Anarşizm: Teoriden Pratiğe 1. Bölüm: Anarşizmin Temel Fikirleri – Daniel Guérin

Fransız anarşist komünist yazar Daniel Guérin’in 1970 tarihli “Anarşizm: Teoriden Pratiğe” isimli kitabının “Anarşizmin Temel Fikirleri” başlıklı 1. bölümü Anarşist Bakış internet sitesi tarafından çevrilerek yayınlanmıştır.

Sözcükler Meselesi

Anarşi kelimesi yeryüzü kadar eski bir sözcüktür. İki eski Yunan sözcüğünden türetilmiştir; av (an), apxn (arkhe), ve yetkenin [otoritenin] veya hükümetin yokluğu gibi bir şeyi ifade eder. Ancak binyıldır insanın bunlardan birinden veya diğerinden vazgeçemeyeceği varsayımı kabul edilmektedir; ve [bu nedenle] anarşi kötüleyici bir anlamda düzensizliğin, kaosun ve örgütsüzlüğün eşanlamlısı olarak anlaşılmıştır.

Pierre-Joseph Proudhon nükteli [çarpıcı] sözleriyle (“mülkiyet hırsızlıktır” gibi) ünlüydü ve anarşi sözcüğünü kullanmaya başlamıştı. Adeta amacı mümkün olduğunca şok etmekmişçesine, 1840’da “Philistine” ile aşağıdaki şu konuşmaya yapmıştı.

“Sen cumhuriyetçisin”.
“Cumhuriyetçi, evet; ama bunun hiçbir anlamı yok. Cumhur iyet [Res publica] bir ‘Devlet’tir. Krallar da cumhuriyetçidirler”.
“Peki öyleyse. Demokrat mısın?”
“Hayır”.
“Ne! Belki de monarşistsin?”
“Hayır”.
“O zaman anayasalcı mı?”
“Tanrı korusun”.
“O zaman aristokratsın?”
“Hiç de değil!”
“Karma bir hükümet biçimi mi istiyorsun?”
“Daha da azını”.
“Peki öyleyse sen nesin?”
“Anarşist”.

[Proudhon] muhalif yığınların kokusundan kurtulmak için, bazen anarşi [sözcüğünün] okunuşunda (an-archy) indirim yapmıştır. [Proudhon] bu kelimeyi ile düzensizlikten başka hiçbir şey anlamamaktadır. Görünüşe aldanmadan, göreceğimiz üzere [denilebilir ki Proudhon] yıkıcı olmaktan ziyade yapıcı olmuştur. Hükümeti düzensizlikten sorumlu tutarak, yanlızca hükümetsiz bir toplumun doğal düzeni oluşturabileceğine ve toplumsal harmoniyi [uyumu] tekrar inşa edebileceğine inanıyordu. Dilin [bu sözcüğün içerdiği anlamı ifade eden] başka bir terim sağlayamadığını belirterek, katı etimolojik anlamındaki o eski anarşi kelimesini yeniden kullanmayı tercih etti. Polemiklerin ateşi içindeyken inatla ve çelişkili bir şekilde anarşi kelimesini düzensizlik [anlamındaki] kötüleyici şeklinde kullandığı da olmuştur; böylece karışıklığı daha fazla karmaşaya dönüştürmüştür. Taraftarı Bakunin bu hususta onu takip etmiştir.

Proudhon ve Bakunin, sözcüğün bu iki zıt anlamı ile ortaya çıkan zihin karışıklığıyla oynayarak bedhah [ing. malicious, kötü niyetli] bir zevk edinmekle bunu daha da ileri götürmüşlerdir: onlara göre anarşi hem muazzam bir düzensizlik, toplumun tam bir organizasyonluğu demektir; hem de bunun ötesinde devasa bir devrimci değişim, özgürlük ve dayanışmaya dayanan yeni, istikrarlı ve rasyonel bir düzenin inşa edilmesi demektir.

Anarşi’nin bu iki babasının yakın takipçileri; henüz daha başlamamış olana olumsuz anlam yükleyecek, pek söyleyecek bir şeyi olmayanlar için rahatsızlık verici olabilecek belirsizliklere savuracak, sözcüğün acınacak bir şekilde elastik olarak kullanılmasından kaçınmışlardır. Hatta kısa kariyerinin sonuna doğru artık oldukça dikkatli hale gelen Proudhon bile kendisini “federalist” olarak adlandırmaktan oldukça memnundur. Küçük-burjuva [kökenli] takipçileri mutuellisme’yi [karşılıkçılık] anarchisme’ye tercih ederken, sosyalist çizgi ise collectivisme’yi [kolektivizm] kabullendi ve kısa zaman içinde ise bunun yerini communisme [komünizm sözcüğü] aldı. Yüzyılın sonunda Fransa’da Sebastian Faure, Joseph Dejacque tarafından 1858’de ortaya atılan bir sözcüğü alarak, bunu dergisinin ismi yaptı; Le Libertaire. Bugün “anarşist” ve “liberter” terimleri birbirinin yerine kullanılır hale gelmiştir.

Bu terimlerin çoğu büyük bir dezavantaja [mahzura] sahiptirler: tanımladıklarını zannettikleri doktrinlerin temel niteliklerini ifade etmekte başarısız olmaktadırlar. Anarşizm gerçekten de sosyalizmin eş anlamlısıdır. Anarşist aslında amacı insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmak olan bir sosyalisttir. Anarşizm sosyalist düşün akımlarından sadece birisidir; ana bileşenlerinin özgürlük için ilgi ve Devletin yıkılması için acele etme olduğu bir akım. Chicago şehitlerinden [5] birisi olan Adolf Fischer, “her anarşist sosyalisttir, ama her sosyalistin anarşist olması gerekmez” diyordu.

Bazı anarşistler kendilerini en iyi ve en mantıksal sosyalistler olarak görürler; ama aynı zamanda da teröristlere yapıştırılmış olan bir markayı kabul ederler veya [bu] diğerlerinin kendi boyunlarına asılıp kalmalarına izin verirler. Bu sıklıkla onların hatalı bir şekilde sosyalist aile içinde “yabancı bir vücut” olarak değerlendirilmelerine neden olmuştur, ve –genellikle oldukça anlamsız olan– bir dizi yanlış anlamalara ve sözlü çarpışmalara yol açmıştır. Bazı çağdaş anarşistler daha açık bir terim kullanarak bu yanlış anlamayı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar: onlar kendilerini liberter sosyalizm veya komünizm ile tanımlıyorlar.

İçgüdüsel İsyan

Anarşizm en başta bir içgüdüsel [ing. visceral, içten gelen] devrim olarak tanımlanabilir. Anarşist her şeyden önce isyan halindeki insandır. [Cümle anlaşılmıyor (Anarşist Bakış)]. Max Stirner, anarşistin kendisini tüm kutsal şeylerden özgürleştirmesi gerektiğini ve engin bir takdisiyetten arınma [ing. deconsecration] süreci yürütmesi gerektiğini belirtir. Bu “akıl serserileri”, bu “kötü şahsiyetler”, “binlercesinin cezalarının ertelenmesini [ing. respite] ve teselli bulmasını sağlayan şeyleri dokunulmaz gerçekler gibi ele almayı reddederek, bunun yerine onların küstah eleştiri fantezilerini kısıtlamadan kapılmak için geleneğin [oluşturduğu] barikatların üzerinden geçip giderler.” [6]

Proudhon, “daima savaşılması, susturulması ve zincirle bağlanması gereken birer canavar olan; bir fil veya gergadan gibi tuzağa düşürülerek güdülmesi veya kıtlıkla gözü yıldırılması, ve kolonileştirme ve savaşla kanı akıtılması gereken”; tüm “resmi şahsiyetleri” –[yani] filozofları, rahipleri, yargıçları, akademisyenleri, gazetecileri, parlamenterler, vb.– reddeder. Elisee Reclus [7] toplumun bu besili [ing. well-heeled] insanları bulundurmaya neden değer gördüğünü şöyle açıklıyor: “Zenginler ve yoksullar, yönetenler ve kullar, efendiler ve hizmetkarlar, savaş emrini verecek Sezarlar ve gidip ölecek gladyatörler olduğu için; sağgörülü olanların zenginlerin ve efendilerin safında yer alması ve kendilerini imparatorun sarayına adamaları” yeterlidir.

Devamlı isyan halinde bulunması, anarşisti konformist olmayanlara ve yasadışı kişilere karşı sempati [duyan bir kişi] yapar, mahkumun ve toplumdan dışlanmış bir kimsenin davasını sahiplenmesine yol açar. Bakunin, Marks ve Engels’in lümpenproletaryadan, [yani] “paçavralar içindeki proletaryadan” haksız bir şekilde bahsettiğini düşünür. “Çünkü geleceğin toplumsal devriminin ruhu ve gücü, burjuvalaşan işçi sınıfı katmanlarında değil, yanlızca ve yanlızca onlarda [lümpenproletaryada] bulunmaktadır”.

Anarşistin reddetmeyeceği hararetli açıklamalar, toplumsal protestonun güçlü bir [şekilde] vücuda gelmesi olan –yarı isyankar, yarı suçlu– Vautrin karakteri aracılığıyla Balzac tarafından dile getirilmiştir.

Devlet Dehşeti

Anarşist, Devleti insanoğlunu çağlar boyunca körleştiren en ölümcül önyargılardan birisi olarak değerlendirir. Stirner onu [bireyi] “ezelden beri … Devlet tarafından ele geçirilmiş” olarak suçlamaktadır.

Proudhon, “özgür ve rasyonel bir varlığın ilk görevinin müzelere ve kütüphanelere başvurmak olduğu şeklindeki zihinsel fantaziye” karşı özellikle hiddetliydi; ve “bu zihinsel eğilimin devam ettirilmesini ve onun yenilmez gözükmesini sağlayan cazibeyi” [oluşturan] mekanizmayı açıkça ortaya koymuştu: “hükümet, kendisini insanların zihninde daima adaletin doğal bir organı ve zayıf olanın koruyucusu olarak göstermiştir”. “Kutsal ayinlerde kilise görevlilerinin yerlere kadar eğilmesi gibi gücün [erkin] önünde yerlere eğilen” müptela otoriterlerle dalga geçiyor, ve bakışlarını “adeta kuzey yıldızıymışçasına hiç durmaksızın otoriteye doğru” çeviren “tüm tarafları istisnasız” kınıyordu. “Yetkeye [duyulan] güvenin ve siyasi tanrısallaştırmanın yerini alacak yetkeyi reddetmenin” gerçekleşeceği günü özlemle bekliyordu.

Kropotkin, “hükümetin işlemesi sona erdirilir erdirilmez tamamen faydasız hale gelecek yabaniler güruhuna ait insanlar olarak nitelendirdiği” burjuvaziyi alaya alıyordu. Malatesta, otoriterlerin bilinçlerinin altında yer edinmiş özgürlük korkusunu ortaya çıkarırken, psikoanalizin habercisi oluyordu.

Anarşistlerin gözünden Devlette yanlış olan nedir?

Stirner bunu şöyle açıklıyor: “Biz iki düşmanız, Devlet ve Ben”. “Her Devlet bir tiranlıktır; ister tek bir adamın, isterse bir grubun tiranlığı olsun”. Her Devlet mecburen şimdi totaliter dediğimiz şeydir: “Devletin her zaman tek bir amacı vardır: bireyi sınırlamak, kontrol etmek, ona hakim olmak ve onu genel amaca tabi kılmak … Sansürü, denetimi ve polisiyle; Devlet tüm serbest faaliyetlere engel olmaya çalışır ve bu baskıyı da kendi görevi olarak algılar, çünkü bu kendini koruma içgüdüsünün bir gereğidir”. “Devlet, kendisininki ile aynı olmadıkça … benim kendi düşüncelerimi tam anlamı ile kullanmama ve onları başka insanlara iletmeme izin vermez … Aksi [her] durumda da beni susturur”.

Proudhon da aynı doğrultuda yazıyordu: “İnsanın insan tarafından yönetilmesi hizmetkarlıktır”. “Beni yönetmek üzere kim elini bana uzatırsa, o bir gaspçıdır, o bir tirandır. Ben onu düşmanım olarak ilan ederim”. [Proudhon], Moliere veya Beaumarchais’e eş değer bir tirada başlar:

“Yönetilmek demek, izlenmek, tahkik edilmek, casusluğa maruz kalmak, yönlendirilmek, kanuna tabi kılınmak, içeri tıkılmak, fikir aşılanmak [ing. indoctrinate], vaaza çekilmek, kontrol edilmek, değeri saptanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak, emir altında tutulmak; ne hakkı, ne irfanı [ing. wisdom], ne de erdemi [ing. virtue] olmayan yaratıklar [olmak] demektir … Yönetilmek demek, birinin [bir kimsenin] her hareketinin, her operasyonunun veya her işleminin dikkate alınması, kaydedilmesi, istatistiklere geçirilmesi, vergi altına alınması, mühürlenmesi, fiyatlanması, değerinin biçimlenmesi, patent verilmesi, lisans verilmesi, yetki verilmesi, tavsiye edilmesi, tembih edilmesi, engellenmesi, reforme edilmesi, doğru saptanması, düzeltilmesi demektir. Hükümet, haraca bağlanmaya, eğitilmeye, soyulmaya, sömürülmeye, tekel altına alınmaya, gaspa uğramaya, baskı altına alınmaya, şaşırtılmaya, soyulmaya maruz kalmak demektir; [ve bunların] tümü de kamu hizmeti ve genel fayda adına [yapılır]. Ve [daha] sonra ilk direniş belirtisiyle veya şikayet ifade eden ilk sözcükle [beraber]; [insan] baskı altına alınmaya, cezaya çarptırılmaya, küçümsenmeye, sinirlendirilmeye, takibata uğramaya, itilip kakılmaya, dövülmeye, kazığa oturtulmaya, hapse atılmaya, vurulmaya, makinalı tüfek ile taranmaya, yargılanmaya, mahkum edilmeye, sürgün edilmeye, kurban edilmeye, satılmaya, ihanete uğramaya; ve bunların hepsinin üstünü örtecek şekilde de alaya alınmaya, dalga geçilmeye, sövülüp sayılmaya ve onuru kırılmaya başlanır. İşte hükümet; işte onun adaleti ve işte onun ahlağı! … Oh insan kişiliği! Altmış yüzyıldır bu boyunduruğun önünde diz çöken, nasıl olur da sen olursun?”

Bakunin Devleti, “insanların hayatlarını yiyip bitiren bir soyutlama”, “bir ülkenin tüm canlı güçlerinin ve gerçek gayelerinin kendilerinin bu soyutlama adına gömülmelerine cömertçe ve mutlulukla izin verdikleri engin bir mezarlık” olarak görür.

Malatesta’ya göre, “bir enerji ortaya çıkarmasını bırakın, yöntemleri ile hükümet devasa bir potansiyeli israf eder, felç eder ve yok eder”. Devlet’in gücü ve bürokrasisi genişledikçe, tehlike daha da aşırı bir şekilde büyür. Proudhon yirminci yüzyılın en büyük şeytanını önceden gördü: “Fonctionnairisme (devlet görevlilerinin yasal idaresi) … devlet komünizmine, tüm yerel ve bireysel yaşamın yönetsel aygıtça emilmesine ve tüm özgür düşüncenin imha edilmesine yol açar. Herkes gücün kanatları altında bir sığınak bulmak, birlikte [orada] yaşamak ister”. Bunu sona erdirmenin tam zamanıdır: “Merkezileşme giderek güçlendi … öyle bir hale geldi ki … artık toplum ve hükümet birarada var olamaz”. “Hiyerarşinin en tepesinden en altına kadar Devlet’in içinde; reforme edilmesi gereken suistimallerin, bastılması gereken parazitlik biçimlerinin veya yıkılması gereken tiranlık araçlarının olmadığı hiçbir şey yoktur. Ve siz bize Devlet’i korumaktan ve Devlet’in gücünü çoğaltmaktan bahsediyorsunuz! Uzak durun bizden –siz devrimci değilsiniz!”

Bakunin de aynı derecede açık ve acılı bir artan totaliter Devlet bakışına sahipti. O, “devasa bütçelere, devamlı ordulara ve müthiş bir bürokrasiye dayanan”, ve “sınırsız, ezici ve tehditkar bir gerçek” haline gelebilmek için, “modern merkezileşmenin kendilerine sağladığı tüm korkunç faaliyet araçlarıyla” donaltılmış [olan] dünya karşı-devriminin güçlerini görmüştü.

Burjuva Demokrasisine Karşı Düşmanlık

Anarşist burjuva demokrasisi yanılsamasını, bir otoriter sosyalistten daha keskin bir şekilde suçlar. “Ulusu” kutsallaştıran burjuva demokratik Devlet, Stirner için eski mutlakçı Devlet’ten hiç de daha az korkutucu değildir. “Monark [kral] … bu yenisine, [yani] ‘hakim ulus’a göre çok daha yoksul bir adamdı. Biz liberalizm’de, sadece tarihsel Kendi’yi [ing. Self] aşağılamanın bir devamını görmekteyiz”. “Elbette zaman içinde pekçok imtiyazlar ortadan kaldırıldı; ama hiç de benim Kendi’mi güçlendirmek için değil …. yanlızca Devlet’in faydası için [ortadan kaldırıldı]”.

Proudhon’un görüşüne göre, “demokrasi anayasal tiranlıktan başka bir şey değildir”. İnsanlar atalarımızın bir “hile”si ile hakim [ing. sovereign, bağımsız, özerk] olarak ilan edilmişlerdir. Gerçekte ise, [söz konusu olan] azameti ve ihtişamı olmadan yanlızca hakim ünvanına sahip olan maymun krallığıdır. Halk hakimdir ama yönetmez; ve periyodik evrensel oy kullanma egzersizi aracılığıyla hakimiyetini devreder –güçlerini her üç ya da beş yılda bir yenisine vermek üzere. Hükümranlıklar taçlarından edildiler, ama kraliyet ayrıcalıkları dokunulmadan bırakıldı. Oy pusulası, eğitimi bilerek ihmal edilen insanların elinde, sadece ve sadece endüstrinin, ticaretin ve mülkiyetin birleşik [ittifak oluşturmuş] baronlarının işini yarayacak kurnazca bir hiledir.

Halkın hakimiyeti kuramının bizzat kendisi, kendisinin olumsuzlanması [ing. negation, yadsımasını] içermektedir. Eğer tüm halk gerçekten de hakimse, o zaman ne hükümet ne de yönetilenler olacaktır; hakimiyet hiçbir şey ifade etmeyecektir; Devlet’in hiçbir varoluş sebebi [raison d’etre] kalmayacak, toplumla bir olacak ve bir sınai [endüstriyel] organizasyona indirgenecektir.

Bakunin “temsili hükümetlerin, halk için bir güvence olmanın çok uzağında [olduğunu, ve] aksine halka karşı olan yönetsel bir aristokrasiyi meydana getirdiğini ve [bunun] varlığının devamlılığını koruduğunu” görmüştür. “Evrensel oy hakkı bir el çabukluğu, bir [tuzak] yemi, bir güvenlik sübapıdır [valf]. Popüler [halka ait, halka ilişkili] adı altında [Devlet’i] kamufle etmeye yarayan, halkı baskı altına almanın ve perişan etmenin mükemmel bir yolu [olan]; polise, bankalara ve orduya dayanan gerçekten de despotik bir Devlet gücünü [erkini]” maskenin ardına gizleyen bir şeydir.

Anarşist oy pusulası ile kurtuluş olacağına inanmaz. “Siyasal bir devrim aracılığıyla gerçekleşmesi halinde, toplumsal devrimin ciddi feragatlar [ing. concession] gerektirdiğini” düşünen Proudhon, oy kullanmayı reddeden [ing. abstentionist] birisiydi –en azından teoride. Oy kullanmak bir çelişki, bir zayıflık göstergesi ve çürümüş rejimle suç ortaklığı yapmak demek olacaktı: “Parlamentoyu yasal savaş alanı olarak kullanarak –ama onun dışında kalarak– tüm eski partilerin tüm hepsine karşı savaşmalıyız”. “Evrensel oy kullanma hakkı bir karşı devrimdir”, ve kendini bir sınıf olarak şekillendirmek için proletarya öncelikle burjuva demokrasisinden “kopmalıdır”.

Ancak, militan Proudhon bu ilkesel pozisyondan sıkça sapmıştır. Haziran 1848’de parlamentoya seçilmesine izin verdi, ve kısa bir süre için parlamenter zamka yapışıp kaldı. İki olayda, yani 1848 kısmi seçimleri ve aynı yılın 10 Aralığındaki başkanlık seçimleri sırasında, aşırı Sol’un sözcüsü olan Raspail’in adaylığını destekledi. Hatta o kadar ileri gitti ki, çırak diktatör Louis Napoleon’a karşı Paris proletaryasının katili General Cavaignac’ı tercih ettiğini belirterek; “daha az şeytani” olan taktiği ile kendisinin körleşmesine olanak tanıdı. Çok daha sonraları, 1863 ve 1864’de oy pusulalarının boş atılması tavsiyesine geri döndü; ama emperyal diktatörlüğe karşı [olduğunu] göstermek üzere, evrensel oy kullanmaya karşı çıkmayarak “demokratik ilkeyi tartışmasız en iyi” [olarak nitelendirerek] onu kutsadı.

Birinci Enternasyonal’de yer alan Bakunin ve taraftarları Marksistler tarafından kendilerine yapıştırılan “oy kullanmayı reddedenler” sıfatına karşı çıktılar. Onlara göre, oy sandıklarını boykot etme sadece taktiksel bir sorundu, yoksa tanrı kanunu falan değildi. Her ne kadar ekonomi alanındaki sınıf mücadelesine öncelik veriyorlardıysa da, “siyaseti” ihmal ettikleri [görüşüne] katılmıyorlardı. Onlar “siyaseti” değil, burjuva siyasetini reddediyorlardı. Toplumsal devrimden önce olmadıkça, siyasal bir devrimi kabullenmezlik etmediler. Sadece işçilerin hemen ve tam kurtuluşuna yönelmeyen hareketlerden uzak durdular. Onların çekindikleri ve kınadıkları [şey], radikal burjuva partileriyle 1848 benzeri muğlak seçim ittifakları, veya bugünkü ismi ile “halk cepheleri” oluşturulmasıydı. Aynı zamanda, işçilerin parlamentoya seçilerek burjuva yaşam koşullarına uyum sağlamalarıyla, işçi olma [özelliklerini] kaybedeceklerinden ve Devlet adamına dönüşeceklerinden, burjuvalaşacaklarından, ve hatta belki de burjuvazinin kendisinden daha çok burjuvalaşacaklarından çekiniyorlardı.

Ancak evrensel oy kullanmaya karşı olan anarşist tutum mantıksal veya tutarlı olmanın çok uzağındadır. Bazıları oy pusulasını en son çare olarak değerlendirdiler. Diğer başkaları ise, daha tavizsiz bir şekilde bunun her durumda kullanılmasını melun [lanetli] olarak nitelendirdiler ve bunu bir kuramsal saflık sorunu yaptılar. Böylece, Mayıs 1924 seçimlerindeki Cartel des Gauches (Sol İttifak) sırasında Malatesta herhangi bir geri adım atmayı reddetti. [Malatesta] bazı durumlarda seçim neticelerinin “iyi” ya da “kötü” sonuçlarının olabileceğini ve bazı durumlarda neticenin anarşist oylara bağlı olabileceğini –özellikle zıt siyasi grupların güçlerinin oldukça dengede olduğu [zamanlarda]– kabul etti. “Ama hiç önemli değil! Seçim zaferinin doğrudan bir sonucu olarak en ufak bir ilerleme belirse bile, anarşistler oy kullanma merkezlerine koşuşturmamalıdırlar.” Ve şöyle bitiriyordu [cümlesini]: “Anarşistler daima kendilerini saf olarak korudular ve karşılaştırmasız bir şekilde devrimci taraf, geleceğin tarafı olarak kaldılar; çünkü onlar [daima] seçimlerin siren sesine [ing. siren, mitolojide güzel şarkılar söyleyerek denizcileri aldatan deniz perisi] direnebilmişlerdi”.

Anarşist doktrinin bu konudaki tutarsızlığı özellikle İspanya’da gözler önüne çıktı. 1930’da anarşistler, diktatör Primo de Rivera’yı devirmek için burjuva demokratları ile beraber ortak bir cepheye katıldılar. Takip eden yılda ise resmi olarak oy kullanmamalarına rağmen, pekçoğu yerel seçimlerde seçim merkezlerine giderek monarşinin devrilmesini sağladı. 1933 genel seçimlerinde ise [anarşistler] şiddetle oy kullanılmamasını tavsiye etmişler, ve bu da katı bir işçi-karşıtı Sağ’ın iki yıldan fazla bir süre için iktidara gelmesine yol açmıştır. Anarşistler oy kullanmamalarının gericilerin zaferine yol açması durumunda toplumsal devrimi başlatacaklarını önceden ilan etmişlerdi. Kısa zaman içinde de bunu yapmaya giriştiler, ama bu pekçok kayba malolan (ölümler, yaralanmalar ve tutuklamalar) boşa [yapılmış] bir çabaydı.

Sol partiler 1936’da Halk Cephesi altında biraraya gelince, merkezi anarko-sendikalist örgüt ne tavır alacağı konusunda oldukça baskı altında kalmıştı. En sonunda, isteksizce olsa da oy kullanılmayacağını açıkladı; ama kampanyası o kadar yumuşaktı ki, her halükarda seçimlere katılmaya kararlı kitleler tarafından işitilmeden kaldı. Oy kullanmaya giderek seçmen kitlesi Halk Cephesinin zaferini garantilemiş oldu (263 sol-kanat temsilciye karşı diğerlerinden 181 tane).

Burjuva demokrasisine karşı yıpratıcı saldırılarına rağmen, anarşistlerin bunun göreceli olarak ilerici olduğunu kabul ettiklerine dikkat edilmelidir. Hatta en taviz vermezi olan Stirner bile, dili sürçerek zaman zaman “ilerleme” kelimesini kullanmıştır. Proudhon [şunu] kabul ediyordu: “Halk monarşiden demokratik Devlet’e geçtiğinde, bir takım ilerlemeler kaydedilmiş olur”. Ve Bakunin şöyle diyordu: “Bizim monarşinin lehine burjuva hükümetini eleştirmek istediğimiz … düşünülmemeli … En kusurlu cumhuriyet en aydınlanmış monarşiden bin kat daha iyidir … Demokratik sistem, kitleleri kamusal yaşam için [doğrultusunda] kademeli olarak eğitir“. Bu Lenin’in “bazı anarşistlerin, tahakküm biçiminin proletarya için fark etmediğini” savundukları görüşünü geçersiz kılar. Bu yine Henri Arvon’un küçük kitabı L’Anarchisme’de ifade ettiği korkuyu; [yani] anarşistlerin demokrasiye muhalefetlerinin, karşı-devrimci muhalefet ile karıştırılması [korkusunu] da giderir.

Otoriter Sosyalizmin Eleştirisi

Anarşistler arasında otoriter sosyalizmi yaylım ateşine tutmak konusunda bir ortaklık vardır. Düşünceleri Marksist humanizm ile beslenmemiş ilkel ya da “kaba” komünistlere, veya bizzat Marks ve Engels olayında olduğu gibi otorite ve devleti anarşistler gibi ele almayan; [bu gibilerine karşı] şiddetli ve alaylı saldırılar yaptıkları zamanlarda bunlar henüz tam anlamıyla şekillenmemişlerdi.

Her ne kadar 19. yüzyılda sosyalist düşünce içinde otoriter eğilimler henüz embriyo halinde ve gelişmemiş olarak bulunuyorduysa da, zamanımızda artık bunlar tamamen olgunlaşmışlardır. Bu normal dışı fazlalıklar [ing. excrescence, vücutta varolan ur gibi fazlalıklar] karşısında, anarşist eleştiriler oldukça tarafsız, oldukça adil; ve bazen de adeta peygamber yüzüğünü takmış gibi gözükür.

Stirner şu şartı belirterek komünizmin önermelerinin pekçoğunu kabul etmiştir: komünist inancın ilanı toplumuzdaki kurbanların kurtuluşuna yönelik ilk adımdır; ama sadece komünizmin ötesine geçmekle, [toplumumuzdaki kurbanlar] “yabancılaşmaktan [ing. disalienated] tamamıyla kurtulabilirler” ve kendi bireyselliklerini tam anlamı ile geliştirebilirler.

Stirner’in saptadığı üzere, komünist bir sistemde bir işçi hala işçiler toplumunun kurallarına tabidir. İşi ona toplum tarafından yüklenmiştir, ve onun için [yapması gereken] bir görev niteliğindedir. Komünist Weitling [8] “kuvvetler [ing. faculties, yetenekler] ancak toplumsal harmoniyi aksatmadıkları ölçüde gelişebilirler” dememiş miydi? Stirner ise şöyle cevap vermişti: “İster bir tiranlığa, isterse Weitling’in ‘toplumu’na ‘sadık’ olayım, aynı hak yoksunluklarından acı çekeceğim”.

Stirner’e göre, bir komünist işçinin ardındaki [içindeki] insanı düşünmez. O en önemli konuya tepeden bakar: [yani] üretici olarak görevini tamamladıktan sonra insanın bir birey olarak keyfine bakmasına. Her şeyin ötesinde, Stirner komünist bir toplumda üretim araçlarının kolektif sahipliliğinin Devlet’e bugünkünden çok daha aşırı güçler vereceği tehlikesine değinmiştir.

“Komünizm tüm özel mülkiyeti tasfiye ederek, beni diğerlerine, [toplumun] geneline veya bütününe daha da bağımlı kılar; ve Devlet’e saldırmasına rağmen, kendi Devlet’ini, benim özgürlüğümü felç edecek ve kendi mutlak otoritesini bana dayatacak bir durumu ortaya çıkarma eğilimindedir. Komünizm bireysel mülk sahiplerinden çektiğim yanlışlıklara karşı haklı bir şekilde öfkelidir, ama toptan toplumun ellerine vereceği güç aslında [bundan] daha da kötüdür”.

Proudhon da keza, “bireyin kolektiviteye tam anlamı ile tabi olması ilkesinden hareketlenen yönetsel, otoriter, doktriner komünist sistemden” hiç hoşnut değildir. Komünistlerdeki Devlet fikri eski efendilerininkinin aynısıdır ve çok daha az liberaldir: “Düşmanın silahlarını ele geçiren bir ordu gibi, komünizm de mülkiyetin toplarını mülkiyet ordusuna karşı çevirir. Köle her zaman sahibini taklit eder”. Ve Proudhon komünizme özgü olan politik sistemi şu ifadelerle tanımlar:

“Özlü [ing. compact] bir demokrasi –açıkça kitlelerin diktatörlüğüne dayanan; ama [bununla] kitlelerin ancak evrensel [boyutta] hizmetkarlık [etmelerini] garanti altına alabilecekleri kadar bir güce [erke] sahip olmaları [demek olan bir diktatörlük], mutlakiyetçilikten alınan şu eski reçeteye dayanır:

  • Gücün [erkin] bölünmezliği;
  • Her şeyi içeren merkeziyetçilik;
  • Yıkıcı olduğuna inanılan tüm bireysel, birleşik [anonim] veya yerel düşüncelerin sistematik bir şekilde ortadan kaldırılması;
  • Soruşturmacı [ing. inquisitorial, her şeyi denetleyen, gözetleyen] bir polis kuvveti”.

Otoriter sosyalistler “yukarıdan bir devrim” çağrısında bulunurlar. Onlar “Devlet’in devrimden sonra da devam etmesi gerektiğine inanırlar. Onlar etki alanlarını daha da genişleterek Devlet’i, erki, otoriteyi ve hükümeti muhafaza ederler. Adeta şeylerin isimlerini değiştirmek onları dönüştürmeye yetecekmişçesine, … tüm yaptıkları başlıkları [ing. title, isimleri] değiştirmektir!” Ve Proudhon şunları söylerek [yazısını] bitirir: “Hükümet doğası itibari ile karşı-devrimcidir … Aziz Vincent de Paul’e güç verin, o da bir Guizot [9] veya Telleyrand’a dönüşecektir”. Bakunin, otoriter sosyalizm[e yönelik] bu eleştirileri daha da ayrıntılandırır:

“Komünizmden tiksiniyorum, çünkü o özgürlüğün yadsınmasıdır ve ben özgürlüğü barındırmayan hiçbir şeyi insani olarak kabullenemem. Ben komünist değilim, çünkü ben Devlet’in ortadan kaldırılmasını görmek isterken; komünizm, toplumdaki tüm güçleri bir yere yoğunlaştırır ve onları Devlet’in içine hapseder; [çünkü komünizm] kaçınılmaz bir şekilde mülkiyetin Devlet’in ellerinde merkezileşmesine yol açar. Ben, hep [insanları] ahlakileştirdiğini ve uygarlaştırdığını iddia ederken, aslında daima insanları kendisine tabi kılan, baskı altına alan, sömüren ve ahlaksızlaştıran devlet vesayetinin otoriter ilkesinin tamamen ortadan kaldırılmasını istiyorum. Ben, herhangi bir biçimdeki bir otorite [yetke] tarafından yukarıdan aşağı [doğru olacak] bir şekilde değil, [aksine] özgür birlikler aracılığıyla aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen bir toplum, kolektif veya toplumsal mülkiyet arzuluyorum … İşte bu anlamda, ben bir kolektivistim ve hiçbir şekilde komünist değilim”.

Yukardaki konuşmasını yapmasının üstünden çok geçmeden, Bakunin Birinci Enternasyonal’e katıldı; ve orada kendisi ve taraftarları, sadece Marks ve Engels ile değil, aynı zamanda da saldırılarından bilimsel sosyalizmin bu iki kurucusundan çok daha kolay etkilenebilecek diğerleriyle de ihtilafa düştüler: Bir yanda Devlet’in kendileri için bir fetiş olduğu, ne olduğu belirsiz bir “Halk Devleti”ni (Volkstaat) başlatmak için seçimlerden ve seçim ittifaklarından faydanılmasını öneren Alman sosyal demokratları; ve diğer yanda ise, devrimci bir azınlık aracılığıyla geçici bir diktatörlük kurulmasının faziletleri [şarkısını] söyleyen Blanquistler [10]. Marks ve Engels taktiksel nedenlerle bu ikisi arasında gidip gelirken –ama nihayetinde anarşist eleştirilerin utancı ile her ikisini de reddederken–, Bakunin bu farklı yönlere giden ama eş derecede otoriter olan kavramlarla canla başla mücadele etti.

Ama, Bakunin ile Marks arasındaki sürtüşme temel olarak sekteryan ve kişisel bir şekilde gelişti –ki özellikle 1870 sonrasında bu sonraki [Marks] Enternasyonal’i kontrolü altına almaya çalıştı. Bahis konusu olanın örgütün, ve böylece de uluslararası işçi sınıfı hareketinin bütününün kontrolünün olduğu bu çekişmede, hiç şüphesiz ki her iki tarafın da hataları vardı. Bakunin hatasız değildi, ve Marks’a karşı tutumu sıklıkla doğruluktan ve hatta iyi niyetten oldukça uzaktı. Ama [burada] günümüz okuyucusu için önemli olan şey, Bakunin’in 1870 gibi erken bir tarihte, –daha sonraları Rus Devrimini tahrip edecek– işçi-sınıfı hareketinin ve proleter erkin örgütlenmesine dair bazı fikirlere karşı uyarıda bulunma hünerini göstermesidir. Bazen haksız bir şekilde, bazense geçerli bir nedenle; Bakunin, Marksizm’de [sonradan] Leninizm olacak ve [daha] sonrasında ise Stalinizm’in ur şeklindeki büyümesininin embriyosunu [başlangıcını] gördüğünü iddia etmiştir.

Bakunin kötü niyetle Marks ve Engels’in açık bir şekilde asla ifade etmedikleri –gerçekte bunları içlerinde barındırıyor olsalar dahi– fikirleri onlara maletti:

“Ama tüm işçilerin … alim olamayacağı; ve bu örgüt (Enternasyonal) içinde [yer alan ve] bilim, felsefe ve siyasette bugünün şartları içinde mümkün olduğunca uzmanlaşan bir grup insanın yönlendirmelerine güzelce [ve] inançla itaat edilmesinin, proletaryanın nihai kurtuluşu için geri kalan yolun aşılması için yeterli değil midir denecektir? … Bu gibi asla açıkça ifade edilmeyen –bunun için ya yeterince cesur değiller ya da samimi değiller–, ama kurnaz ve hünerli nitelendirmeler yolu ile sinsi bir şekilde geliştirilen uslamlama dizelerini [daha önce de] işittik”.

Bakunin şiddetli tenkitlerine [şöyle] devam ediyordu:

“Düşüncenin [düşünme yetisinin] yaşamın, [ve] soyut teorinin toplumsal pratiğin önünde geldiği temel ilkesinden hareketle; ve toplumsal bilimin toplumsal ayaklanma ve yeniden inşa için bir başlangıç noktası teşkil etmesi gerektiği sonucuna vararak; onlar düşünce [düşünme yetisi], kuram ve bilime günümüzde her nasılsa yanlızca çok az sayıdaki insanın sahip olması nedeni ile, azınlığın toplumsal hayatı yönlendirmesi gerektiği sonucuna varmaya zorlanmışlardır.

Sözde Halkın Devleti, –[ister] gerçekten [olsun] veya [isterse] öyle davranıyor [olsun]– halk kitlelerinin yeni ve çok dar bir bilgi aristokrasisi tarafından despotça yönetildiği bir hükümetten başka bir şey olmayacaktır”.

Bakunin Marks’ın ana eseri Das Kapital’i Rusçaya çevirdi; onun entelektüel kapasitesine candan hayranlık besliyor, onun materyalist tarih algısını tamamıyla kabul ediyor, Marks’ın işçi sınıfının kurtuluşuna yaptığı kuramsal katkıyı herkesten daha iyi takdir ediyordu. Onun kabul etmediği şey ise, entelektüel üstünlüğün bir kimseye işçi-sınıfı hareketine önderlik etme hakkını sağlaması [düşüncesiydi]:

“İnsan Marks gibi zeki bir adamın nasıl olup da genel sağduyu ve tarihsel deneyime dayanan bir fikre karşı [olan böylesi] yanlış düşünceye –yani ne kadar zeki ve iyi niyetli olursa olsun, bir grup bireyin devrimci hareketin ve tüm dünya proletaryasının ekonomik örgütlenmesinin ruhu, birleştirici ve yönlendirici iradesi olacağı [düşüncesine]– sahip olduğunu kendi kendine soruyor. … Bir evrensel diktatörlük yaratılması … öyle bir diktatörlük ki adeta bir makineyi idare eder gibi, tüm ulusların halklarının ayaklanma hareketlerini düzenleyecek ve idare edecek, [böylece de] dünya devriminin baş mühendisi olma görevini üstlenecek [bir diktatörlük] …; bu tip bir diktatörlüğün yaratılması, devrimin kendiliğinden öldürülmesi, tüm halk hareketlerinin felç edilmesi ve tahrif edilmesi [demek olacaktır]. … Peki –sözde devrimin çıkarları adına– uygar dünyanın proletarları üzerine diktatöryel güçlerle donatılmış bir hükümet yerleştirecek olan enternasyonal kongreden bir kimse ne bekleyebilir?”.

Marks’a evrensel otoriter bir kavram yakıştırmak için, Bakunin’in Marks’ın düşüncelerini tahrif ettiğine hiç şüphe yok; ama Üçüncü Enternasyonal deneyimi bize onun uyarıda bulunduğu tehlikelerin en nihayetinde gerçekleştiğini gösterdi.

[Bakunin], Rusya sürgünü komünist rejimdeki devlet kontrolü tehlikesi hakkında da eşdeğer derecede bir öngörü sergilemektedir. Ona göre, “doktriner” sosyalistlerin emelleri “halkın yeni bir [at] koşumuna bağlanması [demek olacaktır]”. Onlar da –aynen liberterler gibi– tüm Devletleri birer baskıcı olarak görürler, ama [hala] bir diktatörlüğün –tabii ki kendilerininkinin– halka özgürlük sağlayacağını savunurlar. Buna cevap ise her diktatörlüğün mümkün olduğunca kendisini yaşatmaya çalışacağıdır. Devleti yok etme [işini] halka bırakmaları gerekirken, onlar “bunu … hayırseverlerin, muhafızların [vasilerin] ve öğretmenlerin, [yani] Komünist Parti liderlerinin ellerine bırakırlar”. Onlar bu tip bir hükümetin, “biçimi ne kadar demokratik olursa olsun gerçek bir diktatörlük olacağını” görürler ve “kendilerini bunun geçici ve kısa-ömürlü olacağı fikri ile teselli ederler”. Ama hayır! diye sert bir şekilde cevap verir Bakunin. Bu geçici olduğu varsayılan diktatörlük kaçınılmaz bir şekilde “Devlet’in, onun ayrıcalıklarının, onun eşitsizliklerinin ve onun tüm baskı [unsurlarının] yeniden meydana getirilmesine”, “ortak mutluluk veya Devlet’in bekası adına yine sömürmeye ve yönetmeye yol açacak” bir yönetsel aristokrasinin şekillenmesine yol açacaktır. Ve bu Devlet, “daha da mutlak [ing. absolute] olacaktır, çünkü onun despotluğu halkın iradesine … saygı gösterme [maskesinin] ardına iyice gizlenmiştir”.

Bakunin her zaman açık bir şekilde Rus Devrimi’ne inanmıştır: “Eğer Batılı işçiler çok uzun bir süre beklerlerse, Rus köylüleri kendilerini bir örnek olarak ortaya koyacaklardır”. Rusya’da, devrim temel olarak “anarşistçe” olacaktır. Ama [Bakunin devrimin] sonuçları hakkında endişelidir: [Çünkü] “temelini aynen bırakarak … Devlet’in biçimini ve adını değiştirmek mümkün olduğu” için, devrimciler basitçe “halkın tüm yaşamsal ifade [yollarının] bastırılmasına dayanan” Büyük Pedro Devlet’ini devam ettirebilirlerdi. Ya Devlet ortadan kaldılmalı ya da “herkes kendini çağımızın en rezil ve en tehlikeli yalanına …, Kızıl Bürokrasi [yalanına] hazırlamalıdır”. Bakunin şöyle özetliyordu: “En radikal devrimciyi alıp, ona tüm Rusya’nın [saltanat] tacını giydirin veya ona diktatöryal güçler verin … ve bir yıl bile dolmadan [göreceksiniz ki], o Çar’dan da beter birisi olacaktır”.

Voline Rusya’da devrime katılmış, tanıklık etmiş ve onun tarihçisi olmuştu; ve [devrimin] ardından ustalarla aynı dersi çıkardı: Evet, gerçekten de, sosyalist iktidar ve toplumsal devrim “birbiri ile çelişen faktörlerdi”, uyumlandırılamazlar.

“–‘Şartlar yüzünden’ ve ‘geçici olsa’ bile– Devlet sosyalizminden esinlenen ve bu biçimi kabul eden bir devrim, kaybedilmiş [bir devrimdir]: giderek artan bir eğilimle yanlış bir yola sapmaktadır. …. Kaçınılmaz bir biçimde tüm politik iktidarlar, [gücü] kullananlar için imtiyazlı mevkiler [ing. position] yaratırlar. … Devrim’i ele geçirmiş, onun efendisi [konumuna] gelmiş ve onu boyunduruk altına almış olan iktidarkilerin; kendi devamlılığını sağlamayı, idare etmeyi, emirler vermeyi, [yani tek kelimeyle] yönetmeyi amaçlayan her otoritenin [yetkenin] olmazsa olmazı [olan] bir bürokratik ve tahakkümcü aygıtı yaratmaları gerekecektir. … Tüm otoriteler belirli bir ölçüde toplumsal hayatı kontrol etmeyi amaçlarlar. Onun [otoritenin] varlığı kitleleri pasifliğe doğru yöneltir, bizzat onun varlığı girişim ruhunu boğar. … ‘Komünist’ iktidar … gerçek bir topuzdur. ‘Yetke’ ile şişmiş bir haldeki … [‘komünist’ iktidar] her bağımsız hareketten korku duyar. Sürgünlerin mutlak kontrolünü arzulayan böyle bir otorite tarafından, … herhangi bir otonom hareket anında kuşku ile [karşılanır ve] bir tehdit olarak algılanır. Başka herhangi bir kaynaktan ortaya çıkan [filizlenen] bir inisiyatif, kendi hakimiyet sahasına [ing. domain] bir tecavüz, kendi alanına bir sızma olarak görüldüğü için kabul edilemezdir”.

Bunun da ötesinde, anarşistler “şartlar yüzünden” ve “geçici” [olan] aşamaların gerekliliğini kategorik olarak reddederler. 1936’da İspanyol Devriminin arifesinde, Diego Abad de Santillan otoriter sosyalizmi bir açmaz [ing. dilemma, çelişki] olarak değerlendiriyordu: “Bir devrim sosyal refahı üreticilere ya verir, ya da vermez. Eğer bunu yapıyorsa, üreticilerin kendileri kolektif üretim ve dağıtım için örgütlenirler ve Devlet için geriye yapacak hiçbir şey kalmaz. Eğer sosyal refahı üreticilere vermiyorsa, devrim bir aldatmacadan başka bir şey değildir ve Devlet [varolmaya] devam eder”. Bu açmazın çok basitleştirildiği söylenebilir; niyete bakılırsa [bu çelişkinin] daha da az olacağı söylenebilir: anarşistler Devlet’in tüm kalıntılarının bir gecede ortadan silinip gideceğine inanacak kadar naif değildirler, ama bunun mümkün olduğunca çabuk bir şekilde [yok edilmesi] isteğine sahiptirler; öte yandan otoriterler ise, rastgele bir şekilde “İşçi Devleti” olarak adlandırdıkları “geçici” bir Devlet’in belirsiz bir süre boyunca yaşaması [şeklindeki] bakış açısıyla tatmin olurlar.

Esin Kaynakları: Birey

Anarşistler, otoriter sosyalizmin kısıtları ve hiyerarşileri karşısına iki devrimci enerji kaynağını sürerler: birey ve kitlelerin kendiliğindenliği [ing. spontaneity] . Bazı anarşistler toplumsal olmaktan ziyade bireyselci olurken, bazıları ise bireyselci olmaktan ziyade toplumsalcı olurlar. Ancak, bireyselci olmayan bir liberter düşünülemez. Daha önce bahsedilen Augustin Hamon’un incelemesi de bu analizi doğrular.

Felsefe alanına Hegelci anti-bireyselciliğin hakim olduğu ve sosyal [bilimler] alanında yer alan çoğu reformcuların tam karşıtını vurgulamak maksadıyla burjuva egotizminin [ing. egotism] kötülüklerinine kapıldığı bir zamanda, Max Stirner [11] bireyi yeniden canlandırmıştır: “sosyalizm” kelimesinin [bizzat] kendisi zıttı “bireyselciliği” ortaya çıkarmamış mıydı?

Stirner biricik [ing. unique] bireyin içsel [ing. intrinsic, özsel] değerini, yani yegane tekrarlanamaz ayırd edici özelliğini [ing. mold] (son biyolojik araştırmalarla [doğruluğu] onaylanan bir düşünceyi) methetmiştir. Uzun bir süre boyunca bu düşünür, sadece az sayıdaki zeki birey tarafından takip edilen bir aykırı şahsiyet [ing. eccentric] olarak, anarşist çevrelerden soyutlanmış olarak kaldı. Bugün ise düşüncesinin cesurluğu ve enginliği yeni bir ışık altında göz önüne çıkıyor. Bugünün dünyası bireyi, bireysel köleleğin ve totoliter konformizmin onu [bireyi] ezen tüm yabancılaştırma biçimlerinden kurtarma görevini üstlenmiş gözüküyor. 1933’de Simone Weil, Marksist yazılarda klasik kapitalist baskının ardından ortaya çıkacak yeni baskı biçimlerine karşı bireyi savunma gerekliliğinden kaynaklanan sorunlarla ilgili herhangi bir yanıt bulunmamasından dert yanmaktaydı. Stirner 19. yy’ın ortaları gibi erken bir zamanda bu açığı kapatmaya girişmişti.

Aforizmlarla yüklü, çok canlı bir stilde yazmıştır: “bizzat kendinizi [ing. self] reddetmek demek olacak kendinizden feragat etmekte [ing. self-renunciation] özgürlük aramayın, kendi kendinizi arayın. … Her biriniz tam olarak güçlü bir Ben olun”. Bireyin kendi başına fethettiği özgürlükten başka bir özgürlük yoktur. Verilen veya bahşedilen özgürlük, “çalıntı mallardan” başka bir şey değildir. “Doğru mu, yanlış mı olduğuma benden başka karar verecek hiç kimse yoktur”. “Yapmaya hakkımın olmadığı yegane şeyler, özgür bir akılla yapmadığım şeylerdir”. “Gücünün yettiği herşeyi olma hakkın vardır”. Ne yaparsanız biricik bir birey olarak yaparsınız: “Ne Devlet, ne toplum ne de insanlık bu şeytana hakim olabilir”.

Kendini özgürleştirmek için, birey ebeveynlerinin ve öğretmenlerinin sırtına yüklediği entelektüel yükü mikroskop altına tutarak işe başlamalıdır. Burjuva ahlakı olarak adlandırılandan başlamak üzere, birey “kutsallaştırmadan arındırma” [ing. desanctification] gibi devasa bir işi üstlenmelidir: “Burjuvazinin [bizzat] kendisinin olduğu gibi, onun –dinin cennetine hala çok yakın olmaktan uzak olan– doğal [yetiştiği] toprağı da halen yeterince özgür değildir; ve [birey] yeni ve bağımsız doktrinler [öğretiler] üzerine çalışmak yerine, kendi toprağına ekmek [ing. transplant] üzere burjuvazi yasalarını hiçbir eleştiriye maruz tutmadan ödünç alır”.

Stirner özellikle cinsel ahlağa [karşı] köpürmüştür. Hristiyanlığın “tutkuya karşı [çevirdikleri] entrikalar [ing. machinations]”, sekülaristler tarafından basitçe miras alınmıştır. Onlar etin [vücudun] yakarışını dinlemeyi reddederek, ona karşı olan hararetlerini [ing. zeal] ortaya koyarlar. Onlar, “ahlaksızlığın yüzüne tükürürler”. Hristiyanlık tarafından telkin edilen önyargılar özellikle halk yığınları arasında oldukça güçlüdür. “İnsanlar kendilerine ahlaksız ve hatta münasebetsiz gelen herşey için aceleyle polise koşuştururlar; ahlaka yönelik [varolan] bu kamusal tutku, bir kurum olarak polisi hükümetin yapabileceğinden çok daha etkili bir şekilde korur”.

Stirner ebeveynlere ait ahlaki değerlerin içselleştirilmesini gözlemleyip, ortaya koyarak modern psiko-analizlerin yolunu açmıştır. Çocukluktan itibaren ahlaki önyargılarca meşgul edilmişizdir. Ahlak, “benim kendi kendimi ondan kurtaramayacağım bir içsel güç haline gelir”; “onun despotluğu öncekinden on kat daha fazladır, çünkü benim vicdanımın derinliklerinden [gelerek beni] azarlamaktadır”. “Gençler sürüler halinde eski deyişleri [atasözlerini] öğrenmek üzere okullara gönderilirler ve bu eski laf salatalarını kalpten öğrendiklerinde [ezberlediklerinde] onlara artık yetişkin oldukları söylenir”. Stirner kendisini ikona kırıcı [ing. iconoclast] olarak ilan eder: “Tanrı, vicdan, yükümlülükler [görevler] ve yasaların hepsi, beyinlerimizin ve kalplerimizin içine doldurulan birer hatadırlar”. Gençleri gerçekte iğfal eden ve bozanlar, “genç kalpleri bulandıran ve genç zihinleri aptallaştıran” rahipler ve ebeveynlerdir. “Şeytandan kaynaklanan [şeytani olan] bir şey” varsa, bu kesinlikle vicdana sokuşturulan bu yanlış kutsal sestir.

Bireyi rehabilite etme sürecinde Stirner aynı zamanda Freudçu bilinçaltını [ing. subconscious, altbilinci] keşfeder. Kendi [ing. the Self] boyunduruk altına alınamaz. Onun karşısında, “düşünce, zihin ve uslamlama imparatorluğu parçalanıp gider”; o ifade edilemeyen, kavranılamayan ve aklın eremediği [bir şeydir], ve Stirner’in canlı aforizmaları sayesinde varoluşçu felsefenin yankıları işitilebilir; “Ben kendimi bir hipotez [varsayım] olarak ele aldığım bir hipotezle işe başlarım. … Bunu [bu hipotezi] yanlızca ve yanlızca kendi zevkim ve tatminim için kullanırım. … Ben yanlızca kendi Kendi’mi yetiştirmek [büyütmek] için var olurum. … Kendi çıkarıma kullanıyor olmam demek, benim var olduğum anlamına gelir”.

Stirner’in zaman zaman imgelemelerin doruğundayken [ing. the white heat of imagination] yazdıkları şüphesiz onu [bazı] paradoksal açıklamalara yöneltmiştir. Bazı toplum-karşıtı aforizmalara doğru kayarak, toplum içinde bir yaşamın mümkün olmadığı şeklindeki bir pozisyona ulaşmıştır: “Biz komünal bir hayatı değil, ayrı bir hayatı arzuluyoruz”. “Halk öldü! Görüşmek üzere Kendi!”. “Halkın iyi talihi benim kötü talihimdir!”. “Eğer bir şey benim için doğruysa, [o şey] doğrudur. Bunun diğerleri için yanlış olması olasıdır: bırakalım kendi başlarının çaresine baksınlar!”.

Ama arasıra [gözlenen] bu patlamalar muhtemelen onun düşüncelerinin esas kısmı değildir; bu münzevice [insanlardan uzak yaşamayı arzulayan kimse] yaygaralarına karşın komünal bir hayatı arzulamıştır. İçine kapanan, izole olan, içine hapsedilmiş pekçok insan gibi, buna karşı çok keskin bir nostaljiden muzdarip olmuştur. Bu dışlayıcılığı ile bir toplumun içinde nasıl yaşayabileceğini soranlara karşılık olarak, yanlızca kendi “tekliğinin” [ing. oneness] farkında olan bir kimsenin kendi türdeşleri ile ilişki kurabileceğini söyleyerek cevap verir. Bireyin yardıma ve arkadaşlara ihtiyacı vardır; örneğin bir kitap yazdığında [bunu okuyacak] okuyuculara ihtiyacı olacaktır. Kuvvetini artırmak ve kendi başlarına iken olandan çok daha fazla olacak biraraya gelmiş kuvvetleri sayesinde kendisini daha bütüncül bir şekilde gerçekleştirmek için, o [birey] türdeşleri ile el ele vermelidir. “Arkanızda sizi koruyacak milyonlar varsa, birlikte çok büyük bir kuvvet olursunuz ve zafere kolayca ulaşırsınız” –ama sadece bir koşulla: diğerleri olan bu ilişkileriniz özgür ve gönüllü olmalı; ve her zaman reddetme [hakkına] tabi olmalıdır. Stirner, bir kısıt olan halihazırda kurulmuş olan toplumla, gönüllü bir eylem olan birliği birbirinden ayırır. “Toplum sizi kullanır, ama birliği siz kullanırsınız”. Kendisi ifade ettiği üzere, birlik fedakarlık [ve] özgürlük üstünde kısıtlamalar gerektirir; ama bu fedakarlık genelin iyiliği için yapılmamaktadır: “Beni buna yönlendiren benim kişisel çıkarımdır”.

Stirner [aslında] oldukça güncel [olan] sorunlarla ilgileniyordu –özellikle de komünistler özelinde siyasi partiler sorununa değinirken. Partilerin konformizmi konusunda özellikle eleştireldi: “Bir insan, temel ilkelerini tamamıyle onaylayarak ve savunarak, partisini her yerde ve her zaman takip etmelidir”. “Üyeler … partinin en ufak arzuları karşısında bile yerlere eğilmelidirler”. Parti programı onlar için “her türlü sorunun ötesinde, bir kesinlik arz ediyor olmalıdır. … İnsan bütün bedeni ve ruhu ile partiye ait olmalıdır. … Bir partiden başka bir partiye geçen herhangi bir kişi anında hain ilan edilir”. Stirner’in görüşüne göre, monolitik [yekpare, bütüncül] bir partinin artık bir birlik olması sona erer, ve geriye sadece [onun] cesedi kalır. Bu tip bir partiyi reddederken, siyasi bir birliğe katılma ümidinden de vazgeçmez: “Benim bayrağıma bağlılık yemini etmesi gerekmeden benimle işbirliği içine girecek yeterince insanı her zaman bulabilirim”. Sadece ve sadece “[partiye] dair bağlayıcı bir şey olmadığında” bir partiye dahil olabileceğine inanır, ve tek koşulu ise “kendisinin parti tarafından ele geçirilmesine olanak tanınmaması”dır. “Parti, [bireyin] kendisinin de bir taraftarı olduğu bir taraftan başka bir şey değildir”. “[İnsan] işbirliğine özgürce katılır ve kendi özgürlüğünü de aynı şekilde elde eder”.

Stirner’in ortaya koyduklarında tek bir zayıflık vardır –ki bu hemen hemen tüm yazılarında belirgindir: Bireyin tekliği kavramı sadece “egoistik” ve “Kendi”nin karına olan bir kavram değildir, aynı zamanda da kolektivite için de geçerlidir. İnsan birliği ancak bireyi ezmezse, aksine kişisel girişimi ve yaratıcı enerjiyi geliştirirse verimli olabilir. Bir partinin kuvvetini meydana getiren şey, onu oluşturan tüm bireylerin kuvvetlerinin toplamı değil midir? Stirner’in öne sürdükleri arasındaki bu boşluğun sebebi, Stirner’in birey ve toplum sentezinin belirsiz ve tamamlanmamış olmasıdır. Bu isyankarın düşüncelerinde toplumsal ve toplumsal-karşıtı çatışmalar her zaman bir çözüme kavuşturulamayabilir. Oldukça doğru bir şekilde, toplumsal anarşistler bu konuda onu eleştirmektedirler.

Bu eleştiriler [eskiden] daha da keskindi, çünkü Stirner –muhtemelen ihmalkarlık yüzünden– Proudhon’u “toplumsal görev” adına bireyselci arzuları kınayan otoriter komünistler arasında anıyordu. Proudhon’un Stirner-benzeri birey “tapıcıları” yerden yere vurduğu doğrudur, [12] ama onun tüm çalışmaları aslında bir tüz sentez arayışıdır; birey ile toplumun çıkarları konusunda, bireysel erk ile kolektif erk arasında bir “denge” [bulma] arayışıdır. “Nasıl ki bireysellik insanın temel özelliğidir, birlik de onun bütünleyicisidir”.

“Bazıları insanın sadece toplum sayesinde bir değeri olduğunu düşünür … ve bireyi kolektivite’nin içine yedirme eğilimi gösterir. Bu nedenle … komünist sistem toplum adına kişiliğin değersizleştirildiği bir [sistemdir]. … Bu tiranlıktır, mistik ve isimsiz bir tiranlıktır, bir birlik değildir. … İnsan kişiliği bu haklarından mahrum bırakılırsa, [o zaman] toplum hayati ilkesi olmadan ortada kalakalır”.

Diğer yandan, Proudhon hiçbir organik bağı, gücü olmadan ilgisiz bireylerden [oluşan] öbeklenmeyi [ing. agglomerate], ve bu nedenle de ortak çıkar sorununu çözme yetisinden mahrum olan bu öbeklenmeyi, [yani] bireyselci ütopyacılığı da reddeder. Sonuçta: ne komünizm, ne de sınırsız özgürlük; “pek çok kesişen çıkarımız, ortak olan pek çok şeyimiz var”.

Bakunin de keza hem bireyselci hem de sosyalistti. Daima toplumun özgür bireylerden başlayarak daha yüksek bir düzeye ulaşabileceğini tekrar edip durmuştur. Kendi-kaderini tayin hakkı ve ayrılma hakkı gibi toplum için garanti altına alınan hakları telaffuz ettiğinde, bunlardan faydalanacak olanın ilk önce birey olması gerektiğini dikkatli bir şekilde ortaya koyar. Birey, özgür bir şekilde [toplumun] bir parçası olmayı kabul ettiği ölçüde topluma karşı sorumluluklar üstlenir. Herkes birliğe dahil olma veya olmama konusunda özgürdür, ve eğer isterse “gidip çölde veya ormanda vahşi hayvanlar arasında yaşayabilir”. “Özgürlük, [bireyin] eylemleri üzerinde kendi vicdanından başka hiçbir kısıtlamanın olmadığı –yani bu eylemleri tamamı ile kendi iradesi ile yapmak, ve sonucunda ise birinci [derece] sorumluluğunun da sadece kendisine karşı olduğu–, her insanın mutlak hakkıdır”. Bireyin üye olarak özgürce dahil olmayı seçtiği topluluk, yukarıdaki bu sorumluluklar listesinde sadece ikinci derecede bir faktör olarak gözükür. [Topluluğun] bireye karşı haklarından çok yükümlülükleri vardır; çoğunluğa ulaşılmış olmak üzere, [toplumun birey] üzerinde “ne gözetim ne de yetke” etkisi vardır, aksine “onun özgürlüğünü koruma” yükümlülüğü vardır.

Bakunin “mutlak ve tam özgürlük” pratiğini oldukça ileri götürmüştür: Kendi kişiliğimi dilediğimce kullanma hakkına sahibimdir; aylak veya faal olarak, kendi emeğimle onurlu bir şekilde veya başkalarının hayırseverliğini ya da kişisel güvenini sömürerek utanç verici bir şekilde yaşamak. Tüm bunlar tek bir koşulla geçerlidir: bu hayırseverlik ya da güven onların çoğunluğunu teşkil eden bireylerce gönüllü olarak sağlanmalıdır. Ve hatta ben amaçları [birliği] “ahlaksız” yapmak veya en azından görünüşte öyle olan birliklere katılma hakkına sahibimdir. Bakunin bireyin, amacı bireye veya kamusal özgürlüğe zarar vermek ve tahrip etmek olan birliklere katılmasına izin verilmesi gerektiğini savunacak kadar ileri gitmiştir. “Özgürlük kendisini yanlızca ve yanlızca özgürlük sayesinde savunabilir ve savunmalıdır; samimiyetten uzak bir şekilde onu savunma bahanesi ile onu kısıtlamaya çalışmak tehlikeli bir çelişkidir”.

Etik sorunlar hakkında ise Bakunin, “ahlaksızlığın” şiddetle [ing. viciously] örgütlenmiş bir toplumun bir sonucu olduğundan emindi. Bu nedenle [şiddetle örgütlenmiş bulunan bu toplum] tepeden tırnağa tahrip edilmelidir. Ahlaki iyileşmeyi bizzat özgürlüğün kendisi ortaya çıkaracaktır. Ahlağı iyileştirme bahanesi ile dayatılan kısıtlamaların daima tahripkar olduğu ispatlanmıştır. Ahlaksızlığın yayılmasını sınırlamak bir yana, baskı daima [ahlaksızlığı] artırmıştır ve derinleştirmiştir. Bu nedenle bireysel özgürlüğü ezip geçen katı yasal düzenlemelerle buna karşı çıkmaya çalışmak nafiledir. Bakunin aylak, parazitsel veya kötü olanlara karşı tek bir zorlayıcı tedbire izin verir: siyasi hakların kaybedilmesi, yani bireye toplum tarafından tanınan güvenlik tedbirlerinin kaybı. Bu demktir ki, her bir bireyin kendi özgürlüğünden kendi eylemleri ile vazgeçme hakkı vardır; ama bu durumda gönüllü hizmetkarlığı süresince siyasi haklarının sağladığı zevkten mahrum bırakılır.

Eğer suç işleniyorsa, bunlar birer hastalık olarak nitelendirilmeli ve cezalandırma ise toplumsal bir intikamdan ziyade tedavi etmek [şeklinde] olmalıdır. Bununda ötesinde, eğer suçlanan birey artık sözü geçen toplumun bir üyesi olmak istemediğini belirtirse, bu durumda artık verilen hükme uymama hakkını da elde etmelidir. Bunun karşılığında, [toplum] ise bu bireyi ihraç etme ve onun kendi korumasının dışında olduğunu açıklama hakkına sahiptir.

Ama Bakunin nihilist olmaktan çok uzaktır. Mutlak bireysel özgürlüğü ilan etmesi, kendisinin tüm toplumsal yükümlülükleri reddetmesine yol açmamıştır. Ben ancak diğerlerinin özgürlüğü sayesinde özgürümdür: “İnsan kendi özgür bireyselliğini ancak çevresindeki tüm diğer bireylerle tamamlayarak, ve ancak toplumun işlemesi ve kolektif kuvveti sayesinde gerçekleştirebilir”. Toplumda üyelik gönüllüdür, ama müthiş avantajları nedeniyle Bakunin “herkesin üye olmayı seçeceğinden” şüphe etmemektedir. İnsan, “hayvanlar arasındaki hem en bireysel hem de en toplumsal olan [hayvandır]”.

Bakunin kaba anlamındaki egoizme —“herkese rağmen, başkalarının sırtından, onların zararına … bireyi kendi iyiliğini zapt etmeye ve teşkil etmeye yönlendiren” burjuva bireyselliği için– karşı hiçbir esneklik sergilemez. “Bu tip bir yanlızlık ve soyut insan varlığı, en azından Tanrı fikri kadar uydurmadır”. “Toptan tecrit entelektüel, ahlaki ve maddi [olan bir] ölümdür”.

Engin ve sentezleyici bir entelektüel [olan] Bakunin, bireyler ve kitlesel hareketler arasında bir köprü oluşturmaya girişir: “Tüm toplumsal yaşam basitçe bireyler ve kitleler arasında [var olan] devamlı nitelikteki bu karşılıklı bağımlılıktır. En güçlü ve en zeki bireyler bile, … yaşamlarının her anında kitlelerin arzularının ve eylemlerinin hem destekleyicileri, hem de ürünleridirler”. Anarşist, devrimci hareketi bu [karşılıklı] etkileşimin bir ürünü olarak görür; yani o [Bakunin] bireysel eylemi ve kitlelerin otonom kolektif eylemini eş derecede verimli ve militanca olarak değerlendirir.

İspanyol anarşistleri Bakunin’in entelektüel mirasçılarıydılar. Toplumsallaşmanın aşığı olmalarına rağmen, 1936’nın hemen arifesinde dahi bireyin kutsal otonomisini korumak üzere ciddi taahhütlerde bulunmaktan geri durmamışlardır: “Ebedi arzu yeganedir” diye yazıyor Diego Abad de Santillan; “[ve] binlerce yoldan ifade edilebilir: birey aşağılanarak boğulmayacaktır. … Bireysellik, kişisel zevk ve orijinalite kendisini ifade etmek için yeterli fırsata [alana] sahip olacaktır”.

Esin Kaynakları: Kitleler

Proudhon, 1848 Devrimi’nden kitlelerin devrimlerin güç kaynağı olduğunu öğrendi. 1849 sonunda şöyle yazıyordu: “Devrimlerin kışkırtıcıları yoktur; kader işaretini verince ortaya çıkarlar, ve onu geliştirip büyüten gizemli gücün tükenmesi ile de sona erer”. “Tüm devrimler halkın kendiliğinden eylemi ile yapılagelmişlerdir; eğer hükümetler zaman zaman halkın inisiyatifine yanıt verdiyse bunun sebebi bunu yapmaya zorlanmaları veya mecbur bırakılmalarıdır. Onlar [hükümetler] her zaman bloke ederler, baskı kurarlar, müdehale ederler”. “Halk kendi içgüdülerine bırakılırsa, neredeyse her zaman liderlerin politikalarıyla yönetildiğinden daha iyi görür”. “Toplumsal devrim, … hazır bulunan bir kurama sahip bir efendinin buyruğu altında veya bir peygamberin diktası altında gerçekleşmez. Gerçek bir organik devrim evrensel bir yaşamın ürünüdür, ve her ne kadar kendi habercileri ve icracıları olsa da hiçbir [belirli] insanın işi olamayacak bir şeydir”. Devrim yukarıdan değil, aşağıdan idare edilmelidir [yönlendirilmelidir]. Devrimci kriz sona erer ermez, toplumsal yeniden inşa halk kitlelerinin kendi işi [yapacakları bir iş] olmalıdır. Proudhon “kitlelerin şahsiyeti ve özerkliğini” ifade etmiştir.

Keza Bakunin de bıkıp usanmadan toplumsal devrimin ne yukarıdan emredilebileceğini, ne de yukarıdan örgütlenebileceğini; ve ancak kendiliğinden [ortaya çıkan] ve devamlılık [gösteren] kitlesel eylemlerle gerçekleştirilebileceğini ve tam olarak gelişebileceğini tekrarlamıştır. Devrimler “gece gelen hırsızlar gibi” ortaya çıkarlar. Onlar “olayların dayatması ile oluşurlar”. “Onlar kitlelerin içgüdüsel bilinçlerinin derinliklerinde uzunca bir süre hazırlanırlar –sonra ise patlarlar, sıklıkla görünüşte önemsiz görünen nedenlerle hızlanırlar”. “Onu önceden görebilir, yakınlaşmalarını önceden sezebilirsiniz, … ama patlamasını asla hızlandıramazsınız”. “Anarşist toplumsal devrim … insanların kalbinde kendiliğinden ortaya çıkar; insanların ruhlarının derinliklerinden ortaya çıkacak olan özgür toplumsal hayatın yeni biçimlerini yaratmak için, insanların hayatlarının kuvvetlice yükselmesi önündeki tüm engelleri tahrip eder”. Bakunin, 1871 Komününde görüşlerinin çarpıcı bir onanmasını görmüştür. Komüncüler, toplumsal bir devrimde “bireylerin eylemlerinin hiçbir şey olduğuna” ve “kitlelerin kendiliğinden eyleminin her şey demek olduğuna” inanmışlardı.

Öncellerine benzer bir şekilde, Kropotkin de “insanların bu kadar yüksek bir derecede sahip olduğu, ama uygulamaya geçirmelerine nadiren izin verilen bu takdire şayan kendiliğinden örgütlenme duyusunu” yüceltmişti. Şaka ile şunu da ekliyordu; “yalnızca burnu resmi kağıtlara ve kırtasiyeciliğe gömülüp kalmışlar bundan şüphe edebilirler”.

Bu cömert ve iyimser beyanatları yapmışken, hem anarşist hem de onun kardeşi ve düşmanı olan Marksist derin bir çelişki ile yüz yüze kalır. Kitlelerin kendiliğindenliği önemlidir ve mutlak [olarak] önceliklidir, ama bu kendi başına yeterli değildir. Kitlesel [düzeyde] bilinci artırmak için, devrim konusunda derinlemesine kurgulama yapabilen devrimci bir azınlığın yardımının gerekli olduğu ispatlanmıştır. Bu seçkinin kitlelerin rolünü gasp etmek için entelektüel üstünlüklerini kullanması, onların inisiyatifini felce uğratması, ve hatta onlar üstünde yeni bir tahakküm oluşturması nasıl engellenebilir?

Bu kendilindenliğe karşı olan saf heyacanının ardından, hükümetler lehine [olan] önyargılardan hayalkırıklığına uğrayan Proudhon kitlelerin ataletini, halkın ayaklanmasını engelleyen hürmetkarlık içgüdüsünü ve aşağılık kompleksini[-n varlığını] kabullenir. Bu nedenle halkın kolektif eylemini canlandırmak gerekir, ve dışardan [olanları] açığa çıkarma gerçekleşmezse aşağı sınıfların hizmetkarlığı sonsuza kadar devam edecektir. Ve o [Proudhon] şunu kabullenir: “Her devirde kitleleri hareketlendiren fikirler önce az sayıdaki düşünürün aklında filizlenir. … Kalabalık hiçbir zaman inisiyatifi üstlenmez. … Bireysellik insan ruhunun her hareketinde önceliklidir”. Bu bilinçli azınlığın bilimlerini, [yani] devrim bilimini halka aktarması ideal olacaktır. Ama pratikte Proudhon bu sentez hakkında şüpheli gözükmektedir: bunu beklemek otoritenin zorlayıcı [tecavüzkar] doğasını hafife almak olacaktır. En iyisinden, bu iki unsuru “dengelemek” mümkün olabilir.

1864’de anarşizme yönelmesinden önce, Bakunin komplolara ve gizli topluluklara katılmıştı; ve küçük bir azınlığın geniş kitlelerin uyanmasının önünden gideceği, ve onları uyuşukluklarından çekip çıkardıktan sonra onların [kitlelerin] en ileri unsurları ile birleşecekleri şeklindeki Blanquist fikirlere yakındı. En nihayetinde büyük hareketin oluştuğu zaman, [yani] emekçiler Enternasyonali’nde ise sorun farklı idi. Her ne kadar anarşist olmuş olsa da, Bakunin bilinçli bir öncü gerektiği [fikrine] bağlı kalmaya devam etti: “Tepki karşısında devrimin zafer kazanması için; devrimci düşünce ve eylem birliği, kendisi bizzat devrimin yaşamı ve tüm enerjisinin kaynağı olacak halk anarşisi arasında bir araç [ing. organ] olmalıdır”. Aynı fikir tarafından esinlenmiş ve ortak bir amacı paylaşan bireylerden oluşan –küçük ya da büyük– bir grup, “kitleler üzerinde doğal bir etki” oluşturacaktır. “Berrak bir anlayışa ve iyi bir örgütlenmeye sahip, ne istediklerini ve nereye doğru gittiklerini bilen on, yirmi veya otuz adam kolaylıkla yüz, ikiyüz, üçyüz ve hatta daha fazlasını beraberlerinde götürebilir”. “İyi örgütlenmiş ve doğru bir şekilde esinlenmiş bir kitlesel hareket liderleri kadrosu [ing. staffs, personel] yaratmamız gerekiyor”.

Bakunin tarafından savunulan yöntemler bugün “sızma” [ing. infiltration] olarak tanımlanan şeyin oldukça benzeridir. Bu her mevkideki [ing. locality yereldeki] en zeki ve en etkili bireyler üzerinde sabırla çalışmayı içerir; “ki böylece [her] örgüt mümkün olduğunca fikirlerimize uysun. Bizim etkimizin tüm sırrı işte budur”. Anarşistler, fırtınalı kitleler arasındaki “görünmez pilotlar” gibi olmalıdırlar. Onları [kitleleri] “görünür bir güç” ile değil, ama “hiçbir sembolü, rütbesi veya resmi bir ayrıcalığı olmayan, gücün hiçbir damgasına sahip olmaması nedeni ile çok daha güçlü olacak bir diktatörlük” ile yönlendirmelidirler. Bakunin kendi terminolojisinin (“liderler”, “diktatörlük”, vb.) anarşizm karşıtlarından ne kadar az farklılaştığının tamamen farkındaydı, ve “bu şekilde örgütlenen bir eylemi kitlelerin özgürlüğüne karşı yapılan başka bir saldırı, başka bir yeni otoriter güç yaratma girişimi olarak mahkum eden kişilere” karşın cevabını peşin peşin vermişti: Hayır! öncü ne iyilik eden [iyiliksever] birisidir, ne de halkın diktatöryal lideridir; [o] basitçe onların kendilerini-özgürleştirmesinin [yardımcısı] ebesidir. Onların içgüdülerine karşılık gelen [uygun düşen] fikirleri kitleler arasında yaymaktan daha fazlasını başaramaz. Geriye kalanların tümü bizzat halkın kendisi tarafından yapılabilir ve yapılmalıdır. “Devrimci otoriteler” (Bakunin bu terimi kullanmaktan sakınmadı, ama bunların “mümkün olduğunca az sayıda” olacağını umduğunu belirterek özür de diledi) kitlelere devrimi dayatacak değildirler, ama onu [devrimi] onların arasında yükselteceklerdir; onları [kitleleri] herhangi bir örgüt biçimine bağımlı kılacak değildirler, ama onların aşağıdan yukarıya [bir tarzda oluşacak] kendi özerk [otonom] örgütlerini teşvik edeceklerdir.

Çok sonraları Rosa Luxemburg Bakunin’in ipuçlarını verdiği şeyi açıkça ortaya koyacaktı: yani liberter kendiliğindenlik ile bilinçli öncülerin eylemliliği gereksinimi arasındaki çelişkinin ancak bilimin ve işçi sınıfının kaynaşmasıyla, ve kitlelerin tamamen bilinçlenerek artık “liderlere” değil, sadece kendi “bilinçli eylemlerinin yönetsel organlarına” gereksinim duymalarıyla tam anlamı ile çözümlenebileceği [-ni ortaya koymuştur]. Proletaryanın hala bilim ve örgütlenmeden yoksunluğunu vurguladıktan sonra; Rus anarşistleri, “sosyalizm biliminin, felsefesinin ve politikasının her bir üyesinin yükselen bilinçliliğine tesir etmesine yol açtığı zaman”, Enternasyonal’in yalnızca kurtulmanın [özgürleşmenin] bir vasıtası olabileceği sonucuna varmışlardır.

Ama bu sentez kuramsal olarak ne kadar tatminkar olsa da, bu çok uzaktaki bir gelecek için hazırlanmış bir taslaktı. Tarihsel evrim bunu becermeyi olası hale getirene kadar, anarşistler –aynen Marksistler gibi– bu çelişkinin içine –az ya da çok– hapsolup kaldılar. Bu [çelişki], sovyetlerin kendiliğindenliğinin gücü ile Bolşevik Parti’nin “yönetici rolü” iddiası arasında hırpalanan [devrimin], Rus Devrimi’nin parçalanmasına neden olacaktı. Bu [çelişki], libertelerin bir uçtan diğer bir uca savrulduğu, yani kitlesel hareketten bilinçli anarşist seçkinlere [doğru savrulduğu], İspanyol Devrimi’nde de kendisini gösterdi.

İki tarihsel örnek bu çelişkiyi betimlemek için yeterlidir.

Anarşistler Rus Devrimi deneyiminden belirli bir sonuç çıkarmışlardır: parti’nin “öncü rolü”nün lanetlenmesi. Voline bunu şu şekilde ortaya koyuyor:

“Anarşizmin ana fikri basittir: hiçbir parti, siyasi veya ideolojik grup –her ne kadar samimiyetle arzuluyor olsa da–, onları ‘yönetmek’ veya [onlara] ‘rehberlik etmek’ için kendisini kitlelerin üstüne veya dışına konumlandırarak, emekçi kitleleri kurtarmakta asla başarılı olamaz. Gerçek kurtuluş yanlızca … ilgili olanların, işçilerin kendilerinin, hiçbir siyasi parti veya ideolojik gövde bayrağı altında değil, bizzat kendi sınıf örgütleri (üretim sendikaları, fabrika komiteleri, kooperatifler, vb.) aracılığıyla [yürüttükleri] doğrudan eylemlilikle sağlanacaktır. Onların kurtuluşu, kitlelerin üstünde [yer alan] değil, [bizzat] kitlelerin içinde çalışan devrimciler tarafından yardım edilen –ama kontrol edilmeyen– somut eylemler ve ‘özyönetim’ üstünde temellenmelidir. … Anarşist fikir ve gerçek kurtuluşu [sağlayacak] devrim, anarşistler tarafından asla kitleler tarafından olgunlaştırılacağı kadar olgunlaştırılamaz …; anarşistler –ve genel olarak diğer devrimciler– ancak belli durumlarda onları aydınlatmak veya [onlara] yardım etmek için gerekli olabilirler. Eğer anarşistler toplumsal devrimin kitlelere “rehberlik edilerek” oluşabileceğine inanıyorlarsa, aynen Bolşevikler için olduğu gibi ve aynı nedenlerle bu haksız iddia yanlış olacaktır”.

Ama İspanyol anarşistleri, kendi dönemlerinde ideolojik olarak bilinçli bir azınlığı örgütleme gereksinimini yaşayacaklardı; Ulusal Emek Konfederasyonu [ing. National Confederacion of Labor, CNT] [adlı] yaygın işçi sendikası örgütlenmesine sahip İberya Anarşist Federasyonu [ing. İberian Anarchist Federation, FAI]. [FAI], bazı “saf” sendikalistlerin reformist eğilimleri ve “proletarya diktatörlüğü” ajanlarının manevraları ile mücadele etmek için [oluşturulmuştu]. FAI’nin esin kaynağı Bakunin’in fikirleriydi, ve bu nedenle yönlendirmekten ziyade aydınlatmayı denedi. Keza CNT’nin sıradan pekçok üyesinin göreceli olarak yüksek seviyedeki liberter bilinçliliği, [FAI’nin] otoriter evrimci partilerin aşırılıklarından kaçınmasına yardımcı oldu. Ama sendikalar üzerindeki vesayeti [ing. tutelage] hakkındaki beceriksiz ve tereddütlü olması, stratejisindeki kararsızlık ve pratikten ziyade kuram düzeyinde daha berrak düşünceleri olan –devrimcilerden ziyade– eylemci ve demogoglarla fazlasıyla donanmış olan [FAI], rehber olma rolünü pek iyi bir şekilde yerine getiremedi.

Kitleler ve bilinçli bir azınlık arasındaki ilişkiler, Marksistler ve hatta anarşistler tarafından herhangi bir nihai çözüme kavuşturulamamış bir sorunu oluşturmaktadır, ve son sözün henüz söylenmemiş olduğu [bir sorun] olarak gözükmektedir.

Notlar:

05. 1883’de aktif bir devrimci sosyalist çekirdek ABD’de Uluslararası İşçi Birliği’ni [Enternasyonal] kurdu. 1881’de Londra’da düzenlenen Uluslararası Anarşist Kongresi’nin ve 1882’de Amerika’ya gelen sosyal demokratlıktan anarşistliğe geçmiş olan Johann Most’un etkisi altındaydılar. Sekiz saatlik işgünü [mücadelesini] kazanmaya yoğunlaşmış olan devasa kitlesel hareketin önderliğini üstlenen birliğin, hareket ettirici ruhları Albert R. Parsons ve Adolf Fischer’di. Bu amaçla Emek Şövalyeleri ve işçi sendikaları tarafından bir kampanya başlatıldı; ve sekiz saatlik işgününü uygulamaya geçirmek için 1 Mayıs 1886 nihai gün olarak saptandı. Mayıs’ın ilk yarısında, 80.000’i Chicago’da olmak üzere ulusal çapta 190.000 işçi grevlere katılmıştı. Şehirde [Chicago’da] 1 Mayıs’ta etkileyici bir kitlesel miting düzenlenmişti ve [mitingler] daha sonra da devam ettiler. Bu ayaklanmadan paniğe ve korkuya kapılan burjuvazi hareketi kaynağında –gerekirse kanlı bir provakasyona başvurarak– ezmeye karar vermişti. Haymarket Alanı’nda 4 Mayıs 1885’de düzenlenen sokak toplantısı sırasında bilinmeyen bir şekilde polisin ayağına atılan bir bomba gerekli özürü sağlamış oldu. Devrimci ve liberter sosyalist hareketin sekiz önderi tutuklandı, yedisi ölüm cezasına çarptırıldı ve en sonunda ise dördü asıldı (beşincisi ise idamından bir gün önce hücresinde intihar etti). Bu tarihten sonra Chicago şehitleri –Parsons, Fischer, Engel, Spies ve Lingg– uluslararası prolateryaya mal oldu; ve evrensel olarak kutlanan 1 Mayıs günü halen Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan bu vahşi suçu anmak üzere düzenlenmektedir.
06. Tüm alıntılar İngilizce’ye çevirmen tarafından tercüme edilmiştir.
07. Asıl olarak coğrafyacı olarak bilinen Fransız yazarı (1830-1905). Erkek kardeşi Elie, 1871 Paris Komününde aktif rol oynamıştır. (Çevirenin notu)
08. Wilhelm Weitling (1808-1871), Ütopyacı komünist yazar ve 1830’ların ve 1840’ların Komünist İşçi Klüplerinin kurucusu. (Çevirenin notu)
09. Guizot, Louis Philippe’nin bakanı; aşırı muhafakazar görüşleri ile tanınır. (Çevirenin notu)
10. Auguste Blanqui’nin (1805-1881) takipçisi; Fransız sosyalisti ve azınlık ayaklanmasının devrimci savunucusu. (Çevirenin notu)
11. “Biricik ve Kendisi” kitabında.
12. Çalışmalarını okuyup, okumadığını bilmediğimiz Stirner’den doğrudan bahsetmeden.

Çeviri: Anarşist Bakış

________________

Önsöz

1. Bölüm: Anarşizmin Temel Fikirleri

2. Bölüm: Yeni Bir Toplum Arayışında

3. Bölüm (a): Devrimci Uygulamada Anarşizm – 1880-1914

3. Bölüm (b): Devrimci Uygulamada Anarşizm – Rus Devriminde Anarşizm

3. Bölüm (c): Devrimci Uygulamada Anarşizm – İtalyan Fabrika Konseylerinde Anarşizm

3. Bölüm (d): Devrimci Uygulamada Anarşizm – İspanyol Devriminde Anarşizm

Sonuç Kabilinden

________________

Anarşizm: Teoriden Pratiğe – Daniel Guérin (Broşür)

________________


Yorumlar

“Anarşizm: Teoriden Pratiğe 1. Bölüm: Anarşizmin Temel Fikirleri – Daniel Guérin” için 9 yanıt

  1. […] Anarşizm: Teoriden Pratiğe 1. Bölüm: Anarşizmin Temel Fikirleri – Daniel Guérin (Anarşi… […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir