknik-yönetici sınıfının ulusalcı bir yatırım stratejisidir. Çünkü kooperatif sahipliği, kapitalist bir mal sahibinin fabrikaları başka ülkelere taşımasını ve dışarıya sermaye kaçırmasını engeller.

Gelişmiş kapitalist sanayideki mevcut hiyerarşiye dair bir eleştiri geliştirebilmek ve bu hiyerarşiyi yok edip teknik-yönetici sınıfın gücünü çözebilecek bir strateji geliştirmenin önemini görebilmek için teknik-yöneticisınıfın varlığını tanımak gereklidir. Teknik-yönetici sınıfın iktidarı sürdükçe işçi sınıfı boyun eğen ve sömürülen bir sınıf olarak kalacaktır.

Devlet

Sözde “komünist” ülkelerin devlet mülkiyetindeki ekonomileri de bir çeşit teknik-yönetici üretim biçimleridir. Bu tip sistemlerden çıkarılabilecek en temel sonuç, teknik-yönetici sınıfın hakim bir sınıf haline gelme olasılığı olduğudur. Bence bu tip ekonomik sistemlere “Stalinist” göndermesi yapmak tam olarak doğru sayılmaz. Stalinizm, otoriter bir politik sistemdir. Merkezi planlamaya sahip Sovyetler ekonomisinin tepesinde demokratik parlamenter bir sistem olsaydı da, bu sistem yine hakim sınıfın teknik-yönetici sınıf olduğu, işçi sınıfının da boyun eğdirilen ve sömürülen sınıf olduğu bir sistem olacaktı.

Kapitalist ülkelerde devletin sahip olduğu büyük ekonomik yapılar – su işleri, posta hizmetleri, hükümet mülkiyetindeki elektrik şirketleri, hava kirliliği kontrolü bölge kuruluşları, vs.- doğrudan kapitalistler tarafından kontrol edilmez. Bu örgütlenmeler doğrudan teknik-yönetici sınıf kadroları tarafından kontrol edilirler ve aynı zamanda bu sınıfın belli bir kısmının sosyal demokratik stratejileri desteklemesinin nedeni de bu işletmelerdir. Bu oluşumlar çoğunlukla serbest pazarın hatalarını kotarmak için kurulur ve bazı kapitalist oluşumlar için bir pazar teşkil ederler; örnek olarak büyük inşaat holdingleri ve inşaat malzemeleri üreticilerini verebiliriz. Alan kapitalistlerin bu oluşumlara “ortaklaşa bir şekilde, devlet yoluyla” sahip olduklarını söylüyor. Bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Kapitalistlerin ortaklaşa bir şekilde sahip olduğu oluşumlar anonim şirketlerdir – yani özel kurumlardır. Kapitalistlerin devlet üzerindeki sahiplikleri daha karmaşıktır. Devlet üzerindeki hakim etki kapitalistlerdedir ama bu durum teknik-yönetici sınıfın çıkarlarına da hizmet etmektedir.

Dahası, devletin kolektif bir özel mülkiyet aracı olduğu fikriyle yola çıkmak, devlet mülkiyeti ile “hisse ortaklığına dayanan” konut gelişim alanları (gated communities[3] gibi) ve “yatırım geliştirme bölge kurulları” (Business Improvement Districts ç.n.) gibi hükümete ait iktidar alanlarının özelleştirilmesini birbirlerinden ayırt edilememesine neden olur.

Hisse ortaklığına dayanan konutlar (genelde teknik-yönetici sınıfa ve iş adamları/kadınları gruplarına mensup olan) hali vakti yerinde bir azınlığın, kendi güvenlik, çöp toplama gibi özel hizmetlerini kontrol edebilmelerini sağlar, böylece işçi sınıfına mensup toplulukların da yararlanması gereken asıl kamu hizmetlerine yaptıkları maddi desteğin de altını boşaltırlar. Yatırım geliştirme bölge kurulları, özel mülk sahipleri tarafından tipik bir şekilde kontrol edilen yatırım alanlarındaki oluşumlardır, özel güvenlik ve sokakların temizlenmesi gibi hizmetleri üstlenirler. Bu durum, bu alanlardaki baskın işletmeci sınıf unsurlarının bu tip devlet benzeri işlevleri daha doğrudan kontrol etmelerini sağlar. WSM’nin bir “patron sınıfının ortak özel mülkiyeti” şeklinde ifade ettiği devlet teorisi bu tip özel hükümetlerle devlet arasındaki farkı ayırt edemez.

Devletin toplumsal görevlerinden biri var olan ekonomik yapıyı beslemek ve korumaktır. Yine de WSA, Komünist Manifesto’da anlatılana zıt olarak devletin sadece hakim sınıfa ait bir “yürütme kurulu” olduğu fikrine karşıdır. Kendi meşruiyetini tesis edebilmek için, devletin kapitalistlere göre belirli bir özerkliğinin olması gerekir. Devlet, “tüm toplumu temsil ettiğine” dair bir görüntü oluşturabilmek zorundadır. Devlet eğer başarılı bir şekilde yönetilmezse, üst sınıfların hükmettiği bir sistemi koruma işlevini yerine getiremeyebilir.

Hükümet halkın baskısına bir tepki olarak, bazen kapitalist sınıfın çıkarlarıyla zıtlaşan şeyler yapabilir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ve ABD’de refah devletlerinin muazzam bir şekilde yayılması, önceki on yıl boyunca kapitalizmin neden olduğu büyük karışıklığa bir tepkiydi – Rusya ve İspanya devrimleri, 1. Dünya Savaşı sonrasında oluşan İtalya’da gerçekleşen devrime yakın olaylar; 1930’larda dünya kapitalizmi tarihinin en kötü krizi, 30’larda ve 40’larda ABD’de gerçekleşen genel grevler; fabrika işgalleri ve diğer kitlesel işçi mücadeleleri ve emperyalistler arası iki dünya savaşının kitlesel katliamı. Sistemin 50’li 60’lı yıllardaki gibi büyük karlar ürettiği sürece egemen sınıf bu imtiyazları sürdürmeye razıydı. Fakat 70’lerin ilk dönemlerinde ortaya çıkan kar kriziyle önde gelen kapitalist çevreler sağ kanat ‘tink-tank’leri[4] ve planlı karşı saldırılar gerçekleştirecek politikacıları finanse etmeye başladılar. Bu hareketin kaynağı özel sektördü, yani devlet dışıydı. Bu hareketin politik zaferi, özelleştirmeye ve pazarın büyümesine yaptığı vurgularla dünya çapında mevcut neo-liberal rejimin yaratılmasının önünü açtı.

Aslında, devlet üzerinde sürekli devam eden bir mücadele vardır, devletin ne yapacağına dair bir mücadele. Çeşitli hareketler, devletten belli taleplerde bulunabiliyorlar, nasıl ki sendikalar özel işverenlerden çeşitli taleplerde bulunuyorlarsa. Hükümet işçilerin tüketimlerini arttıran bir takım imtiyazlar sağlar. Karşılanabilir konut sübvansiyonları, kira kontrolleri, işsizlik ödenekleri, sağlık güvencesi, toplu taşıma ücreti sübvansiyonu gibi şeyler bu imtiyazlara dâhildir. Asgari ücretin ne kadar olacağına dair bir sınıf mücadelesi sürmektedir.

Hükümeti kimin yönettiği bazen gerçekten de emekçi halkın yaşamını etkiler. Durum böyle olduğunda, emekçi halkın bir politikacıya değil de öbürüne oy vermek için geçerli nedenleri olabilir. Oy vermek, özel şirketlerle olan ilişkimizde mümkün olmayan bir şeyi, hükümetin yapacağı şeyi etkileyebilmemizin olanağını bazen verir. Özel şirketleri ise asla etkileyemeyiz. Bu durum özellikle reform talebinde bulunan toplumsal hareketlerin var olduğu durumlarda geçerlidir. İşte bu nedenle ben her koşulda boş oy verilmesini savunanlardan değilim. IWW[5]’den “Koca Bill” Haywood, Sosyalist Parti ABD’nin belirli şehirlerinde kitlesel bir emek partisi halini aldığı bir dönemde Sosyalist Parti’ye oy verilmesini desteklemişti, yerel hükümet bürolarındaki insanların emek hareketine bir şekilde daha sempatiyle bakan insanlar bulunmasının daha iyi olacağını savunuyordu. Fakat kapitalizm sonrası bir geleceğe giden dönüşümü sağlayacak bir seçim stratejisi ümit etmiyordu – tam da bu nedenle kitle örgütü inşasını ve en nihayetinde sanayinin işçiler tarafından doğrudan ele geçirilmesi fikrini savunan sendikalist stratejiyi destekliyordu.

Oy vermek, kimi zaman belirli imtiyazlar kazanmak için veya öz-savunma amacıyla kabul edilebilir bir taktiktir. Fakat toplumu değiştiren şey halk kitlelerinin doğrudan katılımı ve eylemliliğidir. Sosyalistler ve Marksistlerle, devleti ele geçirmeyi hedefleyen emek tabanlı politik bir parti inşa etmeye çalışarak, işçi sınıfının güçlendirilmesi gibi bir stratejiyi desteklemek konusunda aynı fikirleri paylaşmıyoruz. Bunun nedeni, devletin doğası gereği sınıflı sistemi idame ettirecek bir kurum olmasıdır. Devlet içinden geçen hiçbir yol insanlığın kurtuluşuna gitmez. Bu noktada WSA ve İşçilerin Dayanışma Hareketi hemfikirdir.

Yine de, devleti ele geçirme stratejisinin neden işçileri özgürleştiremeyeceği konusunda netleşmemiz gerekiyor. Marksist strateji, politik bir hizbin kitle hareketinin idarecileri olması (örneğin sendikaların partinin yedek gücü olmaları fikri) ve bu idarecilerin hareket üzerindeki kontrollerini, politik bir parti önderliğinin devletin kontrolünü ele geçirebilmesi için kullanması gerektiği fikri üzerine kuruludur. Varsayıma göre, daha sonra devletin emir komuta zinciri yoluyla kendi programlarını yürüteceklerdir. Ama bu tip bir strateji parti (ve özellikle partinin önder kadroları) ile emekçi halk kitleleri arasında, üretimdeki işçilerle teknik-yönetici sınıf arasındakine benzer bir iktidar ilişkisini gerektirir. Teknik-yönetici sınıf hâkimiyeti işte bu şekilde Marksist strateji içinde inşa edilir.

Pratik konularda çıkarımlar

Alan soruyor, teknik-yönetici sınıf teorisinin “bunun kitle örgütlerimiz, mahallelerimiz ve politik örgütlerimizdeki günlük pratiklerimize” bir etkisi var mıdır? Teknik-yönetici sınıfın iktidarının temelinde uzmanlaşmanın ve karar-alma etkinliğinin görece tekelleştirilmesi vardır. Bunun anlamı şudur; devrimci bir değişim sürecinde teknik-yönetici sınıfın kendi varlığını pekiştirmesini istemiyorsak, uzmanlığın ve karar alma sürecindeki etkinliğin toplumsal değişim için bastıran hareketin içindeki bir azınlığın elinde tekelleşmesini engellemek için çalışmamız gerekir. Örneğin, sendikalarda bürokrasinin sağlamlaşması, belirli militanların zamanla müzakere yeteneği, kontratlar hakkında bilgi, avukatlar ve politikacılarla bağlantı ve bunlar gibi konular üzerinde görece bir tekelleşme elde etmesiyle gelişir. İnsanların bu rolleri tek elde topladığı uzun pratikler sonucunda, alt tabaka onlara bağımlı hale gelir.

Hareketlerde uzmanlaşma ve karar alma gücünün bir azınlığın elinde görece tekelleşmesini engellemek için uğraşmak zorundayız. Bunun için, bilgiyi sürekli demokratikleştirmeye, insanların belirli konumlarda kalacakları süreyi sınırlamaya ve örgüt tabanından daha fazla üyenin aktif olmasını sağlamaya yarayacak taktikler, programlar ve yapılar geliştirmeliyiz. “Liderlik yeteneği”; topluluk huzurunda konuşmak, bir bakış açısını açıkça ifade edebilen makaleler yazmak, bir grup adına müzakere etmek, yeni fikirlerle ortaya çıkmak, bir örgütün çalışmalarını sürdürebilmek gibi şeyleri içerir. Liderlik yeteneklerinin, işçi sınıfının her kesiminde geniş ölçüde yaygınlaşmasına çabalamalıyız.

Halkın, kendi hareketlerini kontrol etmede etkin bir rol oynaması için, yeteneklerini geliştirebileceği bilgi ve deneyim kazanma araçlarına sahip olması lazımdır. Çalışma grupları, halkın karşısında konuşabilme eğitimleri ve daha birçok eğitim toplantıları, görevliler için süre kısıtlamaları – bunlar kullanılabilecek taktiklerden sadece birkaçı.

Buna ek olarak devrimci militanlar ile işçi arkadaşlarımızın oluşturduğu kitlesi arasında Leninistler tarafından savunulan ilişkiden farklı bir ilişki biçimi kurmalıyız. Amacımız, işçi sınıfın kendisinin kendi hareketini ve mücadelesini özyönetimli bir şekilde idare etme kapasitesinin gelişimine yardımcı olmak olmalı; hareketin yönetimini ele almak değil. Özyönetimli kitle örgütlerinin geliştirilmesine yaptığım vurgu doğrudan bu bakış açısının bir ürünü.

Sendikalar ve Konseyler

Alan diyor ki: “Sendikaların devrimci örgütler haline gelemeyeceklerini düşünüyoruz; bu amaçla kurulan örgütler değiller çünkü. Ancak geleceğin işçi konseylerinin embriyosu, sendika mücadelesinin içinden doğacaktır. Yeni koşullara uygun yeni bir örgütlenme biçimi, kapitalizmi yıkmak için değil, onun içinde pazarlıkla daha fazla şey elde etmek için geliştirilmiş eski örgüt biçimlerinden doğacaktır.” Bu, genelde konseycilik olarak adlandırılan bir bakış açısıdır. Konseycilik ve sendikalizm farklı terminolojilere sahiplerdir ki bu durum tartışmaların sadece kelimelerin anlamları üzerinde odaklanmasına yol açabilir. Tartışmanın kelimelerin anlamları hakkında değil de olayın özü hakkında olduğundan emin olmak için terminoloji konusunda netleşmemiz gerekir.

Sendikalistler, sendika kelimesini kabaca işçilerin üretim aşamasında patrona karşı mücadele ederken oluşturdukları her kitle örgütünü tanımlamak için kullanırlar. Kitle örgütü derken, patronlara karşı savaşmak isteyen bütün işçilere açık bir örgütü kastediyorum. İşyerlerinde işçileri bir araya getiren köklü örgütlerin hepsi, kendilerini bu şekilde adlandırmasalar da sendikal bir yapı olarak görülürler. Sendikacılık, sanal bir “şirketler sendikası” işlevi gören dikey örgütlerden, öz yönetimli radikal örgütlere kadar, birçok örgütlenme şeklini kapsayan çeşitli ve çelişkili bir olgudur.

“İşçi Konseyi” terimini Alan’dan biraz daha farklı algılıyorum. İşçi konseylerini sanayinin işçilerce özyönetimi durumunda olduğu gibi işçilerin iktidarının kitlesel ve demokratik kurumları olarak tanımlıyorum. 1936 devriminde sanayiyi işletmek için İspanyol anarko-sendikalistlerinin kurdukları kolektifler işçi konseylerine bir örnektir. Sınıf mücadelesinin şiddetli olduğu bir dönemde işçiler, bürokratik olmayan doğrudan öz-yönetimci bir karakter taşıyan örgütler – Alan’ın “işçi konseyi” olarak adlandıracağı tipten örgütler- kurarlar ise ve bu örgütler sanayiyi idare eden patron iktidarının halen ortadan kaldırılmamış olduğu bir dönemin mücadele örgütleri ise, WSA bunları özyönetimli sendika olarak tanımlar.

Konuyu daha netleştirebilmek için tarihten bir örnek vermek iyi olacaktır. I.Dünya Savaşı ertesinde İtalya Turin’deki fabrika konseylerini düşünelim. Fabrika konseyleri sendikalardan bağımsız olarak, çalışma sırasında yapılan kongreler ve tabandan seçilen delegeler yoluyla kuruldular. Konseyler parça parça şekillendi çünkü en önemli metal işçileri sendikası FIOM[6] (Federazione Impiegati Operai Metallurgici, Metalürji İşçileri Federasyonu ç.n.), bürokratikleşmişti ve tabanla bağlantısı kopmuştu. Bu parçalı şekillenişin nedenlerinden biri de iş gücünü “iş kolu” ve “ideoloji” eksenlerinde bölen çeşitli sendikaların varlığı idi. Fabrika konseyleri hareketi sosyalistlerin ve anarko-sendikalistlerin işiydi.

Antonio Gramsci, fabrika konseylerinin temelde sendikalardan farklı olduğunu iddia etti. Emek gücünün satışı konusunda yapılan pazarlık rolü nedeniyle, sendikanın bürokratik bir karakteri vardı. “Sendika geliştikçe, faaliyet alanını öyle bir yere yoğunlaştırır ki hareketin gücü ve disiplini merkezi ofiste birikir. Bu ofis, büyük ve karmaşık insan kitlelerinin tipik özelliği olan değişken, anaforlu ve akıntılı hallerden kendini sıyrılarak kendisini, yönettiği kitlelerden ayrıştırır. Sendika bu şekilde işletmeciyi, işçileri ile kurduğu ilişkilerinde belli bir yasallığı kabullenmeye zorlayan anlaşmaları imzalayabilme ve gerekli sorumlulukları alabilme kabiliyetini edinir. Bu yasallık işletmecinin, sendikanın aldığı sorumlulukları yerine getirme gücüne ve işçi kitlelerinin sözleşme yükümlülüklerine uymalarını sağlama yeteneğine güvenmesi ile ilişkilidir.”[7]

Gramsci dışarıdan ve bürokratik bir şekilde yönetilen sendikayla; bürokratik kontrolün olmaması nedeniyle tamamıyla devrimci bir karaktere sahip olan fabrika konseylerini karşılaştırır: “Fabrika konseyi, mevcut sanayi yasalarının reddidir. Her an onu yok etmeye meyillidir… Fabrika konseyi, devrimci kendiliğindenliğiyle her an sınıf savaşına; sendika ise sınıf savaşının ortaya çıkmasını engellemeye meyillidir.”

Bürokratik sendika, tabanda özgüvenin ve tabanın kendi kararlarını alma yeteneğinin gelişmesini engeller. Sendika kadrosu kitlesel seferberliğe ve militan mücadeleye – sözleşme pazarlıkları, politikacılarla lobi, vs. yoluyla- karşı gelmeye çalışacaktır. Fakat toplumun kökten değişimi için kolektif eylem ve tabanın öz yönetim kapasitesi ve yeteneğinin gelişmesi gerekmektedir.

Yine de, Turin fabrika konseylerinin eylemliliğinde, yaptığı şeylerin büyük bir kısmı kapitalist sistemde emeğin “kayıt ve şartları” hakkında işverenlere karşı verilen mücadeleyi örgütlemekten ibarettir. Örneğin, konsey delegeleri var olan sözleşmelerin uygulanışını “inceleme altına almak” veya “işçiler ve yönetim arasında çıkabilecek uyuşmazlıkları gidermek” için görevlendirilebilirler[8]. Gramsci bir kere de Turin fabrika konseyleri hareketinden bir çeşit “sınaî sendikacılık” olarak bahsetmişti ki burada sendika kelimesi geniş anlamıyla kullanılmıştır. Dahası, fabrika konseyi hareketi Turin’deki yerel FIOM bürosunu demokratikleştirdi ve kontrolü ele geçirdi. Bir anarko-sendikalist olan Pietro Ferrero sendikanın sekreteri seçildi çünkü sendika tabanına öz yönetim vaat ediyordu.

Başka bir deyişle, fabrika konseyleri hareketi fabrika tabanlı bir sendikal güçtü, çünkü bu hareket işçilerin, kontrolü top yekûn ele geçirme isteği kadar mevcut kapitalist düzenle mücadelede daha etkili bir örgüt istemlerini de vurguluyordu. İtalyan sendikalistlerinin önemli bir bölümü o zamanlar İtalya Sendikalist Birliği(USI) içindelerdi. USI üyeleri, “devrimci sanayi sendikacılığı” olarak tanımladıkları Turin fabrika konseyleri hareketini coşkuyla destekliyorlardı. Bu dönemde İtalya’da Turin şehri dışındaki birçok fabrika konseyi USI tarafından örgütlenmiştir.

Dahası, Gramsci’nin söylediği gibi eğer Turin fabrika konseyleri hareketini devrimci kılan onun bürokratik olmayan, kitlesel özerk karakteriyse; USI militanları Gramsci’nin, anarko-sendikalistler tarafından savunulan ve Turin fabrika konseyleri ile aynı yapıya ve karaktere sahip “sendikalarda” da aynı devrimci potansiyelin olduğunu kabul etmesi gerektiğini söyleyeceklerdir.

Alan diyor ki: “Sendikaların devrimci örgütler haline gelemeyeceklerini düşünüyoruz; bu amaçla kurulan örgütler değiller çünkü. Ancak geleceğin işçi konseylerinin embriyosu, sendika mücadelesinin içinden doğacaktır. Yeni koşullara uygun yeni bir örgütlenme biçimi, kapitalizmi yıkmak için değil, onun içinde pazarlıkla daha fazla şey elde etmek için geliştirilmiş eski örgüt biçimlerinden doğacaktır.” Alan “Sendikaların devrimci örgütler haline gelemeyeceklerini düşünüyoruz,” derken bir olguyu atlıyor. Kendi tanımladığı şekliyle bir “işçi konseyi”, kapitalizmle mücadele sırasında ortaya çıkan bir örgütse, sendikadır – sendikalist anlamda bir “sendika”. Demek ki WSM de bir sendikanın devrimci olabileceğini kabul ediyor.

Belki de, sendikalist ve konseyci bakış açıları arasında, öz yönetimli kitle örgütlerinin devrimci bir dönüşümün ne kadar öncesinde ortaya çıkacağına dair bir fark vardır. WSM bu ortaya çıkışın şu anda mümkün olmadığını düşünürken, WSA bunun tersine inanıyor. İspanya’daki CNT’ nin WSM terminolojisiyle “işçi konseyleri” olarak tanımlanabilecek bir karakterde olduğunu ele alırsak, görünen o ki işçi konseyleri gerçek bir devrimden önce de on yıllar boyunca varlıklarını sürdürebiliyorlar. Radikal toplumsal değişime giden yolda, öz yönetime dayanan kitle örgütlerinin – işçilerin “kendilerinin” olduğunu hissettikleri örgütlerin- sınıf bilincinin gelişimi için zorunlu olduğunu iddia ediyoruz. Doğrudan demokrasiyle işleyen bu tip örgütlenmelerin, doğrudan işçi dayanışması alışkanlıklarını ve pratiklerini geliştirmeleri gerekir. Böylesi pratikler, tabandaki işçilere bir şeyleri yürütebileceklerine dair bir güven verir.

Alan diyor ki: “Bu sonsuza kadar bulunduğumuz sendikalarımızda kalacağımız anlamına gelmez. Kastettiğimiz, devrimci ve militan azınlığı geri kalan kitleden ayrı bir sendika kurmak üzere ayırmanın iyi bir fikir olmadığıdır. Yeni bir örgüt kurma çabasına girişmek için, önemli sayıda insanı bir araya getirme şansımızın yüksek olduğu bir duruma gelmek istiyoruz. Aksi takdirde militan azınlığın kendi kendisini izole etmesine sebep oluruz.” Demek ki özünde WSM de bürokratik sendikalar yerine, gerçekten öz-yönetime dayanan kitlesel işçi örgütleri gelmesi gerektiğini düşünüyor. Bunun gerçekleşeceği zamanı tahmin etmenin neredeyse olanaksız olduğu konusunda hemfikir olabiliriz. WSA ve WSM şu konuda da hemfikir; bunun gerçekleşme zamanı, sendikalardaki tabanın önemli bir kesiminin ne zaman bu yolda ilerlemeye hazır olacağına bağlıdır. WSA de WSM gibi, anarşist ve anti-otoriter ufak bir devrimci azınlığın ayrılıp ideolojik donanımı çok iyi bir “devrimci sendika” kurması fikrine karşıdır. Anarcho-Syndicalist Review [9] ile aramızdaki uzun süreli anlaşmazlığın temelinde bu vardır. Böylesi bir davranışın, militan azınlığı sınıfın kitlesel mücadelesinden izole edeceği konusunda hemfikiriz.

Alan, WSM’nin desteklediği taban örgütlenmelerinin sadece “iktidar konumlarındaki bürokratların daha “iyi” ve “dürüst” olmalarını sağlamayı hedefleyen” bir şey olmadığını ifade etmiş. WSA da bu bakış açısına sahip ve bu tip örgütlenmelerin ve özerk fabrika gruplarının oluşturulmasını savunuyor. Ama bu tip örgütlenmelerin görevleri ne olacak? Yerel sendikaları “daha özyönetimli” kılmak için mi uğraşmalılar? Sendikadan bağımsız eylemliliklerin -örneğin korsan grev¬lerin- örgütlenmesine yarayan araç¬lar haline mi gelmeliler?

AFL-CIO’ya [10] bağlı ulusal sendika¬lar ve birleşik yerel kurumlar, işçilerin etkin olarak kontrol etmediği bürok¬ratik ve profesyonel kadro örgütleri olmaya eğilimli olduklarından, onla¬rın Birleşik Devletler’ deki sendikal hareketi yeniden canlandıracak bir araç oldukları konusunda şüpheliyim. İşçiler artık bu örgütleri kendi örgüt¬leri gibi görmüyorlar. Ne var ki, iş¬çiler kendi çıkarlarını savunmak için bir örgütlenme arayışına girecekler¬dir. Son dönem seçimlerdeki oylara bakarsak, genç işçilerin büyük bir ço¬ğunluğu şu anda sendikalizmi destek¬liyor. Tarihsel olarak Amerika’daki işçi hareketi, sadece geniş bir alana yayılmış emekçi isyanları sırasında ileriye doğru atılımlar yapabilmiştir; örneğin 1898’den I.Dünya Savaşı’na kadar süren dönemde veya 30’lar ve 40’larda bu tip bir atılımdan bahsede¬biliriz. Her emekçi isyanında, ABD sendikalarındaki işçi sayısı dört katı¬na çıkıyordu.

Emekçilerin başkaldırdığı bu tip sü¬reçler, özyönetim karakteri taşıyan yeni sınai örgütlenmelerin yaratılma¬sı için bir fırsattır. Bunun bir örneği 1933 yılında Minnesota Austin’de bir et paketleme fabrikasında işçile¬rin oturma eylemiyle yaptıkları bir grevle ortaya çıkan Tüm İşçilerin Bağımsız Sendikasıdır (Peter Rachleff, “Organizing Wall-to-Wall: The Independent Union of Ali Workers, 1933-37”, Staughton Lynd’de , ed., “We Are Ali Leaders”).

Bu sendika orta batının daha kü¬çük şehirlerinde bir taban dayanış¬ma hareketi olarak yayılmıştır. Her kasabada, çeşitli sınai sektörlerden işçilerin “tek büyük sendikasının” kolları oluşturuldu. Daha büyük fab¬rikalardaki işçiler kent merkezindeki dükkânlarda çalışan tezgâhtarlar gibi daha savunmasız olan işçileri des¬teklediler. Sendika, (wobbly [11]) kasap Frank Ellis gibi devrimciler tarafın¬dan kuruldu ama açıkça devrimci bir ideolojisi yoktu. O zamanki ABD koşullarının yeni özyönetimli sınaî örgütlerinin ortaya çıkması için daha elverişli olduğunu zannediyorum.

Buradaki, yazımın başlarında da de¬ğindiğim esas mesele şudur: büyük kapsamlı hederlerin arzulanması ve desteklenmesi, işçilerin etraflarında sınıf dayanışmasını, yani toplumun büyük kapsamlı bir dönüşümünü sağlayabilecek olan sınıf gücünü görmelerine bağlıdır. Bu, daha ge¬niş dayanışmanın ve daha doğrudan taban kontrolünün şekilleneceği ha¬reketlerin ve örgütlerin var olmasını gerektirir. İşçi sınıfının kendini daha kapsamlı değişimleri gerçekleştire¬bilecek kapasitede ve niyette olan bir sınıfa dönüştürebilmesi için, öz yöne¬timli bir kitle örgütüne ihtiyaç vardır. Tam da bu nedenle, öz yönetimli kit¬le örgütünün kapitalizme karşı daha kapsamlı bir mücadeleye geçiş oldu¬ğunu düşünüyorum, çünkü bu örgüt halka öz güven sağlayan, doğrudan katılım ve doğrudan demokrasiyi ge¬liştirecek bir araçtır. Sendikalardaki taban öz yönetiminin eksikliğine ek olarak söylemek gerekirse bir başka problem de ABD’deki emek hareke¬tinin birbirleriyle ilişkileri olmayan bir grup sözleşme pazarlıkçısı gibi davranma eğilimleridir. ABD’deki işçi sınıfı, çok geniş ve heterojen nü¬fus gruplarından oluşur. Bu sınıfın birleşmesi ve kendisinin değişimin öznesi olduğunun bilincine varması, birleştirici anlar diyebileceğimiz dö¬nemlerde gerçekleşebilir: Daha geniş toplumsal konuların ve daha geniş bir karşılıklı desteğin olduğu anlar¬dan bahsediyoruz. 1934 yılında San Francisco’da gerçekleşen genel grev buna bir örnektir, çünkü işçi sınıfı gözle görülür bir şekilde birlik içeri¬sinde eyleme geçmişti. AFL-CIO ön¬derliğinin kitlesel eylemleri seferber etmedeki başarısızlığı, sınıf bilincini köreltmiştir.

Halkın Birliği?

Solda, -bir ölçüde bizim bu yazıda yaptığımız gibi- sınıf politikasını safi “emek” hareketinin politikalarına indirgemek gibi tarihsel bir eğilim vardır. Bence bu bir hatadır. Sendikalizm, üretim noktasındaki özyönetim¬li kitlesel işçi örgütlerinin gelişimine dayanan, kapitalizm sonrasında işçi özyönetimi üzerine kurulu bir gele¬ceğe geçişin temellerini ortaya koyan bir devrim stratejisiydi. Ama bence sınıf politikası, iş yeri dışında işçi sı¬nıfı mahallelerindeki mücadeleyi de kapsar. Bu mahallelerin içinde yaşa¬yan nüfusun hayata dair beklentilerini şekillendiren ise sahip oldukları “bağımlı ücretli işçiler” statüsüdür. Sınıf politikası; toplu kira ödememe, ev iş¬gali, maddi olarak karşılanabilir konut ve çocuk bakımı için mücadele, toplu taşıma kullanıcıları arasında örgütlen¬me, ırk ayrımına karşı veya kadınla¬ra adil maaş verilmesi için mücadele gibi şeyleri kapsayabilir. Sınıf müca¬delesi, işyerinden daha geniş bir yeri kapsar. Fakat tabandan katılımcılara söz ve iktidar veren özyönetimli kitle örgütlerinin geliştirilmesi gibi sendikalist bir strateji bu tip mücadelelerde de uygulanabilir.

Marksistler, işçilerin ve çeşitli ezilen grupların sektörel mücadelelerinin devlet iktidarını hedefleyen işçi sınıfı partisinde bir araya geleceğini ileri sü¬rerler. Buna karşıyız, bu nedenle bir al¬ternatifimiz olmalı -işçi sınıfının, ken¬disini pratikte bütünleştireceği daha temel bir alternatif. Bir kitle örgütleri ittifakı planlamak alternatif olabilir. Çeşitli mücadele kollarının bir araya gelmesi, bir yandan ortak amaç birli-ğiyle ilerlerken her topluluğun veya sektörün mücadeledeki diğer grupların kaygılarını anlamalarını sağlayabilir. Bu tip bir oluşumun olası bir model olarak Brezilya’daki Resistencia Po¬pular [12] ele alınabilir -mahalle komi¬teleri, çöpçüler birliği gibi bağımsız sendikalar ve CUT [13] içindeki muhalif grupların oluşturduğu bir ittifak.

Notlar:

[1] Meritokratik: Beceri, bilgi, azim, çalışkanlık, verimlilik, dürüstlük ve ehliyet bakımından başarılı ve(ya) en ileri seviyede olanların, en yüksek sosyal statülere ve en güçlü makamlara gelmelerine olanak tanıyan ve işe, en uygun kişinin seçilmesini benimseyen bir sosyal sistem (meritokrasi) ile yönetilen, bu ideolojide olan.
[2] David Noble, The Forces of Production: A Social History of Industrial Automation
[3] Gated Communities: Elektronik güvenlik sistemleri ile çevrelenmiş korunaklı konut siteleri. (ç.n.)
[4] Think Tank: Egemenler için para karşılığında düşünce ve bilgi üreten kuruluşları
[5] IWW: Industrial Workers of the World (Dünya Sanayi İşçileri): Dünya çapında kitlesel anarko-sendikalist işçi sendikası.(ç.n.)
[6] ç.n.: Federazione Impiegati Operai Metallurgici, Metalürji İşçileri Federasyonu.
[7] David Forgacs, ed., The Antonio Gramsci Reader, s. 93; Turin fabrika konseyleri hareketi hakkında daha fazla bilgi için, bkz. Tom Wetzel, The Italian Factory Occupations of 1920 (1920 İtalya Fabrika İşgalleri), http://www.workersolidarity.org/ital1920.html)
[8] Lynn Williams, Proleter Düzen, s.123
[9] Anarcho-Syndicalist Review (eski adı Libertarian Labor Review): Yılda iki veya dört kere Amerika’da yayınlanan, anarko-sendikalist teori ve pratik üzerine yoğunlaşan dergi. Dergi 1986 yılında Sam Dolgoff tarafından kurulmuştur.
[10] Ç.n. The American Federation of Labor and Congress of Industrıal Organizations- Amerikan Emek Federasyonu ve Sınai Örgütler Kongresi.
[11] Ç.n. Argoda “Dünya Endüstri İşçileri” (Industrial Workers of the World) üyesi olan kişi anlamında.
[10] Ç.n. Halk Direnişi. Mülkiyetin ve üretim araçlarının yeniden dağıtılması için doğrudan eylem ve sınıf mücadelesi çağrısı yapan Brezilyalı grup, yasal seçim sürecine de karşı.
[11] Ç.n. Central Única dos Trabalhadores (Emekçilerin Tek Merkezi)1983 yılında kurulmuş ve İşçi Partisi’ne yakınlığıyla bilinen kitlesel sendikalar federasyonu.

İngilizce Orijinali:
http://www.workersolidarity.org/replytomacsimoin.html


Yorumlar

“WSM (İrlanda) ve WSA (ABD) arasındaki Sendikalizm Tartışması – WSM (Kara Kızıl Notlar)” için 3 yanıt

  1. […] WSM (İrlanda) ve WSA (ABD) arasındaki Sendikalizm Tartışması – WSM (Kara Kızıl Notlar) […]

  2. […] WSM (İrlanda) ve WSA (ABD) arasındaki Sendikalizm Tartışması […]

  3. […] WSM (İrlanda) ve WSA (ABD) arasındaki Sendikalizm Tartışması […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir