Servet Düşmanı internet sitesinde Nisan 2012 tarihinde yayınlanmıştır.
Türkiye’nin üretim tarzınının ne olduğu tartışması, Türkiye solunun 60larda önemli bir tartışma başlığıydı. Türkiye’nin egemen üretim tarzının ne olduğunu saptamak, yürütülecek politik mücadelenin hangi toplumsal öznelere yöneleceği, o öznelerin nasıl bir hedef doğrultusunda harekete geçirilebileceği üzerine temel çizgileri gösterecekti. Bugün hala etkisini gösteren demokratik halk iktidarı, (milli) demokratik devrim veya sosyalist devrim kavramlarının bir çoğu da, o dönemde ortaya çıkmış tartışmalarda şekillenmişti. Zira Türkiye’deki üretim tarzını feodalizm ve kapitalizmin bir kombinasyonu veya feodalizmin tasfiye edildiği kapitalist bir ülke olarak görmek, nelerin öncelikli politik hedef olarak ifade edileceğini belirliyordu. Bu tartışmaların en büyük dayanakları da, ister derinlikli, ister yüzeysel olsun; kimi zaman Osmanlı’da kesilen, kimi zaman Orta Asya topluluklarına kadar giden bir dönemden devşirilen tarihsel olay ve mücadelelerdi.
Federici ve Mies (yazının ilerleyen kısımlarında kısaca f.m. olarak anılacaklardır), çoğunlukla sorgulamadığımız, veri kabul ettiğimiz kapitalizm algısına karşı, bizi, yeniden üretim kavramını yeniden düşünmeye çağırıyor. yeniden üretim kavramı, kabaca, değer üreten canlı emeğin nasıl üretildiğini (biyolojik olarak üretimden, onun nasıl yetiştirildiğine, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığına kadar geniş bir çerçevede) ifade ediyor. Bu kavram sayesinde, çoğunlukla bir tür doğal işbölümü olarak görülen kadının ev içi ödenmemiş emeği görünür hale gelirken; bugün feodal kalıntı olarak tanımladığımız kadını ve onun emeğini değersizleştirmenin, kapitalizmin yapısal bir özelliği olduğunu anlıyoruz. Bu süreç olmadan, değerin kaynağı olarak görülen canlı emeğin maliyeti yükselecektir. F.M., bu değersizleştirme sürecini anlatabilmek için, orta çağ Avrupa’sında ortaya çıkan cadı avlarından yola çıkıyor. Cadılar, bize çoğunlukla batı kaynaklı kültürel yapıtlar üzerinden taşındığından, onların tarihsel bir mücadelenin özneleri/nesneleri olmuş oldukları pek bilinmez. Sayfalar ilerledikçe, cadı kavramının öncelikle ve çoğunlukla orta çağ avrupasında, kısmen de sömürgelerde; bugünün “terörist” kelimesine benzer bir anlam taşıdığını farkederiz. Dönemin egemen sınıfları, devlet görevlileri, hukukçuları, kilisesi; orta çağ Avrupa’sında belirli tarihsel koşullar altında, özerklik/güç kazanmış kadınları terbiye edip, evlere, “işlerinin başına” döndürmek için açtıkları büyük savaşın bir parçasıdır cadı avları. Kimilerine göre, neredeyse soykırım düzeyine ulaşmış bu şiddet, aynı zamanda kadınlara yönelik bir değerler bütünüyle eşzamanlı olarak ortaya çıkacaktı. Avrupa’da cadı avı olarak yaşanan süreç, sömürgelerde ise batılı işgalciler tarafından, insandan sayılmayan toplumların, toplulukların yıkımıyla birbirini koşulluyordu. Egemenler, Avrupa’dan öğrendiklerini sömürgelerde, sömürgelerde öğrendiklerini ise avrupada uyguluyordu. Bunun arkasındaki tarihsel bağlam ise, marksistlerin feodalizmden kapitalizme geçiş süreci olarak adlandırdıkları dönemdi. Bu döneme dair yapılan tartışmalar geri bir üretim tarzından, daha ileri bir üretim tarzına geçiş olarak kodlandığından, nihayetinde bu sürecin olumlu bir nitelik taşıdığına dair bir varsayımı kendi içinde taşıyordu. Bu algının yansımalarını, kapitalizmin çevre ülkelerdeki ilerlemesinin politik sonuçlarına dair her dönem ortaya çıkan tartışmalarda halen görüyoruz. F.M. tam da bu noktada bu varsayımı sorguluyor. Çizdikleri çerçevede, kapitalizm, feodal krizin çözümü noktasında bir tür karşı devrimdi. Zira orta çağ Avrupa’sında kıtlıklar, salgın hastalıklar ve feodal dönemin kendi iç yapısının çelişkileri sonucu oluşan bağlamda, ezilenler lehine bir güç dengesi oluşur ve avrupa’nın çeşitli yerlerinde zanaatkarlardan, çeşitli köylü topluluklarına kadar, ortaçağ ahalisinin eşitlikçi umutları ve mücadeleleri yoğunlaşırken; dönemin egemenleri bu krizden çeşitli biçimlerde çıkış arıyordu. Bu çıkış sadece ortak mülk olarak tanımlanan otlaklar, akarsular kısaca bir dönem kolektif olarak kullanılabilen alanların çitlenmesi, sınırlandırılması ve özel ellerde birikmesiyle değil; proletaryanın bedeninin, o bedene dair algının da bir dönüşüme uğramasını gerektiyordu. Fakat bu beden cinsiyetsiz değildir; dolayısıyla üstleneceği külfetler de ona göre değişecektir. Orta çağ Avrupa’sının cadıları olarak bildiklerimiz, çoğunlukla yoksul olan, fakat ortak mülklerin koruyucusu/kollayıcısı kadınlardı. Koruyup, kolladıkları ortak mülkler sadece fiziksel mekanlar değildi; yüzyıllardır kadınların kendi bedenlerine dair ürettiği anonim bilgilerdi de aynı zamanda. Cadıların sahip oldukları bu “özel güçler”, tam da feodal krizden çıkış arayan modern ve pre modern egemenler nezdinde; oturtmaya çalıştıkları (zira tam da bu deyime yaraşır şekilde, herkes ayaklanmışken) yeni hiyerarşik düzenlemenin karşısında konumlanmalarına yol açıyordu. Zira egemenler açısından, feodal krizden çıkış kendisini, ortak mülklerin çitlenmesi ve komünal bağların yıkımını gerektiren bir yönde gösteriyordu. Bu genel stratejiye karşı koyanlar ise en başta bu bilgilerin ve toplumsal ilişkilerin kollayıcısı görülen, aynı zamanda orta çağ avrupasındaki toplumsal konjonktürü güç biriktirme yönünde kullanan kadınlar, yani cadılardı. Bu gücün kırılması için, krizdeki avrupa devletlerinin “ilerici” laik hukukçuları ile Roma Kilisesi ele ele verirken; pratikte kadın soykırımı denilebilecek bir sonuca yol açacak toplumsal bir karşı-saldırı, yeni ve eski düzen güçleri tarafından yürürlüğe konulmuştu. Çoğu zaman bir tür feodal bağlam içinde tasavvur ettiğimiz cadılara karşı mücadele; bugün laik devlet hukukunun üzerinde ilk sınandığı alandı. Bu alanın teorik destekçileri sadece kilise ruhbanları değil; modern devletin kuruluş sürecinde ihtiyaç duyduğu itaatkar/işinde gücünde nüfusun nasıl sağlanacağı üzerine kafa yoran modern siyaset filozoflardı. Bütün bunların ardından, kadınların gücünün kırılmasının en önemli sonucu, yeni bir cinsiyetçi iş bölümünün uygulanabilmesinin yolunun açılmasıydı. Kadınlar, kapitalizm altında üretim ve yeniden üretimin birbirinden ayrılması sürecinde, eve kapatılacak ve canlı emeğin ücretsiz üreticileri olacaklardı.
Avrupa bu tür bir iç savaşın içindeyken, aynı zamanda bu savaştan çıkış olarak; avrupa dışı toplumları da sömürgeleştirme yoluyla bu iç savaşı, kendi dışına taşıyordu. Yukarıda da bahsedildiği gibi, Avrupa’da uygulamaya sokulan kriz çözme taktikleri; ortak mülklerin sermaye birikimi doğrultusunda kapatılması ve tüketilmesi, komünal toplumsal bağların yıkımı, modern/kapitalist ilişkilere uygun toplumsal özneler yaratma çabası olarak isyankar öznelerin insan-dışı/altı bir tür olarak ifade edilmesi (direnen, isyan eden kadınların kodlanması olarak cadılık, biraz kılık değiştirerek bu sefer sömürge amerikasında ortaya çıkmıştır). Peki bütün bu tarihsel süreç, bugün bizlere neyi anlatabilir?
Yazının başında ifade ettiğimiz gibi, bir dönem türkiye’deki sosyalist politikanın merkez tartışma başlıklarından olan üretim tarzına bakışımızı radikalleştirmesi, bu kitapların en önemli başarılarından biri. Kapitalizmi sınıf mücadelesinin sömürülenleri tarafından anlamaya çalışan bir çoğumuz için, kapitalizmin bütün bir tarihsel kötülüklerinin farkında olunsa da, kapitalizme karşı mücadelenin temelleneceği teorik çekirdek her zaman ücretli emek ve sermaye arasında kabul edildi. zira artı değerin üretildiği ve ele geçirildiği yerler fabrikalar ve atölyeler olduğuna göre, verilecek kapitalizme karşı mücadelenin asıl alanı da oralar olacaktı. Oysa, f.m. bize bu tür bir teorik zeminin ne kadar dar ve aynı zamanda kapitalizme karşı mücadeleyi sekteye uğratacak bir içeriğe sahip olduğunu gösteriyor. Sermaye birikiminin, fabrikanın dışında, doğa veya kültüre havale edilen süreçlere ne kadar muhtaç olduğunun altını çiziyorlar.
Burjuva hümanizminin “insan”ını nasıl anarşistler ve marksistler somutlaştırmış, onun mülk sahiplerinin temsili olduğunu ifade etmişse; f.m. de sosyalist politikada hazır bir özne olarak ele aldığımız artı-değer üreten “ücretli emekçinin”nin çoğunlukla, erkek ve beyaz (veya işgalcinin/sömürgecinin/egemen ulusun kimliği ne ise) olduğunu ortaya koyuyorlar. Oysa mevcut proleterin kim olduğuna, nasıl somutlaştığına dair anlayış eksikliği; bizim sosyalist politika ve kapitalizm sonrası bir topluma dair hayallerimizi çoğunlukla kötürüm bırakan bir sonuç yaratıyor. Artı değer üretimi kadar, artı değer üreten metayı (işgücü) üreten (yeniden üreten) ilişkiler nedir, nasıl şekilleniri içerecek şekilde sorabilecek kavramları sağlıyor kitaplar. Meseleyi bu eksenden aldığımızda ise, ırkçılık ve patriyarkanın kapitalizme neden ters düşmeyecek bir nitelik taşıdığı daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor.
Şimdiye kadar, kapitalist modernitenin kendisine dair yazdığı ve çoğu anti kapitaliste de sinmiş temel iddialardan biri, kapitalizm gelişip, kendisini daha gür olarak ortaya koydukça, ırkçılık ve patriyarka gibi şiddetin baskın bir rol taşıdığı toplumsal ilişkilerin ortadan kalkacağıdır. Bunun marksistler açısından izleri, Marx’ın kapitalizmin ilksel birikim dönemi olarak ifade ettiği, resmi şiddetin, zorla elkoymaların, sömürgeleştirmelerin rol aldığı döneme dair algıda görülebilir. Bu dönem, kapitalist toplumsal ilişkilerin mütemmim bir cüzü olarak düşünülmemiş; eksik kapitalizmin, fazladan feodalizmin göstergesi olarak ele alınmıştır. (her ne kadar özellikle akademik marksizmde bu bakışa yönelik önemli bir eleştirel birikim oluşmuşsa da, ortalamada halen bu bakışın baskın olduğunu ileri sürebiliriz.) Bu tarihsel bakış, soyutlamayla teori haline gelmiş ve kapitalizmin analiz düzeyi olarak ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişkiler, “doğru” bir kapitalizmin analiz araçları olmuştur. Analizlerin merkezine bu ilişkilerin alınması, ırk, cinsiyet v.b. ilişkilerin ikincilleştirilmesi, yani kapitalizmin yapısal bir özelliği olarak düşünülmemesi, anti kapitalist politik dilin dar üretimci bir noktada takılıp kalmasına yol açmıştır çoğu zaman. Oysa kapitalizm, yeniden üretim süreci üzerinden ele alındığında, neden emek gücünün değerinin düşürülmesi için üçüncü dünyadaki geçimlik tarım üreticilerinin yoğun politik baskıya uğradığını, neden kadınların ev içi emeklerinin ücretsiz olduğuna, neden resmi veya ev içi şiddetin kapitalizm altında sürdüğünü anlamak kolaylaşıyor.
Irkçılık ve patriyarkanın, kapitalizmin yapısal öğeleri haline gelmesi; bu kavramların, kapitalizmin doğumuyla ortaya çıktıklarını pek tabii ki ifade etmiyor. Fakat onlara karşı mücadelenin, kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecini dikkate alması gerektiğini sadece üstyapısal/ideolojik/kültürel alanda kalacak mücadelenin/müdahalenin yetersiz olduğunu veya tersinden kapitalizme karşı mücadele etmek isteyenin, bu mücadeleleleri asal olarak ele alması gerektiğini gösteriyor.
Kapitalizme dair algıyı şekillendiren, marx’ın ücretli emek tasviri, işçi sınıfının kendi içindeki bölünmeleri yok saymak, sınıfın kendi içinde farklı güç kapasitelerine sahip, hiyerarşik bölünmeler içerdiğini dikkate almamaya yol açacak şekilde yorumlanmış ve politikaya tercüme edilmiştir. (bunun tasvirini olarak, bıyıklı, kaslı, çoğu zaman beyaz tenli, fabrika işçisinde temsili olarak görebiliriz) Ücretli emek soyutlaması, pazarda emek gücünü satan “birey”ler algısına yol açmakta, bu bireylerin nasıl toplumsal koşullardan geldikleri, bunun sonucu olarak ücretli emeğe ne şekilde katıldıkları/katılamadıkları, katıldılarsa bunu nasıl deneyimledikleri gibi noktaların görmezden gelinmesine yol açmaktadır. Oysa kapitalizm, sermaye birikimini sürdürebilmek için, öncelikle de ücret kategorisini kullanarak, hem emek hiyerarşileri yaratmakta; hem de toplumdaki mevcut ırksal, cinsel hiyerarşileri sınıfın kendisine karşı kullanmaktadır. Bu bakımdan, sınıfın içindeki bu bölünmeleri dikkate almayarak, ücretli emeği merkeze alan bir politika; bu hiyerarşileri yeniden üretmekten başka bir sonuç üretemeyecektir.
Kimlik hareketi olarak kodlanan toplumsal muhalefetin, sınıf içi hiyerarşilerin sorgulanması ve o hiyerarşilere karşı mücadele olarak ele alınması, emek hareketi vs. kimlik hareketi gibi ikiliklerin üstesinden gelinmesi açısından da imkan sağlayacaktır.
Kurumsal emek hareketinin (sendika ve parti) kendisi dışında kalan örgütlenmeleri, emek hareketini bölen veya karşıdevrimci olarak algılayan yerleşik yapısına karşı, sınıfın bütün kesimlerinin kendi taleplerini görünür kılmaları ve o talepler etrafında örgütlenmelerinin önünü açmak, mevcut politik tıkanıklığın aşılmasına imkan sağlayacaktır.
Geçmiş deneyimlerden öğreneceğimiz bir şey varsa, o da konuşamadığınız her dilin, içine giremediğiniz her evin, duyamadığınız her talebin, hareketin sağlam ve sağlıklı bir zemin üzerinde ilerlemesini engelleyici bir rol oynadığıdır. Federici’nin kitabının Türkçe önsözünde belirttiğini biraz değiştirerek söylersek: yeniden üretim sorununu politik söylemin merkezine taşımadığımız, hakim değer yapısını tersine çevirmediğimiz, karşılıklı elbirliği yapabilme gücümüzü, yaşamlarımızın yeniden üretimini sağlayan etkinlikleri ve bu işi yapanları yeniden değerli kılmadığımız sürece, anti kapitalist politikanın sermayenin yüz yüze kaldığı çelişkileri rasyonelleştirmenin ötesine geçemeyeceğiz.
Bir yanıt yazın